Solun Ruhu

Her çağın bir ruhu varsa, her çağın solunun da çağının ruhuyla ilişkili elbette, ama bir o kadar da çelişkili bir ruhu var. Burada, o çok genel, çok sorunlu, çoklukla da yetersiz “sol” terimini kullanırken kapitalizmin doğuşundan bugüne sosyalist hareketi, özelde de Marksizm’i kast edeceğim. Tanımı gereği kapitalizm içinde ve kapitalizme karşı bir hareketin çağının ruhuyla ilişkisi, çelişkili’den başka sıfatla tanımlanamaz.

Bu çelişkinin kendisi de çelişkilidir. Solun her döneminin ruhu, içinde bulunduğu çağın ruhunu hem çağırır, hem kapı dışarı etmeye çalışır. Onun ulaştığı merhaleden hem teorik hem pratik olarak faydalanırken, o merhaleyi tarih gömütlüğüne defnedip başına da mezar taşı diye hakkında yaptığı analizi dikmek için, kendisi bin bin, on bin on bin ölmeye razı olur.

Her çağın solunun ruhu bir öncekinin içinden doğar; onu çağrıştırır ama ona meydan da okur. Bu meydan okuma bazen neredeyse düşmanca çatışmalar doğurur. Yine de gelen ruhların hiçbiri berhava olmaz, kendisini öldüren yeni ruhun içine göç eder. Kiminde şu veya bu unsuruyla, kiminde bir alışkanlıklar silsilesi olarak, ama her durumda –daha doğrusu, ruhların, çocukluk evrelerinden birine saplanmayı reddedip büyümekte, gelişmekte ısrar ettiği her durumda– öncekini kapsar ve aşar.

Solun ruhu romantik doğdu. Kabadayıca, diğerkâmca veya kahramanca jestlerle kapitalizmden kurtulmayı umdu. Bu romantik katarın başında, canavar dişlerine sahip bir kartopu olarak azgın bir hızla büyüyen “hayırsız evlat makine”nin başını küçükken ezmek isteyen, ama yalnızca kendilerini ezdiren Ludit’ler vardır. Fourier’nin, Owen’ın kârını işçiyle paylaşan ütopya gemileriyle kıtaları istila etmeyi uman girişimleri de, erken doğduğu için çok daha da erken ölmeyi göze alarak güneşi fethe çıkan komünarlar da bu romantizme bir şekliyle iştirak ettiler. Yıkıcı başlayan romantik macera, ütopyacılarla ılımlı bir şevke meyletmiş, Paris’te olgun bir iktidar bilincine eriştiği anda ise aynı olgunlukta bir geçmiş-iktidar-bilincine ve yeni-iktidar-örgütüne sahip olmadığı için, yani kapitalizmi yeterince anlamadığı ve alternatif olmaya yeterince hazır olmadığı için ezilmiştir.

Marksist solun bu tarih öncesini mühürleyip “kapsanarak aşılmış evreler kitaplığı”na kaldırmaksa tabii ki Marx ve Engels’e düşecekti. Tam da bir önceki ruhun çalışmadığı yerlerden başladılar: siyasi iktisattan ve örgütten. Ama daha ziyade ilkinden… Lenin’in meşhur özetiyle “Alman felsefesi, İngiliz iktisadı ve Fransız sosyalizmi”nin bütün derslerini ezbere bilen Marx ve Engels’in ilk gestus’larından biri komünist ligayı kurmaktır kurmasına, ama örgüt silahını solun eline olgun bir güçle verebilmek için tarihin bir yüzyıl kavşağını dönmesi, coğrafyanın Uralları geçmesi gerekecektir. 19. Yüzyılın ikinci yarısında solun ruhuna damgasını vuran, içinde yaşanılan çağın ruhunu layıkıyla anlama çabasıdır. Bu dönemde solun ruhu siyasi iktisat ruhudur.

Hegel’den kareköklerce çapsız ardıllarının ağzında ya teolojik ya anti-teolojik bir indirgemeyle –Hıristiyanlık ve Ateizmle– tumturaklı bir mızıldanmaya dönmüş Tin, Tarih donuna girmedikçe sahici bir fenomenoloji idrak edemezdi. Tarihinse bir o kadar mızmız ve aldatıcı hikâyeler olmaktan ancak üreten ve bölüşen erkek ve kadınların yarattığı hasım sınıfların tarihi haline gelerek kurtulabileceğini akıl rahatlığıyla söyleyebilmek için kapitalin metAdan faiZe kadar cilt cilt didiklenmesi; tarihin aile’den devlet’e dek yeniden okunması; zihnin mantıksız mantığın ve maddesiz düşünmenin bukağılarından çözülmesi gerekiyordu. Marksizm elbette başından beridir siyasi bir hareket, felsefi bir okuldu, ama onun ruhunun ilkokulu, ekonomi-politik okuldur.

Bu okulun üç haylaz öğrenci grubunu anmazsak bir sonraki çağa layıkıyla geçemeyiz. Bu üçlüde Marksizm’in tarih öncesinin üç romantik damarı adeta tekinsiz bir metamorfozla karşımıza çıkar. Biri makine kırma dürtüsünü devlet makinesini kırmaya aktaran; devleti parçalayıp bir daha da tek vidasını bile görmek istemeyen anarşistlerdir. İkincisi, sistemi kendi içinden, kendi yöntemlerini az çok tadilatla kullanarak çökertme ütopyasına sarılan, ekonomik mücadelelerin siyasal aygıta yapabileceği etkileri fetişleştiren reformistler, Bernsteingillerdir — ki olgunlaşmış haline 20. Yüzyıl “sosyal demokrasi”sinde, mantıki sonucuna ise kapitalin peşini sınırların ötesinde de bırakmayan, ama analizi uluslararası ölçeğe taşır taşımaz da sermayenin amok koşusunu mutlu sona ilerleyen bir karnaval alayı sanmaya başlayan üçüncü damarda ulaşır: Kautskyci ultra-emperyalizm. Yeterince sömüren, sömürgeleştiren, zenginlikleri katmer katmer artıran bir sistem, diye düşünür bu sonuncusu, neden o hantal ve riskli eşitsizlik metodundan vazgeçmesin ki?

Sömürünün ve küresel sömürü düzeninin örgütlenmiş kötülük değil kötülüğün mecburi örgütlenme biçimi olduğunu görmek için siyasi iktisat dersini iyi öğrenmekle kalmayıp müfredatını geliştirmek gerekiyordu. Bu görev Lenin’e düştü. Marksizm’e örgütsel veya iradi dönüşü kazandırmakla meşhur Lenin iyi bir diyalektisyen olarak önceki siyasi-iktisadi evreyi kavrar ve kapsar. Sol, ruhtan ruha göç ederken sermaye de boş durmaz; şirketten tekele, bankadan finans kapitale, ülkelerden tüm dünyaya göç eder. Her iyi Marksist gibi önce ekonomi-politikçi olan Lenin; Hobson ve Kautsky’nin düşünüşlerini ileri gittikleri yerde çekip, tutuk kaldıkları yerde iterek bugün de yeryüzüne simasını veren kavgaların üzerinde yükseldiği analitik çerçeveyi; emperyalizm kuramını kurar. Ama aynı zamanda her iyi Marksist gibi romantiktir o da. Solun ruhunu on yıllardan on yıllara, kıtalardan kıtalara takip ederken, kendisinden önceki bütün aşamaların genetik materyalini gururla ve de bilinçle taşımayan tek bir çağa bile rastlamayacağız.

“Romantik devrimci” Lenin, Paris Komünü’nün yarım bıraktığı işi bitirmeye kararlıdır. Bunun için de Komünist Liga’nın eksik olduğu yeri tamamlamak zorundadır: proletarya alayını iktidar meydanına doğru disiplinli saflar halinde yürütecek bir bandoyu, bir “profesyonel devrimciler örgütü”nü yaratmak; kendi başına bırakıldığında hangara çekileceği ışıklı devrim istasyonuna asla varmamak için yüz bin karanlık istasyona uğrayabilecek kapitalizm katarını, mantıksal sonucuna doğru ilerletmek için bir “Bolşevik” parti kurmak.

Kapitalizmi tadil etmek, düzeltmek, onun içinde hayatta kalmakla yetinmek istemeyen hiçbir sol bu okulun derslerini bir daha unutmadı. Reformist damar bile şekilsiz toplumsal hareketlerin eğlencesi kaçan yataylığından usanıp, ne kadar sulandırılmış olursa olsun, “parti paradigması”nın işlevsel kollarına döndü. Bugün en anti-Leninist solcuların, en “örgüt olmayan örgüt”çülerin bile irili ufaklı “parti”lerinde neden o kadar çok eski-Leninist var sanıyorsunuz?

Devrimin öncülüğünü yapacak profesyonel devrimcilerden oluşan Leninist parti paradigması, takip eden üççeyrek yüzyıl boyunca dünyanın üçte birini sosyalizme ve ulusal kurtuluşa kavuşturdu. Ancak solun ruhu bu dönemde bir başka dönüş daha yaşadı: keşif turları Sovyet iç savaşında yapılan, İkinci Dünya Savaşı boyunca tüm Orta ve Doğu Avrupa’daki anti-faşist partizan savaşlarında olgunlaşan, Çin Devrimi’nde temel mücadele biçimlerinden biri olan gerilla. Gerilla kavşağını alan sol, takip eden on yıllar boyunca hemen tüm yeni-sömürgelerde bu paradigmayla hareket etti. Vietnam ve Küba devrimleriyle perçinlenen gerillanın ve gerillanın öncülük ettiği halk savaşının önceliği, bayrağı Mao’dan alan Che’den Debray’a, Giap’tan Çayan’a zengin bir teorik miras üretti. Muazzam bir küresel kentleşme sürecinin sonucu olarak Çin’den Türkiye’ye dünyanın kırlarının giderek nüfustan yana zayıflamasına rağmen; bugün bile, egemenlerin eli bile, Ortadoğu’daki savaşları anlamak için bile, önce Mao’nun kitaplarına gidiyorsa gerilla paradigmasının ya da –daha şık bir anglo terim kullanacak olursak– “asimetrik savaş”ın güçler dengesinin daha az donanımlı ama daha kararlı kesimlerinin temel aracı olmaya devam edecek olmasından.

Marksist solun ruhu, ikinci dünya savaşı yıllarından itibaren, gerilla dönüşüyle sık sık iç içe geçen, ama ille de böyle olmak zorunda olmayan bir başka kavşaktan geçti: ideolojik dönüş. Marx’tan Mao’ya tüm stratejilerini ekonomi politik öncüller üzerinde kuran Marksist düşünüş; Freud’un bilinçaltı incelemelerinin popülerleşmesi, Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nin ve hegemonya kavramının 1950’lerde gün yüzüne çıkması, Varoluşçu Marksizm’in felsefi müdahaleleri ve Gramsci’nin ayak izlerini takip eden Althusser’in ideoloji etrafında şekillenen çalışmalarıyla birlikte, odağını devrimin önünde engel olan düşünce biçimlerinin ve kurumlarının incelenmesine, yani ideolojik analizlere bıraktı. İdeolojik dönüş, gerçek insanların gerçek ilişkilerini kerteriz alan ve son kertede temelin/altyapının belirleyiciliğini kabul eden tarihsel materyalizm damarı içinde kalmakla beraber, bütün bu kabulleri reddetmeden, gerçek insanların gerçek (fakat bir şekilde yanılgılı, yanılsamalı, yanıltılmış) düşüncelerini ve bunun toplumun dönüşümü üzerindeki etkilerini incelemeyi iş ediniyordu.

Lenin’in “bireysel terörizm” konusundaki bağlamsal tespitlerini umutsuzca evrenselleştirmeye çalışanlar anlamamakta ve gerilla mücadelelerini silahla ilgili bir şey sanmakta ısrar etseler de gerilla dönüşü ile ideolojik dönüş neredeyse ikiz kardeşlerdir. Daha Fanon’da başlayan silahlı eylemin asıl olarak ezilenin bilincini dönüştürme işlevine yapılan vurgu, 1966’da Havana’da toplanan Üç Kıta Konferansı’nda devrimin koşullarının olgunlaşmasını beklemeyip bu koşulları yaratmak için harekete geçme iradesiyle birlikte tınlar. 100 sayfayı bulmayan, kaçaklık koşullarında el yazısıyla yazılıp çoğaltılan bir broşürle ideolojik dönüş ve gerilla savaşı düşünürleri içinde en entegre ve kompakt kuramı geliştirme onuruna sahip olan Mahir Çayan’ın, 60-70’ler sol ruhunun özlü bir ifadesi olan “suni denge” kavramı etrafındaki tartışmalarda silah temel bir yerde durur fakat silahın bu kuramdaki en temel işlevi, ezilenlerin bilincini değiştirmek –bu fikrin izini kendisine kadar sürebileceğimiz camera obscura metaforuna başvuracak olursak– ezilen halk sınıflarının bilincinde baş aşağı duran gerçeklikleri (mesela “faşizm yenilmez, devletle başa çıkılmaz, kapitalizm ebedidir…”) ayakları üstüne yerleştirmek için propaganda yöntemlerinin en “şiddetli”si olmaktır.

Filistin’den Küba’ya, Vietnam’dan bugünün Venezuela’sına, Bolivya’sına dek izi sürülebilecek ve gerilla paradigmasına yakın markaj yapan bir başka paradigmadan bahsetmezsek zincirdeki önemli bir geni eksik bırakmış oluruz: İşçilerin, köylülerin, öğrencilerin, aydınların “öz-örgüt”leri. Fransız devriminden itibaren isyanlarda doğmuş, devrim süreçlerine ebelik ve analık etmiş sovyet, konsey, seksiyon, meclis, asemble, şura gibi adlar alan bu yatay yapılar, devrimlerin ardından halk iktidarlarının organlarından oldular. Ya da öyle olmaları gerekiyor ve öngörülüyordu, oysa “Bütün İktidar Sovyetlere” hiçbir zaman verilmedi. Ne dünyanın gördüğü en kanlı savaşlar ne başka özgüllükler, Sovyet deneyimine bizatihi adını vermiş olmalarına rağmen halk kesimlerinin kendileri hakkındaki kararları kendilerinin aldığı bu örgütlenmelerin etkin bir biçimde çalıştırılamamış ve yaşatılmamış olmalarının özrü ve tesellisi olamaz. Yeni-sömürge devrimsel süreçleri ve devrim iktidarları halkın özyönetim organlarını kullandı, geliştirdi; ancak aracın gücüne denk bir etki henüz yaratılmış değil.

Henüz” demek gerekiyor, çünkü az sonra geleceğimiz uğrağın tarihin sonu değil, adı üstünde, bir uğrağı olduğunu biliyoruz artık. Emperyalizm çağı ne “ultra”laşarak ne yıkılarak bir türlü kapanmak bilmediği için sosyal devrimler çağı da apaçık bir ufuk önümüzde. İnsanlığın yarattığı en kolektif iş olan devrim ve isyan süreçleri daha başından itibaren “kendi kaderini tayin hakkı”nı çağırıyor. Öncülerin rolü ne kadar kilit önemde olursa olsun devrimi yapan, onsuzluğun büyük acısını en çok yaşayan ve onun uğruna en çok ölen kitleler bu muazzam devrimci ama aynı zamanda muazzam demokratik süreçleri yaşarken kendi kararlarını almaya ihtiyaç duyuyor ve duyacak. Öncülerin görevi, bunun mekanizmalarını yaratmayı, en ağır yükünü omuzlamayı ama ne miskinleşmesine izin vererek ne ele geçirmeye kalkarak o mekanizmanın içinde bir halk alçakgönüllülüğü ile yer almayı öğrenmek. Bu gerekliliği cebimize koyup devam edelim.

Solun bir sonraki kavşağına aslında dönüş değil düşüş demek gerekir. Yerle bir olan bir idealin, Sovyet idealinin düşüşü çağın ve solun ruhunu birlikte belirledi. 1990’lara doğru yıkılan duvarların ve sistemlerin travmasını daha uzun süre yaşayacağız. Ama asıl ağır gelen, düşmanın zaferinin sarhoşluğunu bir türlü başımızdan atamamış olmamız. Bu zamana kadar Marksist sol içindeki bütün dönüşlerin kendisinden önceki teorik uğrakları coşkuyla kucakladığını görüyoruz. Tek ülkede devrim yapmaya kalktığı ve devrimlerde iradi yönü kendiliğinden yönün üstüne koyduğu için kitabi Marksistlerce eleştirilen Lenin, Marksizm’in bütün öncüllerini kabul eden ateşli bir Marksist’ti. İdeolojik ve gerilla dönüşü düşünürlerinin hemen tümü kendilerini hem Marksist hem Leninist görmekle kalmıyor, başka konularda ve uygulamada ne denli ayrışırlarsa ayrışsınlar, zora dayanan devrim; proletarya diktatörlüğü; kapitalizm, emperyalizm ve faşizm çözümlemeleri; yasadışı partinin rolü gibi temel noktalarda Marksist-Leninist olmamayı akıllarına bile getirmiyorlardı. O zaman da “reformistler, revizyonistler, oportünistler, teslimiyetçiler, sosyal ajanlar” vs. vardı, ama sosyalizm adına konuşmaya kalkmıyorlar, kalktıklarında da kimse onları ciddiye almıyordu. Yalnızca “sapma” olarak görülüyorlardı; solun ruhu değil ruh hastalığıydılar yani.

İşler 90’dan sonra değişti. Solun ruhundaki yeni dönüşler Marksist ve Leninist ilkelerin radikal bir biçimde (ama ille de apaçık bir biçimde değil) yadsınmasına dayanıyor. Bu solda sınıf yerine çokluk, (sınıfsallığından arındırılmış) “halk”; devrim yerine dönüşüm, reform; yasadışı parti yerine sivil itaatsizlik hareketleri ve/veya parlamento partileri; sosyalizm yerine sosyal adalet, vergi ve bölüşüm politikaları; sivil toplum içinde devrimci hegemonya mücadelesi yerine sadece sivil toplumculuk ve lobicilik; gerilla yerine ise olsa olsa gerilla reklamcılık var.

Kimse bu “yeni sol”un piç olduğunu iddia edemez. Neo-liberal çağın post-modern solunun bütün babalarının komünist nesebi sahihtir. İktidarın başa çıkmaya kalktığın anda güçlendirdiğin, her yerde hazır ve nazır ve yenilmez bir tür Hayalet Leviathan olduğunu söyleyen Foucault, Leninist Althusser’in öğrencisiydi. Siyasal özneyi öznelikten, emperyalizmi kapitalizmden çıkacak kadar sınıfsallığından soymaya çalışan Negri ise hapse düşmeden önce bir İşçici Komünist militan, bir Kızıl Tugaylar komutanı. Laclau başından beri akademik solcuydu ama onun bile adında sosyalist geçen bir partiyle gönül ilişkisi vardı. Badiou’nun 68 gençliği ise düpedüz “Marksist, Leninist ve hatta Maocu” idi.

Bu “yoldaşlar” solun ruhunu devrimci örgütlülükten reformcu örgütsüzlüğe götüren dönüşlerde direksiyonu aldılar ve maharetle “yoldan” çıktılar: Bizi yaralayan hep dostun gülü…

Bernstein’ların Sorel’lerin ruhu ikinci savaş sonrasında asıl gövdesini bulmuş, kapitalist devletlerin tehdit edici reelliği koşullarında sosyalizme karşı bir önlem haline gelmişti. Sosyal demokrasi, Avrupa’nın kuzeyine gittikçe demokratlaşan, güneyine gittikçe faşistleşen sosyal (ve) devletçi partilere yayılarak kapitalist devletlerin iki resmi ideolojisinden biri haline geldi. Ama kendine saygı duyan hiçbir solcu onları solun içinde saymadı. “Halkçı Ecevit”e oy veren sosyalistler bile onu sosyalizm içinde görme gafletine düşmedi. En kötü ihtimalle uzun yolda bir dinlenme tesisiydi sosyal demokrasi; sosyalist eylemin koşullarını rahatlatır, emperyalizmle mesafeyi bir parmak açar, bazı haklar verirdi. Gerçi öyle olmadı, özellikle bizde, ne zaman iktidarın bir yerlerine “sosyal demokrat”lar gelse katliamlar, işkenceler, sömürü hırsı katmerlendi –dedik ya, güneye indikçe sosyal-faşistleşme oranı artar– ama bir sonraki sosyal demokrata duyulan umutlarda hiç azalma olmadı. Sebatkâr bir halkız biz…

Sol bütün ruhlarını tek tek yozlaştırdı, birinciliği devrimciliğe verdiler.

Bugün romantik ruh bir yanıyla kısır bir gerçekçiliğe gömülür, her tür gerçek değişim olasılığını imkânsızlık olarak görürken, onun ütopyacı yanına bin sınamadan başarısızlıkla çıkmış umutlara ahmakça sarılmak düşmüş; kırılıp duran bir şey varsa artık makineler değil, o çok şikâyet edilen teknoloji de değil, bu umutlar.

Siyasi iktisadi ruh bir reddiyeciliğe indirgenmiş: Sınıf mı, reddet. Emperyalizm mi reddet. Artı-değer mi, bahsetme. Faşizm mi, tarihin dar bir dilimine sınırla. Kapitalizm mi, orada dur… O kadar ağır bir gerçeklik ki kapitalizm, solun yeni ruhunun bile onu reddetmesi kolay değil, en azından şimdilik. Bunun yerine kapitalizmin bütün belirleyenlerini reddetmeyi, onu soyut, adeta “kiremit gibi damdan düşmüş” bir tahakküm ilişkisi olarak formüle etmeyi tercih ediyorlar. Böyle olunca ondan kurtulmak da olanaksızlaşıyor.

Örgütçü ruhun iradi yönü Spinozist tüm-tanrıcılığın Foucaultcu versiyonu tüm-iktidarcılığa kurban edilmiş. Bugün bir yandan iktidarın her şeyi gören, kadri mutlak, her yerde hâzır ve nâzır bir varlık olduğuna iman edenler, diğer yandan onun mutlak kapsama alanından bir takım yatay inisiyatiflerle, barışçıl muhalefet yöntemleriyle, hatta bireysel duruşlarla çıkılabileceğine inanacak kadar naif’e yatıyor. Örgütsüz ya da yarı-örgütlü yataylıklar kendiliğinden yanı ağır basan faaliyetleriyle tepeden tırnağa örgütlü bir iktidara karşı yetersiz kalınca o eski “parti silahı” yeniden hatırlanıyor, ama ideolojik rüzgârların çoktan soldurduğu bir anı olarak. Artık elde olsa olsa partinin palimpsesti var. Bu tür kulüp-partiler pıtrak gibi çoğalıyor, çoğunlukla marja sıkışıyorlar; dünyanın bazı köşelerinde iktidara gelebilecek denli güçlendikleri istisnai durumlarda ise buna sosyalist anılarının son kırıntılarını da unutmaları pahasına izin veriliyor.

Oysa Leninist parti, burjuva parlamenter sistem içinde seçimlere girmek için bir formalite olan, bu yeni tip solcu partilerin de paradigmasını oluşturan sıradan burjuva partilerinden temel bir ayrıma sahiptir. Yeraltında örgütlenmek ve yasal örgütlenmeleri bile bir yasadışı partinin stratejisine tabi kılmak bir devrimci parti için taktiklerden bir taktik değil; emperyalist, hele de faşist kapitalizm koşullarında ‘örgütlenmek’ fiilinin hakkını vermenin tek yoludur. “Demokratik açılım”ların gelip geçici, baskıcı devlet aygıtının baki olduğunu görmek için bu topraklardan daha uygun yer az bulunur. Öyle ki “açılım”ların aslında devrimcileri egemenin gözlerine açıp ilk gerektiği anda zindana ve mezara kapatmanın kirli bir aracı olduğundan şüphelenmek için mebzul miktarda işaret var; ne zaman “demokratikleşme” sözünü duysak elimizin cezaevi ya da dağ bohçalarına uzanması bu yüzden.

Devrim bayrağını taşıyan gerillaların devrimin asıl aktörü ve autörü kitlelerin zihni üzerine düşünmek üzere bir an durduğu kavşaktı ideolojik dönüş. Şimdi diğer ruhlar gibi onun da bütün kavramları yozlaştı. Faşizmin zindanlarında ölen devrimci Antonio Gramsci’nin mevcut sistemin yırtıklarını söküklerini tamir etmek isteyen bir terzi, bilemedin o yırtıklardan nefes almamızı öğütleyen bir fırsatçı dede olduğunu vazediyorlar. Leninist parti önderliğindeki bir devrimle yıkılacağına inandığı kapitalist iktidarın ses tellerinin nasıl işlediği üzere düşünen Louis Althusser’in Marksizm Kürsüsü’ne kayıtlı bir misafir profesörden başka bir şey olmadığı söyleniyor. Suni dengenin seçim mitinglerini dolduran kitlelerce zayıflatılabileceği ima ediliyor; Kızıldere’de akan kanla güneşin alnında konuşma sırasını bekleyen hatibin burnundan akan kanın bir şekilde ilişkili olduğu iddia ediliyor.

İddiasını yitirmiş romantik, adasını bulmaktan umudu kesmiş ütopyacı, analiz nesnesini unutan ekonomi-politikçi, gerçek bir örgütten de olası bir iktidardan da vazgeçmiş örgütçü, düşünceler üzerine düşünen bir materyalistken idea fetişisti haline gelmiş ideolog, silahlı propagandayı viral içeriklerle ikame edebileceğini düşünen gerilla reklamcı… bir iğdiş edilmiş ruhlar resmi geçidi halinde solun yeni durağına ilerliyor: radikal demokrat ruh.

Sosyal demokrasi bir kez daha küllerinden doğmuştur. Devrimsiz bir Marksizm projesi olarak doğan; kısa zamanda nehrin yanlış tarafında ideolojik mücadele verdiğini fark edip hızla kapitalist iktidar kıyısına göç eden; soğuk savaş yıllarında emperyalizmin, sınıf mücadelelerinde patronun, devrim dönemlerinde kontrgerillanın sadık yaverliğini yapan; şanslı azınlık ülkeleri dışında hiçbir zaman ideallerine bir arpa boyu yaklaşamadığı için de sol tarafından ajanların en yavşağı olarak damgalanan sosyal demokrasi, teşhir olmuş derisini bırakıp Tony Blair’lerle, Bülent Ecevit’lerle toprağa gömmüş, Negri ve Hardt tarafından sünnet, Laclau ve Mouffe tarafından vaftiz edilmiştir.

Şimdi komünyona herkes katılabilir. Yalnızca sosyal forumlarda dirsek çürütüp birbirinden kolpa seçimler için oy dilenenler değil; yalnızca risksiz aktivist hayatlarını kravatsız takım elbiselerde kemale erdirerek meclislerin kıyısına köşesine dek ilerleyebilenler değil; bazen bunun ötesine geçip o çok kötüledikleri iktidarın kıyısına dek yaklaşan, ama kara göründüğü anda onları bunca yıldır gıdım gıdım ileriye taşıyan sosyalizan ilkelerinin hepsini safra gibi denize atan Syriza’lar, Podemos’lar da değil… Latin Sierralarından Bagok dağlarına, Nepal köylerinden Dersim mezralarına, Kuzey Kürdistan’dan Batı Kürdistan’a mezarlı ve mezarsız yatan on binlerce şehidiyle dünyanın yüz akı eski gerillalar da; sosyalizmi bazı büyük şirketlerin kamulaştırılmasından ve yaygın sosyal hizmetlerden öteye bir türlü taşıyamayan Venezuela, Bolivya, Ekvador, Uruguay, Nikaragua… hükümetleri de; hatta ve ne keder ki, 1960’larda silahlarının namlusuyla berelerindeki yıldızı dünya semalarına yükselten, yarım yüzyıl boyunca sosyalizmin adası, sığınağı, simgesi olan, fakat Che’nin Bolivya’da düşmesinin üzerinden on yıl geçmeden gerillaların faşizmle barışı için araç/aracı olma rolüne gönül indiren Küba da… Adını koysunlar koymasınlar, ya da adını nasıl koyarlarsa koysunlar, hepsi radikal demokrat artık.

Çünkü hepsi, içinde yaşadığımız kapitalist sistemin bir devrimci partinin önderliğinde şiddete dayanan bir ayaklanma süreciyle yıkılıp yerine üretim araçlarının kolektif mülkiyetini tesis edecek bir iktidarın gelişine eylemde ve/veya söylemde karşı çıkıyorlar. Devrimci savaşların bitmesini, mevcut iktidarların bazı tadilatlarla devamını istiyorlar ve bu her şeyden önce de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin devamı anlamına geliyor.

“Eylemde ve/veya söylemde” dedik, ama iş söylem alanında biraz daha karmaşık. Radikal demokratı herhangi bir sosyal demokrattan ayıran şey sürekli devrimden ve sosyalizmden bahsetmesi. Hem neredeyse istisnasız olarak devrimci sosyalizm geleneğinin içinden gelen bireyler oldukları için faydacı bir alışkanlıkla, hem de yozlaştırmak istedikleri tam da o ruh olduğu için sol fraksiyonlardan biriymiş gibi davranırlar. Ama pratik düzeyinde bakıldığında, mücadele yöntemlerini yalnızca barışçıl olanlara, örgütlenme tarzlarını yalnızca yasal olanlara, ekonomi politikalarını özel mülkiyet çerçevesine sınırladıkları hemen fark edilir. Devrimden bahsettiklerinde akıllarında sistem içi bazı hegemonik mevzi savaşları vardır. Sosyalizmden bahsettiklerinde müphem bir kooperatifçilikle sosyal devletçilikten başka bir şey kastetmezler. Onların resmi tarihinde, sosyalizm deneyimi kesin bir şekilde yenilmiştir, dolayısıyla onu ortaya çıkaran devrimsel süreçler de yenik sayılır. Devrim dendiğinde başka bir devrim, sosyalizm dendiğinde başka bir sosyalizm anlamamız beklenir. Niye hâlâ devrim, sosyalizm denmektedir; yeni şeylere yeni isimler bulsak daha iyi değil midir? Değildir. Zira bu “yeni” şeylerin ismi vardır zaten. Devrim denilen sivil toplum çalışması, sosyalizm denilen kapitalizmdir zaten. İroni postmodern bir sanattır.

Kimseye etmemeli şikâyet. 19. yüzyılın Marksist klasikler tarafından çoktan malamat edildiğini düşündüğümüz reformist/revizyonist tezleri yeni bir kisve altında dirilmiş, üstelik de ölüler diyarına başkalarını da almak yolunda epey başarılı olmuşsa, ölü ruh solun ruhunu ele geçirip zombileşmişse iyi materyalistler bunun “neden”ine bakmalı.

Radikal demokrat ruh, reel sosyalizmin başarısızlıkları konusunda haklıdır. Sovyet deneyimiyle derin gönül bağlarına sahip en “Ortodoks Marksist” bile bir yerlerde bir şeylerin yanlış gittiğinin farkındadır. Radikal demokrat, sosyalizm deneyiminin dünya tarihine açtığı görkemli parantezin içini sıfır değerinde göstermeye çalışır. Aynı yıllarda dünyayı savaşlar, işkenceler, katliamlar ve ölümcül bir yoksullukla kahreden rakibi kapitalizmi başarılı; ondan çok daha eşit, çok daha varsıl, çok daha hakkaniyetli bir yaşam kurmuş sosyalizmi başarısız görmek olsa olsa bir tarafgirlik beyanıdır. Yine de hangi sosyalist, şarkısını yarım bırakmış olmanın acısını çekmiyor bugün?

Yarım kalmış şarkının en önemli notası öz-örgütler meselesidir belki de. İsyan eden kitlelerin ilk sarıldıkları mevzi olan taban örgütlenmeleri olan sovyet’ler büyük devlet makinesinin ele geçirilmesinin ardından ikinci plana düşmüş, giderek bürokratik formalitelere dönüşmüştü. Ama bu formlar, bugün bile her dönemeçte kendilerini öne sürüyor; Gezi forumları, Rojava komünleri, Bolivarcı komiteler vd. sayısız biçimde halkın kendi kararlarını kendi alma iradesini dayatıyorlarsa sosyalistlere düşen, radikal demokratların bu arzuyu mutlak yataylıklar halinde ehlileştirmesine izin vermemek, çağın “birlikte düşünme, birlikte karar alma, birlikte uygulama” çağrısını kendi Bolşevik örgütlerinin iradiliği ile bir arada yaşatmanın yollarını aramak zorundadır.

Proletarya vurgusunun literal anlaşılması sınıfın ağızdan düşürülmediği ama ya ekonomist mücadelelere ya solipsist bir kibre indirgendiği, başka halk sınıflarıyla döğüşken ittifaklardan uzak durarak kalıplaşmış sendikalara saplanmış bir “işçicilik” yarattı. Oysa tarihin ilk proleter devrimi bir sınıflar koalisyonunun ürünüydü, bayraktaki orak, çekicin yanında boşa durmuyordu. Halk demokrasileri ve sömürge devrimleri Halk’ı nüfusun bütününe işaret eden belirsiz bir tariften çıkarmış ezilen bütün sınıf ve tabakaları birleştiren bir devrimci blok haline getirmişti. Radikal demokrasi halk öznesine duyulan bu ihtiyacı istismara girişti. ‘Çokluk’ gibi yığınsal bir betimleme bir özne değil öznesizlik haline işaret ediyordu, böylece emektar ‘halk’ kavramı yeniden hatırlandı. Ama “popülizm” bu halkın hiçbir sınıfsal belirlenimi olmamasına özel bir özen gösteriyor. Çünkü proletaryanın ideolojik ve/veya fiili önderliği arkasında saf tutmuş bir halk sadece seçim sandıklarına ya da sivil toplum aktivizmine razı gelmez, gerçek bir dönüşüm ister. Halkın arzu ettiği değişimin adı devrimse, devrimi gerçekleştirebilecek sınıf ve tabakaların toplamına halk denir.

Radikal demokrat, kötü niyetli olduğu için devrim yerine minör değişiklikler önermez, kaldı ki kötü niyetli(leri) olsa bile bu iyi bir tartışma başlığı değildir. Onu ve onunla birlikte kitleleri devrimden uzaklaştıran şey devrim yağmurunun en uzak ufuktaki en ufak bulut bile olmamasıdır asıl. Devrime inançları kalmamıştır. Haksızlar mı? Öyle ya, duvar yıkıldığından beridir tek bir gerçek devrim gördük mü? Tersine, devrime doğru ilerleyenler gerilemeye; devrimci örgütler birer birer tasfiye olmaya; devrimini yapmışlar bile devirdikleri devranla uzlaşma kipleri aramaya devam ediyorlar. Kapitalist üretim tarzının özüne zerrece dokunmayan bazı olumlu ama kısır, arzulu ama iğdiş edilmiş girişimleri devrim diye adlandırmaya bu kadar meyyal olmamız bu yüzden değil mi?

Peki, bütün bildiklerimizi unutmalı, devrime giden yeni yollar mı aramalıyız? Radikal demokrat ruh bunu söylüyor ama bize yol diye, yalnızca mevcudun içinde fır dönen labirentleri işaret ediyor. Belki de sonuçsuzluk, yöntemin yanlışlığından değil, layığınca uygulanmamasından, uygulansa bile karşısındaki gücü alt edecek güce henüz ulaşmamasındandır. Bu yalnızca iyimserlik mi? Sanmıyorum. On yıllardır kapitalizmi ve onun devletini alaşağı etmeden de iyi bir yerlere varabileceğimizi söylüyorlar. Sistemin bize münasip gördüğü parlamenter ve sivil toplum içi araçları onun izin verdiği ölçüde kullanarak bir şeyleri değiştirebileceğimizi cilt cilt bağlayıp raflara diziyorlar. Kitaplarını Kautsky, Bernstein, Sorel referanslarıyla doldurarak yeterince ipucu vermelerine rağmen, biz daha onların iki yüzyıl öncesi işçi sınıfı hareketinin en zayıf, en güvenilmez, en çapsız kalemlerince dile getirilmiş fikirlerin cilalanmış versiyonları olduğunu anlayamadan, halk sınıflarının kitlesel hareketleri sonucu revizyonist reformizmin fikirleri geri dönüşüm kutusunun yolunu tutmak zorunda kalıyor. Geri dönüşüme giriyorlar, sosyal bilimlerin yeni moda kavramlarıyla marine edilip yeniden soframıza konuyorlar. Bir kez daha fasit daire başlıyor. Halk sınıflarını devrimci bir partinin önderliğinde kendi karar alma organlarında ve bunların birleşik cephelerinde örgütleyerek silahlı devrime taşıma yönteminin, bu birbirinin aynı eylemsizlik teorilerinin yüzyıllara yayılan yüzlerce versiyonundan çok daha makul olduğunu düşünmek için çok sebebimiz var.

Solun ruhu kendini bir kez daha yaratmak zorunda. Bir kez daha kendinden önceki bütün aşamaların deneyim külliyatını çağın ruhunun orkestrasına solist olarak konumlandırmak zorunda. Radikal demokrasinin kuramsal banalliğinden, kavramsal kitsch’liğinden, eylemsel sefaletinden, çoktan çürütülmüş fikirleri yeniymiş gibi pazarlama yüzsüzlüğünden şikâyet bizi bir yere götürmeyecek. Son on yıllarda rakibimiz hep çapsız ama hep baskın değil mi?

Sosyalizmin yetersizliklerini tamamlamak yerine kapitalizmin zaferini ilan edenlere karşı yeni çağın sosyalizminin köşe taşları üzerine düşünmeliyiz. Bir sınıflar ittifakı, bir hegemonik blok olarak halk yerine belirsiz bir “çokluk” olarak, özne olabilmenin bütün olanaklarından mahrum bırakılmış bir “halk” kavramını koymak isteyenlere karşı halkın özneleşebileceği cephesel örgütlenmeler yaratmalıyız. Halkın öz-örgütlerini işlevsiz, eylemsiz, böyle oldukları için de gelip geçici kılan yataylık fetişizmine karşı dikey ve yatay ilişkilerin devrimci diyalektiğini; sınıf partisi, halk cepheleri ve halk meclisleri arasındaki kalıcı ve gerçekçi ilişkileri yaratmanın yollarını; halk örgütlerini ne partinin emir eri ne devrimin freni haline getirmeyen Bolşevik patikaları bulmalıyız. Solu yeniden ayaklanmacı, örgütçü, gerillacı ruhla doldurmayı başarmalıyız. Başarabilirsek ölü dünyaya yaşam ruhunu üfleyeceğiz; solun ruhu, çağın ruhu haline gelecek. Başaramazsak, kaybedeceğimiz şey ruhumuz değil gövdemiz olacak.