Siyasal Toplumun Kurucu Yalanlarıyla Ne Yapacağız?

Siyaset ve yalan ilişkisi, siyaset felsefesinin Antik Yunan’daki kuruluşunda en özlü anlamıyla dile getirilmiştir. Platon, halkın bir yalana inandırılmasını ister. Filozof, metaller mitosu olarak adlandırılan bu yalanın yalan olduğunun elbette ki farkındadır ve topluluğun kuruluşu için sadece devlet adamının bildiği bu yalana inanılması zorunludur. Bazılarının mayasına altın, bazılarının mayasına gümüş, bazılarının mayasına demir ve tunç katılmıştır ki topluluğun sağlam kuruluşu için birbirine karışmaması gereken bu grupların zenginlikten ve iktidardan alacakları pay da mayalarına göre belirlenmiş olur. Siyasal topluluğun bütün paylarını adaletli bir biçimde dağıtarak topluluğu kuran bu yalan siyasetin kurucu yalanını en özlü biçimde anlatır. Jacques Ranciere’nin haklı olarak sorduğu, ‘bir siyasal topluluğun kurulması için zorunlu olarak sayılan birkaç mesleğin içinde neden kunduracı vardır, filozof neden kunduracıyla bu kadar uğraşır?” sorusunun yanıtı ancak bu kurucu yalan ile yanıtlanabilir.[1]

Platon’un adaleti sağlayan kurucu yalanı, burjuva toplumlarında başka bir yer edinmiştir: Eşitlik. Burjuva siyasal toplumunun temellinde bütün insanların doğuştan eşit olduğu ve insan olmaktan kaynaklanan hakların taşıyıcısı olması fikri yatar. Burjuva toplumunun kurucu yalanı kendi çelişkisinde gizlidir. Çelişkinin en açık ortaya konuşu burjuva siyasal toplumunun doğum sancıları çektiği dönemde Francisco de Vitoria adlı Dominiken ilahiyatçı tarafından konmuştur. Vitoria’nın fikirleri, Amerikalar’da yaşayan yerli halkın büyük katliamlardan geçtiği sırada ortaya konmuştur.

Vitoria’nın fikirlerinin zeminini Amerikalar’da katliam yapan Hıristiyan toplulukların olumsuz yanıt verdiği soru oluşturur: “Yerliler insan mıdır?” Vitoria, doğal hukuk kuramı içerisinden bu soruya olumlu yanıt verir. Bir siyasal topluluğa ve örgütlü mülkiyet ilişkilerine sahip olan yerliler insandır ve onlara karşı bir savaş haklı olamaz, bir istisna ile: İletişim hakkı. Yerliler uluslararası hukuka aykırı olarak Hıristiyanlar’ın iletişim hakkını (bunu ticaret, Hıristiyan dinini yayma, Hıristiyanları dolaşım hakkı olarak okuyabilirsiniz) engellerlerse onlara karşı savaş haklı olabilir.[2] Dolayısıyla hala antik dönemin fikirleriyle, yerlilerin insan olmadığını ispatlayan Vitoria, muarızlarının ötesine geçerek beş yüz yıldır süren Avrupa evrenselciliğinin[3] ve sömürgeciliğinin gerçek kuramcısı olmuştur. Kapitalist Avrupa’nın yalanı, kölecilikten farklı olarak eşitsizlik hakkında değil, eşitlik hakkındadır.

Eşitlik hakkındaki yalan, ulus devletler sistemi içinde burjuva demokrasilerinde cisimleşir. Burjuva demokrasisi uzlaşmaz iki şeyi bir araya getirir. Demokrasinin ilkesi olan eşitlik ile aristokrasinin ilkesi olan seçim ya da seçkinlik. Bu yalan, eşitliği homojen bir ulus olmaya kaydırır, böylece kendi adına konuşamayan eşit yurttaşlardan ulusun temsilcileri aracılığıyla konuşabileceği iddiası temellendirilmiş olur. Ulus fikri iki açıdan kurucu bir yalandır: Birincisi kendi içinde sınıfsal, dilsel, dinsel, etnik ve hatta cinsiyete dayalı farklılıkları öne sürerek çatışmalı siyasal topluluğu; ikincisi ise dünya sistemi içinde devlet olarak ortaya çıkmış ulusların eşitliğini öne sürerek emperyalizmi görünmez kılar.

Burjuva demokrasisi her krize girdiğinde, burjuvazinin siyasal egemenliğini sürdürmek için başvurduğu yollar, eşitlik iddiasını öne süren bu tatlı yalanı bir tarafa koyarak ulus içinde katliam ve soykırımlara, dünya sistemi içinde eşit egemenlik haklarını ortadan kaldıran savaşlara çıkmıştır.

Kürtler Yalan Söylemek Zorunda/ Arnavutlar Doğru[4]

Cemal Süreya’nın bu iki dizesi, Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşuna ilişkin yalanı serimlemek üzerine yazılmış ciltlerce eserin hakikatinin imgesidir. Türkiye’de siyasal birliğin bir cumhuriyet olarak ortaya çıktığından beri siyasal kuruluşun dayandığı yalanın esası, Kürtler’in var olmadığı, Kürtçe’nin dil olmadığıdır. Cumhuriyeti kuran Birinci Meclis’in tutanaklarında defalarca geçen Kürdistan sözcüğü devlet arşivinde bir yerlerde dursa da toplumsal hafızadan silinmiştir.[5] Misak-ı Milli’nin bizzat Mustafa Kemal tarafından Türk-Kürt milli sınırı olarak adlandırıldığını[6] devlet arşivleri bir yerlerde unutmuştur. Kimi durumlarda unutulmakla kalmamış arşivler imha edilmiştir.

Arşivin unutuşu, yalanın nasıl işlediğini iyi örnekler. Selim Temo, Fuzuli’nin Kürtçe şiirlerinin bulunmasına ilişkin anlatısında bir eserin, tek el yazması olan bir eserin, arşivin unutuşundan kurtuluşundan bahseder:

“Ankara’daki Milli Kütüphane’de bir Melayê Cizîrî divanı vardır ama kapağı Fuzulî’nin “Leylî vü Mecnûn”udur! Başka bir roman için başka bir fikir: (Belki de) Kürtçenin yasaklandığı dönemin Milli Eğitim bakanlarından olan Bedirxanî kökenli Hüseyin Vasıf Çınar, bütün elyazmaları devlet tarafından toplanırken, elindeki divanı gizleme gereği duydu, yok edilmesine içi el vermedi. Onu “Leylî vü Mecnûn”un kapağının içine saklayıp teslim etti. Hem bu nüsha öyle böyle bir nüsha değil. Teyar Paşayê Amedî’nin bilinen tek örneği olan kendi hattı.”[7]

Yalanın arşivde örgütlenişinin mantığını açıklamak kolaydır. Siyasal yükü çok daha ağır olan belgelerin unutuluşu çok kere yazıldı. Peki, Türkiye’de siyasal topluluğun kuruluşundaki bu yalan, Kürtler’in var olmadığı yalanı, siyasal topluluğun bütününde nasıl örgütlenmiştir: Kürtler neden yalan söylemek zorundadır?

Türkiye’nin kurucu yalanını, burjuva siyasal birliğinin gözünden, eşitlik yalanından düşünmek bu soruya yanıt için bir giriş olabilir. Burjuva düşüncesi, siyasi iddia taşıyan her düşünce gibi evrenselcidir. Çünkü evrenselcilik, burjuvanın kendisi dışındakiler adına konuşmasına imkân verir.

Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşu, siyasal birliğin Osmanlı’daki Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki eşitsizliğe ilişkin yalandan, yeni eşitliğe ilişkin yalana sıçramasıdır.[8] Ülkenin gayrimüslim nüfusu, cumhuriyetin kuruluşunun hemen öncesi ve hemen sonrasında ortandan kaldırıldığı için eşitliğin yansıdığı homojenleştirme nesnesi Müslümanlar nüfus olacaktır. Cumhuriyetin ulusu, etnik, dinsel sınıfsal ve cinsiyet açısından teklik yalanında eşitlenmeye dayanır. Bu tekliği bozacak bütün unsurlar bölücüdür. Sınıfsal olarak sömürülmek, etnik, dinsel ve dilsel farklılığı nedeniyle ezilmek, siyasal ve parasal iktidarın dışına itilmek halk kesimlerinin yaşadıkları gerçekler olabilir ama Türk ulusu içinde herkesin temsilcileri aracılığıyla konuştuğu yalan bu gerçeklere rağmen işler mi? Cumhuriyet; imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütle yarattığı yalanına inanmakta mıdır? Ya cumhuriyetin yurttaşları? Üretim sürecinde yer alan hangi işçi sömürüldüğünü düşünmez? Kim yanında konuşulan dilin var olmadığına, Alevi komşusunun aslında var olmadığına inanır? Hangi kadın bir an olsun toplumsal rollerin belirlenimlerine salıverir kendini? Eşitlik yalanı, ulusun tekliği içinde nasıl evrenselleşebilir? Ezilen çoğunluk kendinden kaynaklandığı söylenen bir iktidar kurgusuna rağmen küçük bir azınlık tarafından ezildiği gerçeği ile niçin yüzleşmez?

Her Türlü Hükmetme Bir Kurguya Dayanır

Simon Critchley, İmansızların İmanı adlı eserinde tam da bu soruya yanıt vermektedir. Ona göre her türlü hükmetme biçimi bir kurguya dayanmaktadır. Patriarka, Kralların ilahi hakları, temsili demokrasi kurguları arasında biçimsel bir fark yoktur, siyaset bütün bu kurgulara inanmamanın “askıya alınmasını” gerektirir. Critchley, burada siyasetin hanesine asıl başarı olarak askıya almanın ötesine geçerek bunların “oldurulması”nı yazar. Siyasetin bu muzicesine karşı önerisi ise bu kurgu ya da bu yazıdaki karşılığı ile yalanların ifşasından öteye geçerek Critchley’in en üst kurgu olarak adlandırdığı özgürleştirici kurguyu azınlığın tahakkümünü meşrulaştıran yalanların karşısına koymaktır. Critchley’in en üst kurgusu, Rousseau’nun herkesin egemenlikten payını aldığı temsilsiz ortaklaşma ya da Marx ve Engels’in kişiler üstündeki iktidarın ortadan kaldırılarak insanlığın tarih öncesini sona erdiren komünizmidir.[9]

Critchley’in kurgu ve en üst kurgu arasında yaptığı ayrımı, kurgu/yalanın ifşasından politik strateji bakımından daha anlamlı kılan çoğunluğun tahakküm altında olduğu gerçeğini bilmesine rağmen kurgunun sağladıkları uğruna inanmamayı askıya alması gerçeğidir. Bu gerçeği görmeden burjuva siyasetinin dayandığı kurucu yalanları ifşa etmek siyasi bir faaliyet olarak düşünülemez. Emekçiler sömürüldüğünü en güçlü biçimde duyumsayandır, dili, inancı yasaklanan, farklılıkları nedeniyle kapitalist ulus devlet çarklarında ezilenler bunu analiz edenden iyi bilmektedirler durumlarını. Siyasal birliğin kurucu yalanı, basitçe bir kandırmaca değildir, azınlığın tahakkümüne zemini sağlayan çıkar, duygu ve inançlar toplamıdır.

Dolayısıyla burjuva siyasal birliğinin kurucu yalanına karşı çıkmak yalanı ifşa etmek ve hakikati ortaya koymakla değil, hakikati örgütlemekle aşılabilir ancak. Hakikati örgütlemek, ezilenlerin hakikatini yüzlerine vurmak değil, onları gerçek bir imkâna taşıyacak politikayı; tutunacak, büyüyecek ve genişleyecek eşitlik hakikatini yaratabilmekte yatar.

Burjuva Siyasal Toplumunun Ötesinde: Faşizmin Yalan Makinesi

Burjuva siyasetinin güçler ayrılığı, temel haklar, yasalar önünde eşitlik, temsili rejim gibi araçlarının askıya alındığı günümüz Türkiye’sinde yalan, kurucu rolünün ötesine geçmiş, yukarıda belirtildiği gibi gündelik hayatın temel belirleyeni olmuştur. Artık kurucu eşitlik yalanı açıkça inkâr edilebilir; olağanüstü dönemde iktidar ve sermaye sahiplerinin bekasının eşitlik ilkesinin yerini alır. Artık ‘yurttaşların eşitliği’ değildir ulusu kuran; para ve iktidar sahiplerinin geleceğidir. Tayyip Erdoğan’ın vermek istediği yalnızlık görüntüsü, modern siyaset felsefesinin öncü isimlerinden Machiavelli’nin kurucunun yalnızlığını andırmaktadır. Böyle bir siyasal anda bütün yalanlar ve gerçekler liderin sözünün ardından belirlenir. Burjuva ahlak anlayışının gerçekliğinin su yüzüne çıktığı an işte bu andır. Hakikati aktarmakla görevli medya, hakikati üretmekle görevli üniversite, hakikati uygulamakla görevli yargı, bu istisna anında liderin sözüne kilitlenir. Artık yalan makinesi gerçek ve yalanın ötesinde çalışmakta; halkın kurucu bir yalandan öte bir saçmaya inanması beklenir. Yazık ki bu beklentinin boş olmadığı, tarihin acı sayfalarında yazmakla kalmamakta, bugün ülkemizde tüm ağırlığıyla yaşanmaktayken, saçmanın uzun süre savunulamaz olduğu beklentisiyle yaşayamayız. Propaganda araçlarının entegre yalan makinesinin amacı, kendisine inanmayanları inandırmak değil, onları yok etmek için saçmaya inanmamayı askıya alanları mobilize etmektir artık. Dolayısıyla burjuvazinin kurucu yalanını askıya alan bu saf yalan düzeninde ifşa, burjuva düzeninde olduğundan daha anlamsızdır.

Sonuç Yerine

Faşizmin yalan makinesini kırmanın, işlevsizleştirmenin yolu, yalanlardan oluşturduğu çemberi yırtmak, bu çemberden kaçabilen kitleleri kucaklayacak fikirleri, hayalleri, ütopyalarıyla yeni bir yaşam arzusunu yaratacak politik üretkenlikle mümkün olabilir ancak. Kurucu fikirlerimiz olmalıdır evet, hayallerimiz olmalıdır; ifşanın soğuk dilinin ötesinde serimlenebilecek heyecanımız, yalansız dolansız ama arzulu hiç olmadığı kadar heyecanlı olmalıdır. Onların yalanlarına karşı bizim gerçeklerimiz yetmez, ama gerçeklerimizin devreye sokabileceği arzular o kadar güçlüdür ki; topları, tüfekleri bombalarıyla destekledikleri yalanları aslında gerçeklere karşı değil, başka bir dünyaya yönelmiş arzularımıza karşı doğrultmuştur namlularını.

 

DİPNOTLAR

[1] Jacques Rancière, Filozof ve Yoksulları, Metis, İstanbul, 2009.

[2] Francesco de Vitoria, Political Writings Antony Pagden ve Jeremy Lawrence (der), Cambridge University Press, 2010.

[3] Immanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği: Gücün Retoriği, çev. Aziz Ufuk Kılıç, BGST Yayınları, İstanbul, 2010.

[4] Cemal Süreya’ya ait bu iki dize, Türkiye’de kurucu yalanlar üzerine her düşündüğümde aklıma gelir ve ardından yazının başında andığım mitosun yorumunu çağırır. Daha önce Ranciere’nin Filozof ve Yoksulları’na ilişkin yazmış olduğum bir değerlendirme bu bağlamda okunabilir. http://www.metiskitap.com/catalog/text/60288

[5] Kürdistan bir bölgenin adıdır. Bir devletin değil. Türkiye’de büyük bir tartışma konusu olan bu meselenin tartışma konusu haline gelme süreci ayrı bir makalenin konusu olabilir. Ancak bu sözcükten doğacak olası zararlara ilişkin fanteziye yapılan yatırımı görmek, anlamak gerekir.

[6] Tekeli, İlhan ve İlkin, Selim, “Kurtuluş Savaşı’nda Talat Paşa ile Mustafa Kemal’in Mektuplaşmaları”, Cumhuriyetin Harcı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 130.

[7] Selim Temo, Fuzuli’nin “Kürtçe” Şiirleri, http://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2016/12/01/fuzulinin-kurtce-siirleri/ son erişim tarihi: 06.12.2016.

[8] Türkiye’de uluslaşma süreci, kendine dini bir mezhep de seçtiği için gayrimüslimlerin eşitsizlik yalanı çemberinde kaldıklarını söylemek yanlış olmaz. 1924 Anayasası’nın vatandaşlığa ilişkin maddesinin görüşmeler sırasında ortaya çıkan gerekçesi, Ermenilerin Türk olamayacağı vurgusuna dayanır. Örneğin, Türkiye’nin kuruluşunun uluslararası bağlamda kurucu yalanlarından biri, soykırım değil mukatele yalanı, özünde eşitliğe dayanan bir yalan değildir. Zira güvenilir millet Ermenilerin ihanetidir söz konusu olan…

[9] Critchley, Simon, İmansızların İmanı: Siyasal Teoloji Deneyleri, çev. Erkal Ünal,  Metis, İstanbul, 2013.