Türkiye’de yargı bağımsızlığı sorununun ana tartışma ekseni, yüksek yargı organları ile yargıçlık ve savcılık mesleğinin güvencesi olarak kurulmuş Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun siyasi otorite karşısındaki konumuyla sınırlandırılmış durumda. Dolayısıyla yargıç ve savcıların karar alma süreçlerindeki siyasal, sosyolojik, demografik, psikolojik etmenleri odağına alan çalışmaların sayısı yok denebilecek kadar az. Bu konularda üretilen bilimsel bilginin yetersiz olmasına karşın yargıç ve savcıların yetişme ve seçilme biçimlerinden ideolojik formasyonlarına kadar birçok unsurun mahkemelere yansıdığını ve bunun da yargının tarafsızlığına ve bağımsızlığına ilişkin sonuçlarının olduğu konusunda deneyimden kaynaklanan güçlü ama dağınık bir bilgi birikimi de mevcut. Özellikle Türkiye’nin son on yılına baktığımızda bir yandan HSK ve yüksek yargı organlarındaki üyelerin seçimleri, üye sayılarının sürekli olarak değiştirilmesi gibi uygulamalar, bir yandan hukuk fakültelerinin niteliğindeki dönüşüm ve avukatlıktan yargıçlık mesleğine geçişte kullanılan ölçütler yargıçların tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığı bakımından somut müdahaleler olarak görülüyor. Tüm bu süreçler bakımından Türkiye’de yargı kurumunun dönüşümünü özellikle yargıç ve savcı davranışını etkileyen kurumsal, ideolojik, sosyolojik, psikolojik unsurlar bakımından da anlaşılması için yapılacak belirlemeler somut durumu anlamamız bakımından önem taşıyor. Okuyacağınız soruşturmada yargıçlık ve savcılık pratiğine ilişkin somut durumu anlamak için üç temel soruya yanıt arayacağız. Soruşturmamıza katkıda bulunan Ayşe Sarısu Pehlivan, İlhan Cihaner, Muzaffer Şakar ve Mustafa Karadağ’a teşekkür ediyoruz.
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’de yargıç-savcıların eğitim ve seçim süreçleri yargı bağımsızlığı açısından hangi somut sonuçları doğurmaktadır?
MUZAFFER ŞAKAR (Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı): Soruyu cevaplamadan önce şunu belirtmekte fayda görüyorum. Bugüne kadar yürütülen tartışmalarda, sadece yargı bağımsızlığı sorunu değil, yargıya ilişkin tüm meseleler yüksek yargı organları ve HSK’nın siyasal iktidar karşısındaki konumuna indirgenmiş durumda. Ayrıca, yargı meselesine ilişkin oldukça iddialı çalışmaların henüz yargının sorunlarıyla, yargı sorunu ayrımını dahi yapmadığını çoğunlukla normatif düzenlemeler eşliğinde gelişen, gerçeklikten kopuk temennilerin ya da pratiğin sınırlı bilgisine sahip teoriden yoksun rivayet ve hikayelerin yargı tartışması olarak sunulduğunu hayretle izlemekteyiz. Günlük sohbetlerin ve siyasal demeçlerin yanında muhalif nutukların ve teorik çalışmaların da aynı hattı takip etmesi ayrı bir hayal kırıklığı açıkçası. Yargıyla karşılaşma, ilişkilenme bakımından oldukça tecrübeli bir kamunun varlığına rağmen henüz sağlam bir tartışma zemini kurulabilmiş değil. Sizin de belirttiğiniz üzere yeterince odaklanılmamış konular bulunmakta ve mevcut bilgi birikimi dağınık vaziyette. Böyle bir manzara karşısında yargı hakkında konuşmak elbette kolay değil. Demokrat Yargı bu kaygıyla, bir tartışma zemininin oluşturulması, bu alanın sadece bilgisinin değil aynı zamanda teorik dayanaklarının da inşası için birçok davette bulundu. Ancak bugüne kadar üstlenilmeyen ve gecikmiş bir ödev olarak duran bu eksiklik yargı söylevlerine teenniyle yaklaşmayı gerektiriyor. Bu zorunlu açıklamadan sonra sanırım ilk soruya geçebiliriz artık.
Toplumsal ve hatta siyasal sorunları çoğu zaman “eğitim/cehalet” kıskacına sıkıştıran, çareyi “aydınlanma” üzerinden kurgulayan klasik yaklaşım, böyle bir soru karşısında muhtemelen; hâkim olabilmek için tamamlanması gereken eğitim hiyerarşisinin niteliklerinden söz edecek ve hâkim – savcıların yeterli, gerekli hukuk eğitiminden yoksunluğunun yargı bağımsızlığına en büyük darbeyi vurduğu tespitini yapacaktır. Oysa, gerçek bu değil! Sanılanın aksine, hâkimlerin meslek öncesi hukuk eğitimlerinin yargı bağımsızlığına etkisi oldukça önemsizdir. Üniversitelerin hali hazırdaki durumunu hesaba katarak biraz daha ileri gidebilir ve artık hukuk eğitiminin uygulamayı değil, hukuk uygulamasının hukuk bilgisini ve müfredatını belirlediğini söyleyebiliriz. Bunu şimdilik bir kenara yazalım ve Türkiye’de hâkimlerin meslek öncesi hukuk eğitimlerinden kısaca söz edelim.
Hukuk Öğretisi ve Yargı Ayrılığı
Türkiye’de, hâkim ve savcıların öğrenim/yetiştirilme süreçleri kamu bürokrasisinin geri kalanıyla büyük ölçüde örtüşmektedir. Hâkim olabilmek için esas itibariyle, yurdun dört bir tarafında bulunan hukuk fakültelerinden birinden mezun olmak ve hâkimlik – savcılık sınavlarında başarılı olmak yeterli. Yazılı ve sözlü sınavda başarılı olanlar iki yıllık adaylık sürecinden geçirilir ve HSK’nın mesleğe kabul kararını müteakip görev yerlerine atanırlar. Gerek tamamlamakla yükümlü oldukları öğrenim silsilesinde gerekse hâkim adaylığı sürecinde ciddi bir hukuk eğitimi almazlar. Ancak bu eksiklik hâkimlik mesleğinin Türkiye koşullarında icrasına engel teşkil etmemektedir. Çünkü hukuk öğretisiyle uygulamanın yolları uzun süre önce ayrılmış, Cumhuriyet döneminde, toplumu şekillendiren, aydınlanmacı ve modernleşme yanlısı bürokrasi inşa edilirken hukuk ve yargı kendi özgün mekânlarından, fıkıh kitaplarından ve geleneklerinden koparılarak “modern devletin” kurum ve kuralları içerisine sokulmaya çalışılmıştır. Medreselerdeki dini eğitimden uzaklaştırılan hukuk, hukuk fakültelerine terk edilirken, hukuk uygulaması bürokratik bir etkinlik olarak adliyelerde var olmuş ve her geçen gün hukuk ilmiyle yargı pratikleri arasındaki mesafe açılmış; yargı pratikleri, mahkemelerin bürokratik usullerle tezyin ettikleri bir işleyiş olarak var olmuştur. Hukuk düşüncesi ve pratiğinin bu ölçüde ayrıştığı ve iki ayrı kamu yarattığı, hukuk ekollerinin, cemiyetinin bulunmadığı yerde bir hukuk eğitiminden söz edilemeyeceği gibi böyle bir hukuk/yargı kültüründe eğitimin yegane işlevi; “işkoluna” “ustabaşı” yetiştirmektir. O da “atölyede” gerçekleşir.
Bu nedenle, yetersiz hukuk öğreniminin hâkimlik – savcılık mesleğinin yürütülmesinde önemli bir etkisi bulunmamaktadır. Uygulayıcılar, meslek içerisinde öğrendikleri adli işleyişe sıkıca sarılmakta, çoğu zaman tarihsel ve hukuksal temelleri sorgulanmamış Yargıtay kararlarına bağlamından bağımsız olarak başvurabilmektedirler.
İtikatta Kıta Avrupası, Amelde Common Law
Türkiye’de mahkeme kararlarında istikrar, uygulama birliği prensipleriyle “not sistemi” eşliğinde işleyen “otoriter ve didaktik yargı kültürü” temyiz mahkemesinin içtihatları aracılığıyla tekdüze bir hukuk uygulaması yaratmaktadır. Hâlbuki, Kara Avrupası Hukuk sistemi dahilinde tasnif edilen Türk Hukuk sisteminde, yüksek mahkeme içtihatları bir diğer deyişle kazai içtihatlar yardımcı kaynak hüviyetindedirler. Sadece İçtihadı Birleştirme Kararlarının ve Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı söz konusudur. Kıta Avrupası Hukuk sisteminde hukuk, büyük ölçüde soyut hukuk kuralları üzerinden inşa edilirken; her davanın, her mahkeme kararının somut yeni durumlarda verilecek kararlar bakımından bir zemin oluşturduğu Common Law’da hukuk, mahkeme kararları üzerinden ilerlemektedir. Bu itibarla, Common Law’un uygulandığı ülkelerde mahkeme kararları geçmişe olduğu kadar geleceğe yönelen bir perspektife sahiptir. Dış görünüşüyle Kıta Avrupası Hukuk Sistemini andıran ve temel iddiası da bu yönde olan Türkiye’de ise Common Law’a benzer şekilde, bilhassa temyiz mahkemesi kararları üzerinden ilerleyen bir hukuk geleneği/uygulaması mevcuttur.
Bu vaziyet, Common Law’da olduğu gibi hukukun tedvin veya taknin edilmemiş olmasından kaynaklanmamıştır. Bilakis, Türkiye’de hukuksal faaliyet bir kanun enflasyonunu da içermektedir. Kanun numaralarına bakıldığında 1920 – 1960 döneminde yedi bini aşkın kanun yapıldığı, 1961 yılından itibaren başlayan numaralandırmada da Haziran 2020 tarihi itibariyle 7248 sayısına ulaşıldığı görülecektir. Sadece son yirmi yılda üç bine yakın kanunun kabul edildiği, bu dönemde yürürlüğe giren kanunlar arasında birçok temel kanun bulunduğu bilinmektedir. Bir başka deyişle, hukuk fakültesinden yirmi yıl önce mezun olan hiçbir hukukçu şu an yürürlükte olan ceza kanunu, ceza usul kanunu, medeni kanun, borçlar kanunu, ticaret kanunu, hukuk muhakemesi kanunu gibi temel kanunların lisans eğitimine sahip değildir. Kuşkusuz hukuk lisansı kanun öğretiminden çok daha fazlasıdır. Ancak kanuna ilişkin lafzi, sistematik, tarihsel ve amaçsal yorumların yapılabilmesinin kanunun lafzına ve tarihsel bağlamına ilişkin bilgiye muhtaç olduğu da ayrı bir vakıadır. Nitekim, Tanzimat döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan hukuk mektepleri de bu eksikliği gidermeyi amaçlamışlardır.
Türkiye’de Hukukun Pek Dinamik Halleri
Hukukun dinamik yapısı, hukuk uygulamasının zaman içerisinde değiştirilmesini gerektirmektedir. Hukuk uygulaması, kanun reformu veya hukuk kuralının dönemin ruhuna göre yeniden yorumlanmasıyla değişmektedir. Türkiye’de ise yukarıda kısaca ifade edildiği üzere hukuksal dinamizm çoğu zaman kanun değişikliğiyle sağlanmaktadır.
Hukuk uygulamasının en önemli değişim momenti ise siyasal iktidar değişimlerine rastlamaktadır. Yargının, iktidarın “hakikat” ve “çıkar” dairesinin dışında özerk bir “hakikat alanı” oluşturamadığı ve kararlarıyla bunu ortaya koyamadığı durumlarda siyasal iktidar değişimi sonrasında hukuk her defasında yeniden inşa edilmektedir. “Hukuksal kesinti” yaşanan bu dönemlerde yeni hukuk inşa edilinceye kadar mevzuatın tamamı resmen yürürlükte ancak fiilen mülga kabul edilmektedir. Kanunlar, külliyatta ve resmi gazetede bir metin olarak mevcudiyetlerini korurken etkinliklerini, temas ettikleri meselelere uygulanma kabiliyetlerini yitirmektedirler. Siyasal iktidar değişimlerinde, siyasal otoritenin açık veya zımni onayı olmaksızın hukukun neyi içerdiği açıkça bilinmemektedir. Önceki dönemin hukukunun zımnen ilga edildiği, yenisinin ise henüz inşa edilemediği bu dönemlerde hangi metnin yürürlükte olduğunun bir önemi bulunmamaktadır. Hemen tüm hukuk iktidarın “ihtiyaç listesine” göre belirlenmekte, hukuk normları iktidar kazanında kaynarken somut olaya uygulanacak kuralı, normlar hiyerarşisi değil “talih” belirlemektedir. Belki bir yönetmelikte, belki hazırlayanların dahi unuttuğu bir genelgede gizlidir hukuk, kimse bilmez. Sonuçta, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi gerekçe gösterilerek hükümet darbelerinin yapılabildiği, bazen İl İdaresi Kanunu’nun, bazen Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun ya da Pasaport Kanunu’nun ülkenin tüm hukukunu belirlediği dönemler yaşandı.
Mevcut kanun enflasyonunda yasama meclisi, yürürlükte olup olmadığı tartışılan bir kanunu mülgayla uğraşırken (7248 sayılı kanuna ilişkin tartışmalar), hâkimin formel bir hukuk eğitimiyle uygulanacak hukuk kuralını belirleyebilmesi pek müşküldür. Somut davada uygulanacak hukuk, hâkimin hiç duymadığı bir genelgede, bir yönetmelikte veya Alman Yargıtayının bir içtihadında gizli olabilir.
Sonuç itibariyle, hukuk öğreti ve uygulamasının bu düzeyde ayrıştığı, hukuk uygulamasının büyük ölçüde yüksek mahkeme kararlarına dayandığı, yaşanan kanun enflasyonu nedeniyle mevzuatın sürekli değiştiği ve siyasal iktidar değişimlerinde bütün hukuk sisteminin yeniden kurgulandığı bir ülkede yeterli olabilecek bir hukuk eğitimi bulunmamaktadır. Her şey bir yana, otoriter ve yüksek disiplinli eğitim düzeninin talim ve terbiyesinden geçerek, maksada matuf kurgulanmış müfredatını başarıyla tamamlayan “eğitimli” bir uygulayıcının hukuk ve yargı alanına nasıl bir katkı sağlanması beklenmektedir ki?
Dworkin’in Herkül’ü
Günümüzün batıl inançlarının aksine, hâkimlik mesleği hukuk bilgisinden ziyade muhakeme yetisine, uyuşmazlığın zuhur ettiği toplumsal alana ilişkin bilgiye ve tarafsızlığa ihtiyaç duymaktadır. Şöyle açıklayalım; hâkimlik mesleği temelde iki bilgiyi gerektirmektedir: İlk bilgi uyuşmazlığa ilişkin bilgidir. Uyuşmazlığa ilişkin bilgi; uyuşmazlığın hukuksal nitelendirmesinden, hangi hukuksal düzenlemeye temas ettiğinin bilinmesinden daha fazlasıdır. Aynı zamanda uyuşmazlığın toplumsal boyutunun da anlaşılmasını gerektirir. Çoğu zaman hâkimin isabetli bir karar verebilmesinin ve verdiği kararın uyuşmazlığı gerçek anlamda sonlandırmasının bir gereği olan bu bilgi kanun kitaplarından ziyade toplumla temas kurularak elde edilir. Dworkin’in “Herkül Hâkimi” her davada doğru cevabı bulma gücünü hukuksal bilginin yanında toplumsal alana ilişkin bilgisinden almaktadır. Hâkimlik mesleğinin gerektirdiği ikinci bilgi ise uyuşmazlık çözme bilgisidir. Uyuşmazlık çözme bilgisine ise hukuk kitapları, yargı kararları ve hâkimin mesleki tecrübesiyle ulaşılmaktadır. Bu iki bilgi türünden ilkinin eksik olması halinde verilecek karar çoğunlukla sadece adliyedeki dava dosyasını sonuçlandıracak, teknik nitelikteki davalar dışında uyuşmazlık var olmaya devam edecektir. Bu halde de yargının asıl misyonu ihmal edilmiş olacaktır. Uyuşmazlık çözme bilgisinin eksik olması halinde ise dava dosyası sürüncemede kalacaktır.
Olağan bir hukuk sisteminde hukuksal bilgi eksikliği, öğretim reformuyla, meslek içi eğitimin etkili kullanımıyla veya meslekten hâkim olmayanlar bakımından hukuksal danışmanlıkla çözülebilecektir. Örneğin Birleşik Krallık’ta, hukuk formasyonunu tamamlama koşulu aranmayan Magistrate’lar bulunmakta ve hukuk danışmanlarının desteğiyle Magistrates’ Courts’ta görev yapmaktadırlar.
Türkiye’de yargı bağımsızlığı sorununun hukuk eğitimiyle ilişkisinin zayıf olduğu tezinin bir diğer dayanağı ise neredeyse her gün yaşanan adli hak ihlallerinin ve ağır adaletsizliklerin hukuk bilgisiyle/bilgisizliğiyle tevilinin mümkün olmamasıdır. Bilhassa ceza yargılamasında rastlanan haksız uygulamaların önemli bir kısmının bir “bilgi” meselesi olmadığı, hâkimlerin eğitimi, “aydınlanması” ile çözülemeyeceği açıkça ortadadır.
Hukukçuların eğitim ve bilgi eksikliğinin yargı meselelerinde öne çıkarılması, adaletin hala bir yardım gibi “dağıtılan” ve beklenmesi gereken bir lütuf olduğu yanılgısından kaynaklanmaktadır. Adaletsizliği, hâkimlerin adil olanın ne olduğu, adalete muhtaç olanın kim olduğunu bilmediğine yoran oldukça naif inanç sahipleri Mahmut Esat Bozkurt’un “Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyenler” ya da M. Akif’in şiirinde geçen Dicle Nehri kenarındaki koyun gibi adaleti beklemekteler. Ancak “yeryüzü adaleti”, şiirdeki ilahi adaletin aksine, beklenen bir lütuf değil, elde edilen bir haktır. Bu nedenledir ki; günümüzün yargı kültürü, tarafların, menfaat sahiplerinin mahkemeye, yargıya mümkün oldukça eşit bir şekilde erişimini öngörür. Hâkimin bilmesini umanlar veya bilgisizliğiyle avunanlar çoğunlukla mahkemelerde gerçek anlamda dinlenilme ve temsilden yoksun olanlar, sesleri mahkeme salonlarında duyulmayanlardır. Yoksa yargısal işleyiş, hem hukuk hem de ceza yargılamasında taraflara hâkimin bilgisizliğini giderme olanağı vermektedir.
Peki, hukuk eğitiminin ve bilgisinin yargı bağımsızlığına hiç mi etkisi yok? Hâkimlik mesleğinde hukuk bilgisinin ve uzmanlığın hâkim bağımsızlığı bakımından etkili olabildiği yer, hâkimlerin belli alanlarda uzmanlaşamamaları ve bu nedenle uzmanlık alanlarına göre dairelere ayrılan istinaf ve temyiz mahkemelerinin hukuksal otoritesine karşı direnç gösterememeleridir. İstinaf ve temyiz mahkemelerinin ilk derece mahkemeleri üzerinde otorite kurmasının başka birçok nedeni bulunmakla birlikte hukuk bilgisinin eksikliği de bu konuda etkili olmakta ve sonuç olarak hukuk eğitiminin yetersizliği hâkim bağımsızlığı bakımından cüzi de olsa etkili olmaktadır.
Özetle, Türkiye’de hâkimlerin hukuk bilgisinin zayıflığı, hem meslek öncesi hem de meslek içi eğitimlerinin yetersizliği, hâkimlerin görevli oldukları mahkemelerin görev alanına ilişkin yeterli uzmanlıklarının bulunmadığı bilinen bir vakıadır. Ayrıca, hâkimlik mesleğindeki kıdem ortalaması ve mesleki tecrübe eksikliği de ciddi yargı sorunlarına yol açmaktadır. Ancak, Türkiye’nin yargı bağımsızlığı sorunu, bir bilgi ve eğitim sorunu değildir. Yüz yıllık Cumhuriyet döneminde sürekli yinelenen hukuka aykırılıkların, hâkimlik mesleğinde uzun yıllar geçirenler tarafından da gerçekleştirilen bu vahim “hataların” bilgisizlikle, eğitim eksikliğiyle açıklanması mümkün değildir.
Hâkimlerin Seçilmesi
Kamuya ait kadrolarda, siyasal iktidarın eğilimlerine uygun hâkim ve savcıların istihdamı idari bir gelenek halini almıştır. Sadece hâkim – savcı kadroları değil tüm kamu bürokrasisi bu gelenek doğrultusunda oluşturulmaktadır. Cumhuriyet döneminin tamamında kadroların büyük ölçüde ideolojik referanslar doğrultusunda belirlendiğini söyleyebiliriz. Kamu bürokrasisine girebilmek için intisap, iltisak ve aidiyetler önemli rol oynamakta, devir değiştiğinde aynı referansların bu kez “başa bela” olduğuna tanık olunmaktadır. Yargı bürokrasisinin oluşumunda etkili olan “patronajın”, yargısal faaliyete de yansıdığı kabul edilmelidir. Ancak, son on beş yılın tamamını yargı merkezli siyasal tartışmalarla geçiren Türkiye’de, hâkimlerin seçildikleri dönemden ve seçim yöntemlerinden bağımsız olarak, güç değişimiyle paralel şekilde kısa süre içerisinde yargıda hâkim olan otoriteye tabi olmaları hâkim ve savcıların seçim usullerinden ve seçildikleri dönemin iktidarından ziyade içinden geçilen zamanın yargı otoritesine karşı kırılgan/duyarlı olduklarını ortaya koymaktadır. Bir başka deyişle, hami – mahmi ilişkilerinin gerek Osmanlı dönemi bürokrasisinde gerek Cumhuriyet döneminde etkili olduğu bilinmektedir. Lakin, son yıllarda yargı iktidarında gerçekleşen kısa süreli değişimler sonrasında oluşan yargısal tutumlar, hâkimlerin kendilerini seçen döneme yönelik bağlılıklarının oldukça zayıf olduğunu göstermiştir.
Türkiye’de hâkim seçimlerinde mülakat sınavının etkinliği, seçim süreçlerinin şeffaf olmayışı, etkili bir yargı yolunun bulunmayışı, seçim komisyonunda yer alan Adalet Bakanlığı bürokratlarının artık herhangi bir koruma sağlamayan hâkimlik teminatı dışında bir güvencelerinin bulunmayışı hâkim adayı seçimlerinin oldukça serbest bir şekilde yapılması sonucunu doğurmaktadır. Kamuoyuna yansıyan mülakat usulsüzlüklerine ilişkin etkili bir soruşturma yürütüldüğü de vaki değildir. Sadece siyasal konjonktür değiştiğinde devr-i sabıktan hesap sormak amacıyla bu iddiaların soruşturulduğu bilinmektedir.
Kısacası, hâkimlerin seçiminde geçerli olan usul yargı içerisinde hami-mahmi ilişkilerinin sürdürülmesine imkan sağlamakta, bu tür ilişkiler sadece hâkim – savcı olurken değil aynı zamanda hâkimlik – savcılık mesleğindeki kariyer basamakları çıkılırken de işlevsel olabilmektedir. Ancak, Türkiye siyasetinde gerçekleşen değişimler sonrasında ortaya çıkan yargı refleksleri hâkimlerin duyarlıklarının görev yaptıkları dönemin yargı iktidarına yöneldiğini göstermektedir.
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’de yargıç-savcıların kararlarını etkileyen hukuk dışı; kurumsal, ideolojik, sosyolojik ve psikolojik etmenler nelerdir, bunlar hangi süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır?
MUZAFFER ŞAKAR: Hâkimlerin karar verme süreçleri hakkında yürütülen tartışmaların genel çerçevesini, Hukuksal Pozitivizmin; uyuşmazlığın verili hukuk normu çerçevesinde çözülmesi gerektiği, hâkimin hukuk normunu uygulamakla görevli olduğu kabulü ve Hukuki Realizmin; gerçek kanun koyucunun uygulayıcı olduğu düzeyine erişen görüşleri oluşturmaktadır. Eleştirel Hukuk Çalışmaları da bu konuda yol gösterici niteliktedir. Her iki uçta yer alan görüşler, hâkimi yasa koyucu konumuna yerleştirdiği gibi bir karar otomatına, yasanın diline de indirgeyebilmektedir.
Hâkimlerin, hayata, olaylara, dünyaya dair kişisel bakış açılarının bulunması, zaaflarının olması, yanılabilmeleri anlaşılabilir olduğu gibi sahip oldukları bakış açıları, dünya görüşleri olayları ve önlerine gelen hukuksal problemi anlamalarına da etki edecektir. Burada kaçınılması, mücadele edilmesi gereken ise kişisel olanın kararın belirleyicisine dönüşmesidir. Yoksa, hâkimin, kişisel duygu ve düşüncelerini tamamen bir tarafa bırakarak, kurgusal bir tarafsızlık içerisinde hüküm verebilmesi zaten mümkün değildir. Bu nedenle, Montesquieu’nün, “Hâkim konuşan yasadır” sözünün gerçek hayatta bir karşılığı bulunmamakta, Çicero’nun “Hâkim, sadece hukukun dili olmalıdır.” ifadesi ise temenni mesabesinde kalmaktadır. Çünkü, ne denli kazuistik düzenlenirse düzenlensin hukuk normunun tüm ihtimalleri öngörmesi mümkün olmadığından hukuksal uyuşmazlığa uygulanacak normun tespiti; yorumu ve dolayısıyla öznelliği gerektirmektedir. Bu nedenle sınırlı sayıda teknik dava haricinde bir nesnellikten bahsedilemeyecektir.
Bununla birlikte, yukarıda değinilen Hukuksal Pozitivizm ve Hukuki Realizm tartışmaları Türkiye’deki yargı gerçekliği bakımından zihinsel idmandan öteye geçmemektedir. Türkiye’deki yargısal karar verme süreçleri incelendiğinde, karar verme sürecinin hâkim ve norm arasında yaşanan bir süreç olmadığı, hâkimin ne “yasanın dili” ne de gerçek “kanun koyucu” olarak nitelenemeyeceği anlaşılacaktır. Hâkim, ne hukuk normuna anlam kazandıran, ne de hukukun ne olması gerektiğini söyleyen makamdır. Hâkim hukuk normunu uygulamakla, hatta daha basit ifadeyle dava dosyasını sonuçlandırmak için gerekli prosedürleri, süreçleri tamamlamakla yükümlüdür. Sadece norm değil, aslında hüküm de hâkim için verili unsurlardan biridir.
Yargıya ilişkin normatif ezberlerin dışına çıkan bazı çalışmalarda hâkimlerin “devletçi” olduğu tespitine yer verildiği görülmektedir. Oysa, Türkiye yargısını anlamak için bundan daha fazlasına ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü, devletçi olduğu ileri sürülen hâkimlerin, yargı içerisinde yaşanan hizip çatışmalarında devletin bekasını geri planda tutarak, mensup oldukları grubun çıkarlarına öncelik tanıdığı örneklere sahibiz. Ayrıca, kararlarının yanı sıra günlük yaşantıları, kişisel tavırları dönemin ruhuna göre şekillenen hâkimlerin bir ideolojiye müstakilen sahip olma ve onu istikrarlı olarak sürdürme ayrıcalığının bulunmadığı yargıyı yakından izleyenlerin malumudur. Hâkimlerin, resmi ideolojinin dışına taşan inanç ve kültürlerini herhangi bir yaptırımla karşılaşmaksızın yargı içerisine yansıtma imkanları mevcut değildir. Bu nedenle, dönemin ruhuna göre ya dindar olanlar şarap kadehinde vişne suyu sipariş ederler ya da gerçekte dinle pek alakadar olmayanlar dini sohbetlerin, kandil, bayram mesajlarının ruhuna uygun şekilde kendilerini ifade ederler.
Hâkimlerin içinde yer aldıkları bürokratik yargı düzeni, günlük davranışlarını ve yargısal faaliyetlerini büyük ölçüde belirlemektedir. Hâkimlerin yargısal faaliyetleri ve günlük davranışları, hukuk uygulamasının yönünü tayin eden temyiz mahkemelerinin hukuk anlayışından ve HSK’nın tutumlarından etkilenmektedir. Yüzlerce mahkemeden, binlerce hâkim ve savcıdan oluşan bir yargı örgütünün yekpare görünümü, yargısal faaliyetin olağanüstü uyumluluğu ve tekdüzeliği bürokratik yapı içerisindeki merkeziyetçi, hiyerarşik yapıdan kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak, hâkim ve savcıların kararlarını belirleyen bireysel nitelikteki ideolojik, sosyolojik ve psikolojik faktörlerden söz etmek bir hayli güçtür. Camia içerisindeki temel psikolojik duygu bir musibete duçar olmadan yargısal faaliyeti ve günlük hayatı selametle sürdürme kaygısını içermektedir.
Hiyerarşik bir düzendeki psikolojiyi anlamak için sözü Erich Maria Remarque’ye bırakalım; “On hafta askerlik eğitimi gördük, bu süre içinde on yıllık okul hayatındakinden daha kesin bir biçime sokulduk. Parlatılmış bir düğmenin dört ciltlik bir Schopenhauer’dan daha önemli olduğunu öğrendik. Önce şaşkınlık, sonra öfke, nihayet umursamazlık içinde burada zekanın değil, ayakkabı fırçasının, düşüncenin değil sistemin, hürriyetin değil talimin sözünün geçtiğini anladık. Biz güle oynaya, canla başla asker olmuştuk; ama onlar hevesimizi kırmak için ellerinden geleni yaptılar. Aradan üç hafta geçince kolu şeritli bir postacının; üzerimizde önceleri annelerimizin, babalarımızın, öğretmenlerimizin, Eflatun’dan Goethe’ye kadar bütün bir kültür çevresinin etkisinden daha üstün bir otorite olduğunu artık anlamıştık.”
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’nin son on yılındaki siyasal ve kurumsal büyük dönüşümler bağlamında yargı kararlarının oluşum süreçleri hakkında hangi belirlemeleri yapabilirsiniz?
MUZAFFER ŞAKAR: Türkiye’de yargı bağımsızlığı tartışmalarının neredeyse tamamının yüksek yargı organları ve HSK ile siyasal otorite arasındaki gerilime dayanması, binlerce hâkimin, yüzlerce mahkemenin tamamen bağımsız birimler olduğunun göz ardı edilmesi, temyiz mercii olan mahkemelerin veya idari bir birim olan yargı yüksek kurullarının tartışmanın ana eksenini oluşturması yargıya dair temel bir fikir vermektedir. Yargı bağımsızlığından söz edilirken hâkimlerin bağımsızlığından söz edilmemekte, yüzlerce mahkemenin bağımsızlığına değinilmemekte yalnızca HSK’dan ve diğer yüksek mahkemelerden söz edilmektedir. Çoğu zaman siyasal tartışmaların temel motivasyonunu da ilgili kurumların bağımsızlığı değil, politik muhaliflere kaptırılmış olması oluşturmaktadır.
Yargı içerisinde kısa aralıklarla gerçekleşen iktidar değişimleri yargı uygulamaları ve kararlar arasında ciddi tutarsızlıklar yaratmış, bu durum yargının bürokratik düzenini, kolaylıkla nasıl araçsallaşabildiğini ifşa ettiği gibi yargı mercilerine yönelik kısmi itibarı sarsmıştır.
Aynı mahkeme tarafından bir gün önce tahliye kararı verilirken, bir gün sonra tutuklama kararı verilmesi, verdikleri kararlar sonrasında mahkeme üyeleri hakkında soruşturma başlatılması ve hâkimlerin görev yerlerinin değiştirilmesi, sonradan atanan hâkimlerin hemen tüm vakalarda önceki hâkimlerden farklı kararlar vermeleri Türkiye’de yargının sıradan uygulaması haline gelmiştir. Politik değişimler doğrultusunda, günlük olarak yenilenen, çelişkili kararlar üreten mahkemelerin, siyasal dönüşümler sonrasında da yaşanan değişimle uyumlu kararlar verdikleri bilinmektedir.
Bu ve benzeri gelişmeler yargının kamuoyu nezdindeki kısmi itibar ve inandırıcılığını da yitirmesine yol açmıştır. Bunun yanında, yargı mensuplarının maruz kaldığı muameleler ve bunların bizzat hâkim ve savcılar tarafından yapılması hâkim ve savcıların devlet idaresi içerisindeki mevcut konumlarını da yitirmeleriyle neticelenmiştir.
2010 – 2014 – 2017 yıllarında gerçekleşen mevzuat değişiklikleri, yargı yüksek kurulları ile Adalet Bakanlığı arasındaki ilişkiyi odağına almış; hâkimlerin, düşük düzeyde ve yaşanan tecrübelerin gösterdiği üzere kolaylıkla manipüle edilebilir nitelikte de olsa yargı yüksek kurulunu belirlemesine imkan tanıyan seçme hakkını ellerinden almıştır. Darbe teşebbüsü sonrasında yargı içerisinde yaşananlar, disiplin hukukunun uygulanma şekli, adliyelerde görülen manzaralar yargı içerisindeki otoriter işleyişi arttırmıştır. Hâkimlerin yargısal faaliyetleri veya kişisel söz ve tutumları sonrasında maruz kaldıkları disiplin hukuku uygulamaları hukuk uygulamasını da etkilemiştir.
•••
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’de yargıç-savcıların eğitim ve seçim süreçleri yargı bağımsızlığı açısından hangi somut sonuçları doğurmaktadır?
AYŞE SARISU PEHLİVAN (Yargıçlar Sendikası Başkanı): Bu sorunuza cevap vermeden önce bir durum tespiti yapmak sorunun ve cevabının daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır diye düşünüyorum. Türkiye’de yargı sisteminin genel yapısı şöyledir. Yargı, adli ve idari yargı olarak iki ana yapıya ayrılmıştır. Adli yargıda; ilk derece yargılaması yapan hukuk ve ceza mahkemeleri, istinaf yargılaması yapan bölge adliye mahkemeleri ve temyiz yargılaması yapan Yargıtay bulunmaktadır. İdari yargıda; ilk derece yargılaması yapan idare ve vergi mahkemeleri, istinaf yargılaması yapan bölge idare mahkemeleri ve temyiz yargılaması yapan Danıştay bulunmaktadır.
Yargıç ve Cumhuriyet savcısı olabilmek için adaylığa kabul edilmek ve staj süresini tamamlamak gereklidir.
Yargıç adayları iki kaynaktan gelmektedir. Bunlardan ilki; adli yargı için hukuk fakültesi mezunları, idari yargı için hukuk fakültesi mezunları ile iktisadi ve idari bilimler fakültelerinden mezun olanlardır. İkinci kaynak fiilen avukatlık yapan kişiler arasından seçim yapmaktır. Bu iki kaynak bakımından birbirinden ayrı sınavlar ve staj eğitimi yapılmaktadır.
Son yıllarda siyaseten art arda açılan hukuk fakülteleri de dahil olmak üzere Türkiye yargısını besleyen fakültelerin çokluğu, öğretim elemanlarının sayısal ve niteliksel yetersizliği nedeniyle lisenin bir kademe üstü olarak nitelendirilebilecek öğrenim sistemi ve öğrenci kontenjanının fazlalığı eklendiğinde, muhakemeden uzaklaştıran çoktan seçmeli sınavlarla geçirilen derslerde dahil olmak üzere sorunun büyüklüğünü okuyucuların takdirine bırakmak daha doğru olacaktır.
Yargıç ve cumhuriyet savcılığı adaylığına kabul için merkezi sistemde yapılan sınavda başarılı olmak gereklidir. Sınava giren adaylardan 100 tam puanın 70 puan ve üzerinde puan alanlar yazılı sınavda başarılı kabul edilmekteydi. Alınacak aday sayısının üç katı sayıdaki kişi mülakat sınavına çağrılmaktaydı. 2017 yılında yapılan yasa değişikliği ile yazılı sınavda başarılı sayılmak için gereken 70 puanlık alt sınır kaldırıldı. Çok düşük puanlar alanlar da mesleğe kabul edildi. Daha sonra yeniden 70 puan barajı getirildi. Buna göre, alınacak aday sayısının üç katı sayıda aday adayı alt puan sınırı olmaksızın mülakat sınavına çağrılmaktadır.
Mülakat sınavı, çoğunluğu Adalet Bakanlığında görev yapan bürokratlardan oluşan sınav kurulu tarafından yapılmaktadır. Bu Kurul tarafından belirlenen kişiler hakim adayı olarak atanmaktadır.
Mülakat sınavlarında başarılı sayılmak için somut bir kriter yoktur. Bu durum seçimlerin siyasi etkiye açık olması sonucunu doğurmaktadır. Mesleğe kabul öncesinde yapılan staj tümüyle Adalet Bakanlığı tarafından yürütülmektedir. Yargıç adaylarının Adalet Akademisinde eğitime tabi tutulması uygulamasına 2018 yılında son verilmiş, Adalet Akademisi kapatılmış, daha sonra yeniden açılmıştır. Yargıç adaylarının stajlarının sonunda yazılı ve sözlü mülakata tabi tutulmakta bu sınavlar yine Adalet Bakanlığı tarafından koordine edilmektedir. Hakimler ve Savcılar Kanunu’nda adayların mesleğe kabulünü HSK yapar dese de mesleğe kabul edilmeleri tümü ile Adalet Bakanlığının tasarrufundadır. Stajını tamamlayan adayın mesleğe kabul edilip edilmeyeceği konusunda da somut, objektif ve denetime açık kriterler yoktur.
Mesleğe kabul edilen yargıç ve Cumhuriyet savcılarının atanmalarına, yer değiştirmelerine, belirli bölgelerde görev yapmalarına ilişkin somut objektif ve denetime açık kurallar yoktur. Bu konuda HSK tek yetkili durumundadır. Bu Kurulun yaptığı atama tasarrufları için yargı denetim yoktur.
Yargıçların görev yapacakları mahkemelerin belirlenmesi bakımından da durum aynıdır. Yargıcın görev yapacağı mahkemeyi belirleme ve bu mahkemeyi değiştirme konusunda da HSK tek yetkilidir. Bu belirleme bakımından da somut objektif ve denetime açık kurallar yoktur. HSK’nın yetki tasarrufları için de yargı denetimi yoktur.
Yargıç ve Cumhuriyet savcılarının, meslek içinde yükselmeleri, ünvanlı görevlere getirilmeleri bakımından da somut objektif ve denetime açık kurallar yoktur. Bu konuda da HSK tek yetkili durumundadır. Bu Kurulun yaptığı atama tasarrufları için yargı denetimi yoktur. Yargıç ve Cumhuriyet savcılarının denetimi, disipline aykırı eylemleri nedeniyle soruşturmaya tabi tutulmaları konularında da tek yetkili HSK’dir. Verilen disiplin cezaları bakımından (meslekten ihraç hariç) yargı denetimi yolu kapalıdır. Bu kural ve düzenlemeler yargıç ve Cumhuriyet savcılarının tarafsız ve bağımsız olarak görev yapmalarını engellemektedir. Çalıştığı adliye ve adliye içinde mahkemesi her an değişebilen, bu değişimler için yeterli teminatı olmayan yargı mensupları görevlerini yaparken etkiye açık durumda kalmaktadır.
Şimdi somut olarak bu şekilde işleyen bir sistemde yargıçlar ve cumhuriyet savcılarının mesleğe başladıktan sonra uyuşmazlık çözümlerinde yetersiz bilgileri nedeniyle yapabilecekleri hatalar çok vahim sonuçlar doğurabilmektedir. Bir de siyasi olarak yapılan atamalar gerçeğini ele aldığımızda siyasetçinin emrinden çıkmayan meslek mensuplarının verdiği kararların, yazdıkları iddianameler ve takipsizlik kararları elbette ki hukuk kamuoyu tarafından haklı olarak eleştirilmektedir.
Eleştirilen kararların isabetsizliğini hem Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvurular sonrası verilen kararlarda, hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde verilen Türkiye Cumhuriyeti aleyhine sonuç doğuran hak ihlali kararları ile görmekteyiz. Tabii ki bu sonuçların yıllar içerisinde artarak değişmeden devam etmesinde siyasilerin yanlış verilen kararlara destek vermelerinin etkisi bulunmaktadır. Bu da siyasete bağlı bir yargı ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla verilen kararlar hukuktan uzak siyasetçinin istediği siyasi kararlar olarak yorumlanmayı hak etmektedir.
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’de yargıç-savcıların kararlarını etkileyen hukuk dışı; kurumsal, ideolojik, sosyolojik ve psikolojik etmenler nelerdir, bunlar hangi süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır?
AYŞE SARISU PEHLİVAN: Yargıçların ve cumhuriyet savcılarının kararlarını etkileyen hukuki kurumlar dışında kurumsal olarak nitelendirebileceğimiz (öncelikle son zamanlarda daha çok gerçekleştiğini hepimiz görüyoruz sanırım) kurum öncelikle siyaset kurumudur. Yani iktidar gücünü elinde tutan siyasetçi de diyebiliriz aslında. İkincisinin de basın gücü ya da sosyal medya gücü olduğunu söyleyebiliriz.
Burada daha çok kamuoyunun takip ettiği, iktidardaki siyasetçinin kendi istediği düzeni kurmak için toplumun ne şekilde dizaynı isteniyorsa yargı yoluyla ona engel olacak kararın verilmesi ihtimalini ortadan kaldıracak, gerekli gördüğü kararın verilmesini sağlayacak şekilde HSK eliyle atamalar ve yetkilendirmeler yapılmaktadır. Basın veya sosyal medyadaki troller aracılığı ile yargı üzerinde baskı kurarak veya zaten bu iş için atanan yargı mensupları aracılığıyla gerçekleştirmektedir. Sosyal medya ve basın aracılığıyla yargı mensubu hukuk yerine buradaki baskıyı, etkileşimleri dikkate alarak karar vermeyi seçmektedir. Buradaki asıl sorun aslında tamamen yargı mensubunun başına bir şey gelecek korkusunu yaşamasıdır.
İkincil olan ideolojik olarak kararların verilmesi sorunudur. Yukarıda bahsettiğim seçim sürecinin yani adaylığa kabul ve sonrasındaki atamaların yetkilendirilmelerin Adalet Bakanlığı ve iktidar partisinin çoğunluğuna sahip olduğu TBMM ve Cumhurbaşkanı tarafından oluşturulan HSK’nın yapması nedeniyle parti ideolojisinden çıkmayacak, en hafifinden ise verdiği kararın millet mi devlet mi diye ayrımını yaparak devletten yana daha doğrusu o anki iktidarla bütünleştirdiği devletten yana kullanmakta olan yargı mensuplarının çokluğudur. Oysa ki adaylığa kabulü bağımsız sosyoloji, psikoloji egitimini akademik olarak alan uzmanların, Yargıtay ve Danıştay’dan genel kurullarında ismi belirlenen kişiler arasından sınavdan bir gün önce kurayla seçilecek olan yüksek yargı mensubu, HSK’dan bir kişi vs. gibi sözlü sınavdan sadece bir gün önce belli olacak kişilerden oluşan sınav heyetince objektif kriterlerle seçilecek adaylar ve staj sonunda yine aynı şekilde değerlendirmelere tabii tutulan yargıç ve cumhuriyet savcıları, görevlerinin devleti korumak olmadığını, yani devlet ideolojisinin bekçisi olmayıp adalet idesinin peşinden gitmeleri ve millet adına karar verdikleri gerçeğini kabul eden yargı sınıfı oluşturulmaya dair anayasal ve yasal düzenlemeler yapıldığında sorunların büyük bir kısmı çözülmüş olacaktır.
Yargıda son zamanlarda dini kuralların yargı kararlarına işlenmesi hevesinde olanların sayısında artış gözlenmektedir. Muhafazakarlık ön planda tutulmaktadır ki yeni yeni ağır ceza mahkemelerinde cinsel istismar yargılamalarında mağdurenin yaşı konusunun tartıştırıldığını, yasalardaki yaşın doğru olmadığı dinen bunun suç olmadığının konuşulduğu duyulmaktadır. Bu durum mevcut yasanın lafzen bile uygulanmayacağı tehlikesi olduğunu göstermektedir.
Sosyolojik ve psikolojik etmenler ise şöyle açıklanabilir; yargıç ve cumhuriyet savcılığı mesleğinin daha çok gelir durumu çok iyi olmayan kişilerce tercih edildiği görülmektedir. Yargıcın yaşadığı sosyal çevre yaşam şekli olaylara bakışını etkilemektedir. Daha kendisi büyüyememiş yeterli olgunluğa erişememiş 24 yaşında mesleğe başlayan hakim ve savcılardan uyuşmazlık çözmesini beklemek tirajikomik bir durumdur. Gerçek anlamda bir yargılama yargıcın kendi hayat görüşünden bile bağımsız yürütülmelidir. Evrensel hukuk kurallarına uygun yapılacak yargılamalar sonucunda verilecek kararların toplumda daha doğrusu toplum vicdanında karşılık bulması önemlidir. Mesleğinden olma, beklenmeyen atama ve yetki değişiklikleri yargı mensubunun psikolojik olarak durumunu etkilemekte ve bu da kararlarına yansımaktadır.
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’nin son on yılındaki siyasal ve kurumsal büyük dönüşümler bağlamında yargı kararlarının oluşum süreçleri hakkında hangi belirlemeleri yapabilirsiniz?
AYŞE SARISU PEHLİVAN: Öncelikli olarak 2010 ve 2014 yılında yapılan seçimler ve oluşan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısına göz atmakta fayda var. Türk yargı sisteminde önemli yapısal değişiklikler ve sorunlar öteden beri var olmakla birlikte, bu sorunların köklü değişimlere, yapısal bozukluklara yol açması 2010 yılı ile birlikte ivme kazanmıştır. 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile üst yargı kurulu durumundaki Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısı önemli ölçüde değiştirilmiştir. Bu değişiklikten sonra, Ekim 2010 tarihinde yapılan seçimler sonucunda, adli yargı ilk derece mahkemelerinden 7 asıl 3 yedek üye, idari yargı ilk derece mahkemelerinden 3 asıl 2 yedek üye doğrudan ilk derece mahkemesi yargıç ve Cumhuriyet savcılarının oyu ile seçilmiştir. Yargıtay üyelerinin kendi arasından seçtiği 4 üye, Danıştay üyelerinin kendi arasından seçtiği 2 üye, Adalet Akademisinin kendi üyeleri arasından seçtiği 1 üye HSYK’ya katılmıştır. Cumhurbaşkanı tarafından seçilen 4 üye ile Adalet Bakanı ve Adalet Bakanı müsteşarının katılımıyla HSYK’nın üye sayısı 22’ye tamamlanmıştır. Adalet Bakanı Kurulun Başkanı olmuştur. Oluşan Kurul, kendi üyeleri arasından bir başkan vekili seçmiştir. Kurul üç daire olarak görev yapmıştır.
2010 yılında ilk derece mahkemelerinden yapılan seçimleri siyasal iktidar önemli ölçüde etkilemiştir. Adalet Bakanlığı bünyesinde oluşan çalışma grubu, adayları belirlemiş, bu adayların seçim faaliyetlerini yürütmüştür. Fethullahçı yapılanma ile yürütmenin o dönemdeki siyasal amaçlarının örtüşmesi ile oluşan çalışma grubu seçimleri yönlendirmiştir. O dönemde yargıda örgütlü yasal tek sivil toplum kuruluşu olan Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) bu Fethullahçı yapılanmanın HSYK’da rol almasını önlemek için çaba sarf etmiştir. YARSAV, yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını savunan bir grup hakim ve Cumhuriyet savcısının adaylığını desteklemiş ancak seçimler siyasal iktidarın desteklediği grup tarafından kazanılmıştır.
2010 yılında oluşan Kurul, önemli ölçüde tasfiye ve yer değiştirme yapmıştır. Yılda iki kez çıkarılması gereken atama kararnameleri nerede ise ayda bir iki kez çıkmaya başlamış, yargı mensuplarının görev yerleri kitlesel olarak değiştirilmiştir. Yargıç ve Cumhuriyet savcıları mesleki kıdemlerine, geçmişteki görevlerine bakılmaksızın tayin edilmişlerdir. Seçimlerde yürütmenin oluşturduğu aday grubuna karşı çıkan ve aday olan YARSAV’ın yönetim kurulu, HSYK adayları ve öne çıkan üyeleri haksız tayinler ve soruşturmalara tabi tutulmuştur. Bunlardan bir kısmı meslekten ayrılmak zorunda kalmıştır.
2013 yılının Aralık ayında ortaya çıkan yolsuzluk soruşturmalarının yarattığı kriz yargıyı yeniden toplum gündemine getirmiştir. İktidar partisi ile bu parti içinde önemli etkinliği olan Fethullahçı yapılanma arasında çıkan çatışma sonrasında, HSYK ve yargı içerisindeki Fethullahçı yapılanmanın etkisini kırmak isteyen siyasal iktidar, 2014 yılında yapılacak HSYK üye seçimlerinde de etkin rol üstlenmiştir. Adalet Bakanlığı bünyesinde kurulan Yargıda Birlik Platformu (YBP) adı altında aday belirlemesi yapılmıştır. Adalet Bakanlığı ve siyasal iktidar; 2014 seçimlerinde YBP bünyesinde aday olacak kişileri belirlemiş, bu kişilerin seçim çalışmalarını doğrudan yürütmüştür.
YARSAV ve 2012 yılında çoğu YARSAV üyesi tarafından kurulan Yargıçlar Sendikası bu seçimde birlikte hareket etme kararı almış, yargıda Fethullahçı yapılanmanın da yürütmenin de etkili olmasına karşı çıkarak kendi aday belirleme sürecini yürütmüştür. İlk derece mahkemelerinde görev yapan hakim ve Cumhuriyet savcıları arasında yapılan ön seçim ve eğilim yoklamaları sonucunda aday listesi belirlenmiştir. YARSAV ve Yargıçlar Sendikasının desteklediği adaylar “Ne cemaat ne hükümet, tam bağımsız yargı” sloganı temel amaçlarını ortaya koymuştur.
Yapılan seçimler sonucunda yürütmenin belirlediği ve desteklediği YBP adayları ile Fethullahçı yapının desteklediği iddia edilen adaylar önemli ölçüde oy almıştır. Adli yargıda belirlenen 7 asıl üye YBP adayları arasından seçilmiştir. İdari yargıda belirlenen 3 asıl üyenin 1’i YBP adayları arasından 2’si Fethullahçı yapılanmanın desteklediği iddia edilen adaylar arasından seçilmiştir. 2014 yılında oluşan HSYK, önceki seçim süreci sonrasında olduğu gibi, kendisine karşı çıkan ve yargı bağımsızlığını savunan YARSAV ve Yargıçlar Sendikasının yönetim kurulunu oluşturan yargı mensuplarına, HSYK seçimlerinde aday olan üyelerine yönelik haksız tayin ve soruşturmalara girişmiştir. Bu aşamada da pek çok yargı mensubunun yeri değiştirilmiş, emekliliğe veya istifaya zorlanmıştır.
15/07/2016 tarihinde Fethullahçı yapılanma silahlı ve askeri darbe girişiminde bulunmuştur. Bu girişimin bastırılması sonrasında yargı sistemi tümü ile yeniden yapılandırılmıştır. Gerek yargı sistemi, gerek üst yargı kurulu durumundaki HSYK’nın yapısı gerekse görev yapan yargı mensupları bakımından önemli değişiklikler olmuştur.
Fethullahçı yapılanma içinde olduğu ileri sürülen hakim ve cumhuriyet savcılarına yönelik olarak soruşturmalar başlatılmıştır. 15/07/2016 tarihinden itibaren terör örgütü soruşturması kapsamında ihraçlar yapılmıştır. 2017 yılı sonu itibariyle 667 sayılı KHK ve 6749 sayılı Kanun gereğince 3901 hâkim ve savcı meslekten çıkarılmıştır. Bunlar hakkındaki karar idari yönden kesinleşmiştir. Bu kararlara karşı açılan davalar devam etmektedir. Bu kapsamda ihraç edilen yargı mensuplarının önemli bir kısmı tutuklanmıştır. Bunlar hakkındaki davalar devam etmekte olup bir kısım yargı mensubunun tutukluluk halleri halen devam etmektedir. Yargılamalar sonucu beraat eden yargıç ve cumhuriyet savcısının kazanılmış hakları iade edilmemiş mesleğe dönüşleri sağlanmamıştır.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye’de rejim ve hükumet sistemi tartışmaları yaşanmıştır. Bu tartışmalar sonrasında iktidar partisine milliyetçi muhalefet partisinin destek vermesi ile Anayasa değişikliğine gidilmiştir.
Yapılan Anayasa değişikliği ile üst Yargı Kurulu durumundaki HSYK’nın ismi ve yapısı değişmiştir. Bu değişiklik uyarınca; Kurulun adı Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) olarak değiştirilmiştir. Kurulun yapısı ve üyelerinin seçilme yöntemi tümüyle değiştirilmiştir. Anayasa değişikliği sonrasında Hâkimler ve Savcılar Kurulu; on üç üyeden oluşmakta ve iki daire halinde çalışmaktadır. Kurulun Başkanı Adalet Bakanıdır. Adalet Bakanlığı Müsteşarı Kurulun doğal üyesidir. Kurulun, üç üyesi birinci sınıf adlî yargı yargıç ve savcıları arasından, bir üyesi birinci sınıf idarî yargı yargıç ve savcıları arasından Cumhurbaşkanınca; üç üyesi Yargıtay üyeleri, bir üyesi Danıştay üyeleri, üç üyesi hâkimlik mesleğine alınmasına engel bir hali olmayan yükseköğretim kurumlarının hukuk dallarında görev yapan öğretim üyeleri ile meslekte fiilen 15 yılını doldurmuş avukatlar arasından Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmektedir. Öğretim üyeleri ile avukatlar arasından seçilen üyelerden, en az birinin öğretim üyesi ve en az birinin de avukat olması zorunludur.
15 Temmuz Darbe girişimi sonrasında yargı mensuplarının sayısı ve görev yerleri bakımından hızlı bir değişim yaşanmıştır. Fethullahçı yapılanma içinde olduğu ileri sürülen yargıç ve Cumhuriyet savcılarına yönelik olarak soruşturmalar kapsamında, 667 sayılı KHK ve 6749 sayılı Kanun gereğince 3901 yargıç ve savcı meslekten çıkarılmıştır. Son olarak darbe sonrasında ihraç edilen yargıç ve cumhuriyet savcısının sayısının 4 binin üstünde olduğunu söyleyebiliriz. Oluşan boşluğu tamamlamak için hızla yargı mensubu alımı yapılmıştır. 2016 yılında; adli yargıda 2.718, idari yargıda 1.068 kişi, 2017 yılında 741 kişi yargıç adaylığına kabul edilmiştir. Yargının yeniden yapılanmasını sağlamak amacıyla öncelikli olarak YARSAV ve Yargıçlar Sendikası üyeleri olmak üzere kıdemli yargı mensupları emekliliğe ve istifaya zorlanmıştır. Bunun için kıdemli yargı mensupları; kıdemlerine, geçmişteki çalışmalarına, aile durumlarına uygun olmayan yerlere tayin edilmiştir. Tayinler ve soruşturmalar ile emekliliğe zorlanan kıdemli yargı mensupları görevlerinden ayrılmak zorunda kalmıştır. 2016 yılında 1.086 yargıç ve Cumhuriyet savcısı, istifa veya emeklilik yoluyla meslekten ayrılmıştır. Bu hızlı değişim yargı mensuplarının kıdem ortalamalarını önemli ölçüde düşürmüştür.
2016 ve 2017 yıllarında da zamansız, belirli kural ve ilkelere dayalı olmayan tayin kararnameleri çıkmaya devam etmiştir. Yılda iki atama kararnamesi çıkması gerekirken, adli yargıda; 2016 yılında 17, 2017 yılında 14 atama kararnamesi çıkmıştır. 2016 yılında, 682 hakim ve Cumhuriyet savcısının, 2017 yılında 2.428 yargıç ve Cumhuriyet savcısının yeri değişmiştir. 2017 yılında, idari yargıda, 10 atama kararnamesi ile 237 idari yargı yargıcının yeri değiştirilmiştir. Bu atamalarla eş zamanlı olarak yargıçların görev yaptıkları mahkemeler de değiştirilmiştir. Yargıçların görev yapacakları adliyeleri belirleyen HSK, bu yargıçların söz konusu adliyelerde hangi mahkemelere bakacağını belirlemede de tek yetkili mercidir. HSK bu yetkisini yetki kararnamesi adı altında anılan tasarruflarla yerine getirir.
2016 yılında adli yargıda görev yapan yargıçların görev aldıkları mahkemeleri belirleyen 12 yetki kararnamesinde 7.304 yargıcın görev yaptığı mahkeme değiştirilmiştir. Aynı yıl idari yargıda çıkarılan 6 yetki kararnamesiyle 1.081 yargıcın mahkemesi değiştirilmiştir.
2017 yılında adli yargıda görev yapan yargıçların görev aldıkları mahkemeleri belirleyen 12 yetki kararnamesi çıkarılmıştır. Bu kararnamelerle 4.721 yargıcın görev yaptığı mahkeme değiştirilmiştir. Aynı yıl idari yargıda 8 yetki kararnamesinde 292 hakimin mahkemesi değiştirilmiştir. Son bir yıl ancak yılda eski sisteme dönerek iki kez atama kararnamesi çıkartılmıştır. Siyasi iktidar toplumu siyaseten istediği şekle dönüştürmek için 2010 ve 2017 tarihli anayasa değişiklikleri ile yargıya el atmış ve yargıçlar ve cumhuriyet savcıları hakkında tek yetkili olan HSK’nın yapısını değiştirmiştir. HSYK ve son adıyla HSK aracılığıyla yapılan atamalarla etkin yerlere yerleştirilen yargıçlar malum yargılamaları yapmıştır. (Ergenekon, Balyoz, Oda TV, KCK, gazetecilerin yargılamaları, FETÖ yargılamaları, Gezi davası dünya hukuk kamuoyu tarafından merakla takip edilmektedir) Bu davalardaki basına yansıyan uygulamaların da gösterdiği gibi hukukun uygulanmadığı ve yargı eliyle intikam alındığı, yargının bağımsız olmadığını bir kez daha göstermiştir.
Son olarak şunu söylemek istiyorum. Yargımız bağımsızdır demek sadece hamasi bir söylem olup, dudaklarda alaycı bir tebessüme neden olmaktadır. Gerçek anlamda bağımsız yargı, HSK’nın bağımsızlığı, yargıç ve cumhuriyet savcılarının seçim usulü, atama ve yetkilerdeki objektif kriterlerin uygulanması ve terfi ve teftişin evrensel ölçütlerle kayırmacılık olmadan gerçekleştirilmesi ve tabidir ki temelde çok iyi bir hukuk öğrenimi ile gerçekleşecektir. Yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı bir sistem sorunu olmakla birlikte öncelikle toplumsal bir sorundur. Yargı mensubunun tarafsızlığını ve bağımsızlığını yasal sistem belirleyip korur. Ancak asıl koruyucu olan yargı mensubunun tavrı ve toplumun yargı sistemine sahip çıkma istencidir. Yargı mensubu mesleğinin gereklerini yerine getirmede tereddüt etmemelidir. Toplum da adil ve dürüst bir yargı sisteminin kendisi için hayati olduğunun bilincinde olmalıdır. Toplumun her kesimi tarafsız ve bağımsız bir yargı talep etmelidir. Yasamanın, özellikle de yürütmenin yargıya yönelik baskılarına karşı toplum da duyarlı olmalıdır.
•••
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’de yargıç-savcıların eğitim ve seçim süreçleri yargı bağımsızlığı açısından hangi somut sonuçları doğurmaktadır?
MUSTAFA KARADAĞ (Yargıçlar Sendikası Eski Başkanı): Çok geleneksel olacak ama Türkiye’de yargıç ve savcıların eğitimini konuşmaya hukuk fakültelerinden değil, ilköğretimden başlamak gerekiyor. Zira Türkiye’de eğitim öğrencilere okuduğunu anlama yeteneğini kazandıramıyor. Cevabı istatistiklere boğmamak için bazı küçük ama önemli notları söylemek gerekiyor. PİSA ve MEB tarafından yerine konulan ABİDE testlerine göre; birincisi 21 yıl ve üzeri kıdemdeki öğretmenlerin öğrencileri daha başarılı oluyor, ikincisi Türkiye’de okuma alanında yeterlilik gösteren çocukların oranı 2012’de yüzde 4,3 iken 2018’de 3,3, üçüncüsü Türkiye’de LGS’de özel okul öğrencileri daha başarılı, dördüncüsü okullar arasındaki başarı puan aralığı Avrupa’daki okullar arasında yüzde 10 iken Türkiye’de yüzde 60 ila 70 aralığında, beşincisi Türkçe testinde öğrencilerin ancak yüzde 3,55’i soruların tümünü yanıtlayabilmiş, ortalama puan 500 üzerinden 331,12 olmuş, öğrencilerin yüzde 47’si ortalamanın altında kalmış. Matematik alt testinde ise ortalama doğru cevap oranı “bilme” düzeyinde yüzde 63, “anlama” düzeyinde yüzde 59 ve “akıl yürütme” düzeyinde yüzde 49, öğrencilerin ortalama puanı 323,02 olmuş, yüzde 47’si ortalamanın altında kalmış. Matematikte tüm soruları doğru yanıtlayan öğrenci oranı yüzde 4,34.
Bu kısa notları hatırlatmamın nedeni hukuk fakültelerinin Türkçe-matematik sınavlarıyla öğrenci alması. Lise eğitimi ilköğretimden daha iyi değil. 2019 yılı itibariyle Türkiye’de 132 hukuk fakültesi var, 87’si devlet, 45’i vakıf üniversitelerine ait. Hukuk fakültelerinin kontenjan sayısı ve öğrenci alımındaki başarı sıralamalarına baktığımızda şunu görüyoruz. Ortalama kontenjan sayısı 16 bin civarında, bunun 9 bin civarı devlet üniversitelerine, 7 bin civarı vakıf üniversitelerine ait. Puan sıralaması bakımından baktığımızda devlet üniversitelerinin sıralamasına göre ilk beş üniversite en son yaklaşık 10 bininci öğrenciyi, ilk on üniversite 14 biniciyi, özel üniversitelerde ise burslu olarak ilk beşte 1200’üncü, ilk onda ise 3400’üncü sıradaki öğrenciyi almış. Bir hukuk fakültesine giren başarı sıralaması en son öğrenciyi soracak olursak, cevabı birçok vakıf üniversitesinin hukuk fakültesi kontenjanı dolmamış diyebiliriz. İlk beş sıradaki devlet ve vakıf üniversitesi hukuk fakültelerinin toplam kontenjan sayısı ise yaklaşık 4 bin. Hukuk fakültelerinin 29’unda beşten fazla profesör var. On ve fazla profesör olan fakülte sayısı 9, yirmiden fazla olan ise sadece 3. Doçent sayısı ise daha vahim sadece 10 hukuk fakültesinde beşten fazla doçent var. Nitelikli ve deneyimli öğretim üyesi bakımından çok endişe verici bir tablo ile karşı karşıyayız. Yani 132 hukuk fakültesinin en fazla 29’undan geriye kalanları dökme suyla değirmen döndürmeye çalışıyor.
Sayılarla işimizi bitirdiğimize göre, nitelikli eğitim konusuna gelecek olursak sanıyorum durum daha üzücü. Üniversitelerin çoğu bulunduğu kenti değiştiremiyor, aksine üniversiteliler o kentin kültürüne, egemen yaşam biçimine tabi oluyor. Bu nedenle ne yazık ki yaşam biçimi ve tercihleri bakımından Türkiye’nin en fazla yedi-sekiz kentinde rahat edebiliyorlar. Zira hukukçu olabilmek için gerekli olan koşulları basitçe; okuduğunu anlayabilmek, vasatın üzerinde matematik bilmek, soyutu kavrayabilmek, akıl yürütebilmek, empati yapabilmek, özgürce düşünmeyi ve bağımsız-tarafsız karar vermeyi içselleştirebilmek, en önemlisi de yaşama dair olabilmek olarak sıralayabiliriz.
Geldiğimiz noktada, hukuk fakültelerinden önce, Türkiye’deki üniversite eğitimi ne düzeyde sorusunu sormamız gerekiyor. Bir hukuk fakültesi öğrencisine; hukukun üstünlüğünü, anayasayı, güçler ayrılığını, laikliği, sosyal devleti, hukukun sosyolojisini, felsefesini ve psikolojisini, masumiyet karinesini, lekelenmeme hakkını, yaşamın en kutsal hak olduğunu, hukukun eşitlik ve özgürlük düşüncelerinden vazgeçemeyeceğini, yasaları yorumlamayı öğretmeden, bu değerleri içselleştirmeden mezun etmenin korkunçluğunu yaşamadan öğrenmeyi kavrayabilmemiz gerekiyor. Kötü bir örnek olacak ama bir öğrencinin, genel kamu hukuku dersinde “devlet teorisi” dersini anlatan hocanın Marksizm propagandası yapmadığını bilecek kadar eğitilmesi bir zorunluluk.
Hukuk fakültelerinde en azından temel derslerde test sınavından vazgeçilmesi, kavramanın ölçülüp değerlendirilmesi gerekiyor. Ve bu bağlamda hukuk fakültelerinin en azından yüzünün kapatılması ve mutlaka büyük kentlerdeki üniversitelerde eğitim görmelerinin sağlanması gerekiyor. Nasıl ki hukukta popülizmden uzak durulması lazım geliyorsa, hukuk fakültelerinin açılmasında da aynı titizliğin gösterilmesi lüzum ediyor.
Gelelim, yukarıda bahsettiğimiz nicel ve nitel değerlerden yoksun olan mevcut hukuk eğitiminin sonuçlarına. Zira bu sorun sadece yargıç ve savcılarda yok, tüm hukukçularda var. Neden derseniz? Yargının aktif gücü avukatların yargıç ve savcıları denetleyebilmeleri, hesap verilebilirliğin öncülü hesap sorulabilirliğin sağlanması için aynı düzeyde eğitim almaları bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Başka bir söyleyişle yargıç, savcı ve avukatların eğitimlerini birbirinden ayırmak en büyük yanılgılarımızdan birisi, hatta en önemlisidir. Tabi ki eğitimdeki ortaklık üst düzeyde sağlanmalıdır. Hukuk eğitimindeki vasatlık adaletin vasatlığı sonucunu doğurur ki bu hepimizin, mevcut yargı pratiğinde her gün birkaç örneğine tanık olduğumuz adaletin vasat altı olma halidir.
Yargıç ve savcı özelinde, eğitimlerin özerk, “mahkemelerin bağımsızlığı” ilkesine uygun çalışan kurumlarda verilmesi gerekiyor. Türkiye’deki gibi 32 üyesinin 26’sının Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği bir kurulun özerkliğinden bahsedilemez. Türkiye’deki yargıç ve savcı eğitiminin en frapan hali, adayların imara aykırılığı yargı kararıyla saptanmış saraya götürülüp, aynı zamanda iktidar partisinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanını ayakta karşılatıp alkışlattırarak, bir nevi terbiyeleri verilerek görev yerlerine gönderilmeleridir.
Yargıç ve savcı eğitiminin, yaşadığımız günlerde tanık olduğumuz, talimatlı yargı sonucunu doğuran hallerinden biri ise yargıçların bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile savcıların tarafsızlığı-özgürlüğü (avukatlara eş değer olarak) değerlerinin evrensel hukuka uygun olarak öğretilmemesidir. Yargıç ve savcıların bağımsız olması, etki ve baskısından arınması gereken temel gücün, yürütme gücü olması gerektiğinin değil, devleti-iktidarı koruma refleksinin ruhlarına, düşüncelerine zerk edilmesidir.
Özet ve sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Yargıç ve savcıların, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere uluslararası metinlere, anayasaya, yasalara uygun davranma zorunlulukları vardır ve bu temel değerler bir temel eğitim olarak verilmeli, güvenceleri sağlanmalıdır.
Siyasi iktidar temsilcilerinin açıklamalarının, düşüncelerinin ve telkinlerinin, yasaların üstünde olmadığını, her ne kadar anayasada güçler eşitliği kabul edilmiş ise de kapsamından (yürütme ve yasamanın yargı kararlarına aykırı işlem yapamayacakları kuralı gereği) yargının diğer güçler karşısında daha eşit olduğunu kavramak ve buna göre davranma yeteneğini haiz yargıç, savcı ve avukatlar yetiştirilmeden hukukun üstünlüğünün ve adaletin tesis edilemeyeceğini bilmek ve yaşama geçirmek zorundayız.
Somut sonuç olarak ise başka söze hacet yok. Gazetecilerin, avukatların, muhalif sivil toplum örgütü temsilcilerinin mahpus olmaları, seçimlerin iptali, iktidar temsilcilerinin “sorunu çözüyoruz” beyanının arkasından gazeteci ve rahiplerin tahliyeleri, başka suçlara uygulanmaz iken kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalara rağmen Cumhurbaşkanına hakaret şüphelilerinin tutuklanmaları sonuçtur. İktidara yakın kişilerin anayasa ve yasa ihlallerinin görmezden gelinip habersiz açılan hayran hesaplarında yazılanlar nedeniyle şairlerin ifadeye çağrılmaları, yaşam hakkında sahip çıkan, anayasaya uygun davranan yargıç ve savcılara soruşturma açıp sürülmeleri, cezalandırılmaları birer sonuçtur.
Yargıç, savcı ve avukatların eğitimlerinin sonunda en azından demokrasinin, istediğin durağında binip inebileceğin bir tren değil, gerçek bir durum olduğunu bilmeleri gerekiyor. Asıl olanın hayat olduğunu öğrenmeleri gerekiyor. Demokrasinin, “herkesin kendi gardiyanı olmaması” rejimi olduğunu bilmesi gerekiyor.
“Ben kimim biliyor musun?” sözüne “seni bilmem ama ben bir yargıcım, savcıyım, avukatım” deme yetkinliğine sahip olmaları gerekiyor.
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’de yargıç-savcıların kararlarını etkileyen hukuk dışı; kurumsal, ideolojik, sosyolojik ve psikolojik etmenler nelerdir, bunlar hangi süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır?
MUSTAFA KARADAĞ: Kural olarak yargılama sürecinde görev alanlar, hukuk dışı bir etkiden uzak dururlar, durmaları gerekir. Bangolar Yargı Etiği İlkeleri’nde bu durum ayrıntılı olarak belirtilmiştir. Telkin, baskı bir yana yargıçlar aynı mahkemede görev yaptıkları diğer yargıçlara, üst mahkeme yargıçlarına karşı dahi bağımsız olmalıdırlar. Burada önerilen şey yargıçların “içtihat hakimliği” yapmaktan uzak durmaları gerektiğidir. Her olayın öznel koşullarına göre yargılama yapılıp hüküm kurulmalıdır. Kural, ilke budur, ama uygulama ne yazık ki bu kadar masum değildir.
Bu manada, Türkiye’de yargı hiçbir zaman tam anlamıyla bağımsız olmamıştır. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül davaları gibi dönem davalarında yargı bir şekilde kaleye geçmiştir, ama özgürlükçü kararlar da yine bu dönemlerde o yargının elinden çıkmıştır. İçinde bulunduğumuz döneme dair olması bakımından Anayasa Mahkemesi’nin KHK’leri denetleyen kararları, Danıştay’ın 1402’liklerin haklarının iadesi kararları o dönemlere ilişkin önemli kararlardır.
Dünyada ve Türkiye’de, hak ve özgürlük kavramlarının tanımlanmasına koşut olarak, verilen kararların olumlu-olumsuz etkilere maruz kaldığı söylenebilir. Çevre, orman, mera davaları, iş davaları, bankaların taraf olduğu davalar, tüketici davaları bu kapsamda değerlendirilebilir, ama bu etkilenme hali bir şekilde ve her zaman kamudan yana, hak ve özgürlüklerden yana evrilme olanağı da bulmuştur.
Kararların yasalar ve hukukun evrensel ilkelerinden başka etmenlerden etkilenmesi hali daha çok siyaseten olan bitenle ilgilidir ve bizim de öncelikle bunu tartışmamız gerekiyor. Yukarıda dediğimiz gibi dönem davalarında bu etkilenmeler daha çok olmuştur. Örneğin 1990’lı yıllarda sanıkların siyasi savunma yapmış olmaları PKK veya başka bir terör örgütü üyesi olmasının kabulü için yeterliydi. Cezaevlerinde, sanıkların örgüt baskısına maruz kalmalarının bir kıymeti yoktu. Kimse bunun üzerinde durmaz, ülkedeki demokratik havanın durumuna, yani konjonktüre göre bu yargısal bakış sertleşir veya yumuşardı. Sonrasında ise gidenler geri gelmese de bir mağduriyet giderme olurdu ve bu kararlar da o yargının kendi içinden çıkardı. Bu kararların üretilmesindeki temel refleks her zaman “devleti koruma” refleksiydi ve bir statüko gereği idi. Şimdi ise neyin terör eylemi olduğuna ya da olmadığına yargı dışı “anayasal güçler” karar verebiliyor, bu alan telkin ve iknaya çok açık bir alan.
Soru neydi? “Türkiye’de yargıç – savcıların kararlarını etkileyen hukuk dışı; kurumsal, ideolojik sosyolojik ve psikolojik etmenler nelerdir, bunlar hangi süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır?” Cevabı ise son on beş yılda yargı hiçlikle malul edildi. Artık yargıç ve savcıların kararlarını etkileyen değişik sebepli etmenlerden bahsetmek olanaksız. Çünkü doğrudan talimat verilmesi söz konusu.
Örneklemek gerekirse FETÖ suçlamalarında milat 17-25 Aralık sonrası, bu belirlemeyi yapan ise yürütme organının ta kendisi. Yargıçlar ve savcıların geriye doğru gidebilecekleri son tarih 26 Aralık. Eğer 25 Aralık ve daha önceki tarihlere giderlerse Bakanlara, onların çocuklarına, zamanın başbakanının oğluna, kızına bulaşma ihtimali var ki bu yargıç ve savcılar bakımından çok riskli bir alan.
Diğer yandan cinsel istismar ile ilgili davalarda farklı etkileşimler olabilmektedir. Örneğin aynı yargıç ya da savcı ceza davasında istismarcıya en ağır ceza vermek şeklinde tavır takındığı halde çocukların evlenmelerine izin vermede aynı yönde hassasiyet göstermemekte, çok kolay izin verebilmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Dikkat çekmek istediğim konu değerlendirmelerin hukuki olmaktan çok ideolojik olabildiğidir.
Aslında yargıçların ve savcıların karar verme sürecinde etkilendikleri şeyler geniş bir yelpaze içeriyor ve hukukçu olmayanların çözmesi, anlaması hiç de kolay değil. Anlatması da kolay değil. Çünkü anlatılacak konu hukuki değil ve olmaması gerekiyor. “Herkesin bildiği sır” gibi bir şey.
Yargı çevresinin sosyolojik (yoğunlukla muhafazakarlıktan yana) yapısı, iktidarın konuya olan yaklaşımı, Yargıtay ve Danıştay’ın bakış açısı, şimdiki zaman için yargıç ve savcının siyasi partilerle olan ilişkisi, HSK’nin yargıç ve savcıların davranışlarını disiplin hukuk bakımından değerlendirme ölçütleri ve üyelerinin siyasetle ilişkileri, bürokratik hiyerarşide yer alma isteği, hak ve özgürlükleri içselleştirme, adil yargılamanın aslında adaletin en öncül ve en önemli unsuru olduğunu kavrama durumları, her biri karar verme sürecini etkileyen etmenlerdir diyebiliriz.
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’nin son on yılındaki siyasal ve kurumsal büyük dönüşümler bağlamında yargı kararlarının oluşum süreçleri hakkında hangi belirlemeleri yapabilirsiniz?
MUSTAFA KARADAĞ: Aslında tüm soruların yanıtı kavramsal bir bütünlükle verilebilir. Türkiye’de yargı erki çok farklı süreçlerden geçti. Son on, on beş yılda yaşananlar ise çok farklı. 1961 Anayasası’yla Hakimler Kurulu ve Savcılar Kurulu’nun ayrı ayrı kurulması, 12 Mart müdahalesi, 1982 Anayasası’yla gerçekleştirilen HSYK oluşumu, 12 Eylül 2010 referandumuyla Anayasa’da yapılan değişiklikler değerlendirildiğinde ortaya çıkan tablo hiç iç açıcı değildir. Yargı bağımsızlığı konusunda her yeni düzenlemeyle yargının daha bağımlı hale getirildiğini açıkça görebiliriz. Bu geriye gidiş, götürülüş aslında karşı devrim faaliyetlerinin birer parçasıdır.
Kabul etmek gerekir ya da en azından inkar etmemek gerekir, 2010 yılına kadar yazılı olmayan “liyakatlilerin içinde tanıdığı olanlar” diye bir kavram söz konusu idi, HSYK daha çok yüksek mahkeme üyelerinden etkilenirler, atamalar, yetkilendirmeler, Yargıtay ve Danıştay üyeliğine seçilmelerin herkesin bildiği bazı kuralları vardı ve örneğin her Yargıtay ve Danıştay üyeliğine seçim yapıldığında hiç kimsenin itiraz edemeyeceği yüzde elli oranında yargıç ve savcı olurdu. HSYK üyeleri politize değillerdi. Kabaca ödüllendirilenler diyelim asgari Cumhuriyet değerlerine sahip olurlardı. Kastım önceyi, eskiyi övmek, aklamak asla değil. Ama camiayı bilmeyenler için basit, anlaşılır ve gerçekliğe ilişkin bilgiler vermek, zira bizler 2010 öncesi HSYK’leri ile de hiçbir zaman barışan, mutlu mesut geçinenlerden olmadık.
Dönemlerden bahsedince, esasen son on yıllık dönemi değerlendirmek bakımından birkaç yıl daha geriye gitmek lazım. O zaman da Ergenekon, Balyoz vb. soruşturmaların başlatılması anıdır. Bu soruşturmalar Türkiye’de statüko ile hesaplaşma olarak sunuldu. Çok destek de buldu, Türkiye bağırsaklarını temizliyor denildi. Ülkenin başbakanı çıktı, ben bu davaların savcısıyım dedi, ne istediler de vermedik dedi. Aslında Türkiye ağır aksak giden “yargı bağımsızlığı” konusunda yeni bir aşamaya giriyordu, ama az bir kesim dışında kimse bunun farkında değildi. 12 Eylül 2010 referandumu ile Anayasa değiştirildi, Anayasa Mahkemesi ile HSYK hükümetin denetimine alındı. İktidarın hukukunun egemenliği kurumsal bir nitelik kazandı. Aslında, hükümet cemaat işbirliği, yargıda 2006-2007 yıllarından itibaren çalışmaya, karşı devrim sürecini hızlandırmaya başlamıştır.
Dediğimiz gibi önceki zamanlar da kötüydü, ama beğenseniz de beğenmeseniz de bir ahlâkı vardı. Yanlış yapılırdı ama siz o yanlışı öngörürdünüz. Özellikle 2010 sonrası öngörülebilirlik oranı gittikçe azaldı, daha doğrusu üretilen kararlar makul bir gerekçe bulma ihtiyacı hissetmiyordu. Yargı güvenilirliğini her geçen gün daha çok kaybetti, sahte deliller orta yerde cirit atmaya başladı. Ve bunların tamamı talimatla yapıldı. Anayasanın (m.141) mahkeme kararlarının gerekçeli olacağına dair hükmüne rağmen gerekçesiz kararların üst mahkemelerde bozulmaması için yasa bile çıkarıldı.
Soruyu daha genel bir perspektiften alırsak söyleyeceklerimiz pek farklı değil. Önceden bir derin devlet olgusundan, bir statükodan bahsedilir, refleksler oradan feyz alırdı. Şimdi ise kanaatimce AKP devleti ele geçirdi ve derini de görüneni de aynı, AKP devleti. Rejim, gayri sahih nesepli “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, dünyada bir örneği yok ve tuhaf bir şekilde her şeyi tek adam, Cumhurbaşkanı belirliyor. Yargıyı da bu patolojik durumdan ayrı tutamayız. Yani artık yargıç ve savcıların kararlarını etkileyen ideolojik, sosyolojik ve kurumsal etmenler mevcut tek adam rejimine endeksli ve haliyle tümü hukuk dışı, Anayasaya aykırı etmenler. Diğer yandan AKP üyesi, yöneticisi, belediye meclisi üyesi gibi avukatların yargıç ve savcılığa atanmasıyla doğrudan günlük siyaset yargıya girmiş oldu, fakat hala yargı bağımsızlığını savunmak siyaset yapmak olarak değerlendiriliyor. Bu tuhaf bir paradoks. Bağımsız olmayan yargıcın tarafsız da olamayacağı görmezden geliniyor. Şu an iki HSK üyesi siyasi partilerin organlarında görev almış kişilerden atanmış durumda.
HSK üyelerinin bir kısmının Cumhurbaşkanı, bir kısmının ise TBMM tarafından seçiliyor olması büyük bir aldatmaca. Cumhurbaşkanının atadığı üyelerin tamamı siyaset kokuyor. TBMM’de yapılan seçimlerde az bir süre içinde o kadar milletvekilinin HSK üyeliğine aday olan yargıç ve savcıyı tanıyıvermeleri ve belli kişilerin üzerinde karar birliğine varmaları da olsa olsa delil olur. Deforme olmuş bir kurnazlık hali. Siyasi iktidar her zaman olduğu gibi bizlerle alay ediyor. Siyasi iktidarın sadece siyaseti gözeterek yaptığı tercih ile oluşan HSK’yi bize bağımsız diye yutturmaya kalkıyorlar (Anayasa m.159). Anayasanın açık hükmüne rağmen (m.138) Cumhurbaşkanının Anayasaya Mahkemesi kararlarına uymamaya davet etmesini demokrasi olarak anlatıyorlar.
Eskiden olsaydı, darbe sonrasında dönem hukukunu dayatıyor, yargıç ve savcılar ile verdikleri kararlar da bu dayatmadan nasibini alıyor derdik. 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında ise etkilenme ya da “onun gibi düşünme” yerleşik bir hal aldı. “Seni seviyorum Uzun Adam” diyen yargıçlar Yargıtay üyeliğine atandı. Bunlar yetmedi, şimdi ise çoklu barolar ile hem savunmayı yok etmeye hem de iktidar yanlısı barolarla yargıç ve savcıları baskı altına almaya çalışıyorlar. Korkarım, yakın zamanda çoklu baroları geçirdikten sonra yargıç ve savcıların da barolara kaydolmasını zorunlu tutup, şimdi Yargıda Birlik Derneğinden daha ileri bir aşama olarak iktidara yakın örgütlere katılmak zorunda bırakmazlar. Zira bu örgütlenme biçimi de yargıçların ve savcıların kararlarını etkileyecek hukuka aykırı bir etmen olacaktır.
Son olarak Aşık Veysel’in sanki bugünleri de görmüş gibi 1958 yılında Menderes için yazdığı şiirin üç kıtalık bölümü ile bitirelim.
Demokrasinin budur rejimi
Vatan milletindir, kim kovar kimi
Sıkma savcıları, kovma hakimi
Şekavet yok, adalet var bu yolda
Manasız mantıksız Vatan Cephesi
Vatan milletindir bu neyin nesi
Maksat Menderes’in seçim dalgası
Menderes yok, memleket var bu yolda
Veysel söyler ama duyulmaz sesi
Doğru diyene diyorlar asi
Böyle değildi şu demokrasi
“Tahkikat” yok, hürriyet var bu yolda
•••
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’de yargıç-savcıların eğitim ve seçim süreçleri yargı bağımsızlığı açısından hangi somut sonuçları doğurmaktadır?
İLHAN CİHANER (Eski Savcı ve Milletvekili): Yargıç ve savcıların eğitim süreçlerini yargı bağımsızlığı açısından değerlendirmek için öncelikle bir önceki basamağa, hukuk eğitimine gitmek gerek. Ülkemizde akademinin tüm defoları burada da geçerli her şeyden önce. Sorgulamayan, araştırmayan, piyasacı, intihalci ve akademik özgürlüklerin boğulduğu giderek gericileşen bir süreç. Yanlış iliklenen ilk düğme burası oluyor. Yalnızca Prof. Dr. Kemal Gözler’in “Hukukçu Olmayan Hukuk Dekanları” başlıklı makalesi bile Hukuk eğitiminin sefaletini ortaya koymaktadır. 73 aktif hukuk fakültesinin yirmisinin dekanı hukukçu değil. Önemli sayıda fakültede akademik kadro oldukça zayıf. Var olan kadroların yabana atılmayacak bir kısmı da ilahiyatçı ve hukuk dışı disiplinlerden. Gözler’in deyişiyle “Hukukçusuz hukuk fakültesi” olgusu söz konusu.
Ayrıca hukuk fakültelerinin yargıç-savcı kaynağı olması nedeniyle başta Fethullahçılar olmak üzere cemaat ve tarikatların örgütlenme alanları olmaları da özgün bir sorun olarak görülmektedir. Daha fakülte zamanında başlanan devşirme süreci mesleğe de yansımaktadır. Yargıç ve savcılara hukukçu formasyonunu kazandıran müfredat değişiklikleri de bu süreci olumsuz besleyen bir faktör. Etkenler arttırılabilir. Bundan sonraki aşama seçme sınavları. Sınav sorularına dair şaibeler geçici sorunlar gibi görülse unutulmamalı ki şu andaki yargıç ve savcıların bir kısmı o sınavlar sonunda mesleğe girmiş durumdalar.
İkinci yanlış iliklenen düğme seçme sınavları. Yazılı sınavlar bile objektif olmaktan uzak. Şöyle ki, bir dönem 70 olan yazılı sınav baraj puanı sıfırlandı. Yaklaşık 2,5 yıllık bu aralıkta 10.000 yargıç savcı mesleğe kabul edildi. Bu aşamadaki asıl sorun ise mülakatlar. Hiçbir objektif kıstas taşımayan mülakatlar kayırmacılığın ve adaletsizliğin öteden beri en yoğun olduğu yer. Tüm üyelerinin doğrudan ya da dolaylı olarak siyasi iktidarın belirlediği mülakat kurulu torpil ve kadrolaşmayı kanuna uydurma işlevini üstlenmiş durumda. Fethullahçı yapılanmanın yargıya yerleşmesinde de kullanılan, yargıyı besleyen insan kaynağını iktidardan yana tektipleştiren bu mekanizma aynı işlevine devam ediyor. Son yıllarda kısmen objektif ve ölçülebilen yazılı sınavı en üst sıralarda kazananların “mülakatımsı” süreçte etnik, inançsal ve siyasi aidiyetleri nedeniyle nasıl elendiklerine bakarsak daha iyi anlarız. Adının Mahir olması ve Tunceli doğumlu olması dışında hiçbir “objektif” kıstas bulunmayan adayın elenmesi, ancak AKP yöneticisi ya da milletvekili adayı olma “avantajı” dışında özelliği olmayanların sınavı kazanması; Fethullahçı değil Menzilci olduğunu söyleyerek cezaevinden Yargıtay’a dönen yargıç örnektir.
Üçüncü yanlış düğme Adalet Akademisi. Yaşam tarzı üzerinden fişlemelerin ve tabiri caiz ise sivriliklerin törpülendiği, burunların sürtüldüğü son aşama bu. Tam burada hakim adayı Didem Yaylalı’yı anmak ve hatırlatmak isterim. Giysisi ve yaşam tarzı üzerinden tabi tutulduğu mobbing sonucu intihar etmişti.
Tüm bu süreçler yargıç ve savcıları, devletin giderek “iktidarın memuru” olarak gördükleri bir anlayışa mahkûm ediyor. Artık iktidarın “işaretine” bile gerek duymadan iktidarın hassasiyetlerini içselleştirerek kendilerini onun yerine koyarak karar veren bir yargıç-savcı tipolojisi hakim olmuştur. Nazi Almanya’sından ödünç alacağımız terimle “Reis’e doğru” diyen yargıç ve savcılarımız ortalama tipi oluşturmaktadır.
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’de yargıç-savcıların kararlarını etkileyen hukuk dışı; kurumsal, ideolojik, sosyolojik ve psikolojik etmenler nelerdir, bunlar hangi süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır?
İLHAN CİHANER: İsterseniz bu soruya şöyle bir pratikten başlayalım: Geçtiğimiz günlerde yasalaşan çoklu baro/paralel baro sürecinde avukatların direnişi. Her ne kadar eylemler engellendi ve kitleselleşemediyse de yabana atılmayacak bir itiraz yükseldi. Avukatları temsil eden baro başkanları savunma mesleğinin bağımsız ve tarafsız sürdürülebilmesi için direnişe geçtiler ve hala direniyorlar. Aşağı yukarı aynı siyasal, sosyolojik ve demografik kökenden gelen aynı eğitim süreçlerinden geçen avukatlarda gördüğümüz bu refleks yargıç ve savcılarda bugüne kadar görülmedi. Oysa yargıç ve savcılarla ilgili daha yaşamsal düzenlemeler olmuştu. Bu kırılmanın nerede oluştuğu sorusu önemli. (Tabii ki bugün bir avuç kalmış Yargıçlar Sendikasında temsil edilen geleneği istisna tutuyorum.) Eğitim ve seçim süreçlerine dair etmenlerin oluşturduğu zemin çok önemli. Ama bunu tahkim eden mekanizmalar yukarıdaki yargıç savcı kültürünü yeniden yeniden üretiyor. Bu mekanizmaların en belirleyici olanı Teftiş Kurulu aracılığı ile geliştirilen ödül/ceza pratikleri. Coğrafi teminatın olmadığı, sürgünler, soruşturmalar objektif kıstaslara dayanmayan terfiler belirleyici durumda. İktidarın siyasi ajandasına uymayan karar veren yargıç ve savcılar ağır mobbinge maruz kalıyor ve bu diğerleri içinde caydırıcı bir etken oluyor.
Bir diğer etmen oldukça özgün ama oldukça uzun sürecek; şu anda özellikle tecrübeli yargıç ve savcıların önemli bir kısmı, geçmişlerinde Fethulahçılıkla malul oldukları için her an bir soruşturma ile karşı karşıya kalabilme riski altındalar. O kadar ki yargılayan ile yargılanan arsındaki fark sadece duruşma salonunda bulundukları yer olabiliyor! Bu bir yandan tarafsız ve bağımsız kararlar verilmesinin önünde engel olurken öte yandan kendilerini ispatlamak için el artırıyorlar. Tam burada Yargıda Birlik vakasına da değinmek gerek. 15 Temmuz sonrası anlaşılabilir gerekçelerle oluşturulan bu yapı şimdi dernekleşti. Çok geçmeden ana bileşenlerden olan sosyal demokrat/cumhuriyetçi yargıç ve savcılar devre dışı bırakıldı. Adeta paralel bir bakanlık/HSK olarak çalıştı. Geldiğimiz noktada farklı cemaatlerin yarıştığı bir platforma dönüştürdü yargıyı.
Anayasa değişikliği sonrası yapısı değiştirilen HSK da doğrudan yargı pratiğini etkilemektedir. HSK üyelerinin altısı doğrudan, yedisi ise meclis çoğunluğu aracılığı ile dolaylı olarak Cumhurbaşkanı tarafından belirlenmekte. AKP/MHP koalisyonu kontenjanına göre önceden siyasi olarak belirlenen isimler TBMM tarafından değişikliğe uğramadan belirlenmekte. Bu belirlenim kararlarına da bire bir yansımaktadır. Bu yolla oluşturulan Yüksek Mahkemeler ise iktidarın siyasi gündemine hukuki gerekçe üreten, meşruiyet kazandıran mekanizmalar haline gelmiş durumda.
Üzerinde çok durulmayan değinmek istediğim son etmen ise yasalaşma yolu ile yapılmakta. Değindiğim yollarla sonuç almanın mümkün olmadığı noktada yargı “reformları” imdada yetişiyor!
DİNÇER DEMİRKENT: Türkiye’nin son on yılındaki siyasal ve kurumsal büyük dönüşümler bağlamında yargı kararlarının oluşum süreçleri hakkında hangi belirlemeleri yapabilirsiniz?
İLHAN CİHANER: Yukarıda anlatmaya çalıştığım mekanizmadan çıkan kararlarının adil olması ya da tarafları tatmin eden, uyuşmazlığı çözen bir karar olması artık rastlantısal hale gelmiştir. Usulün ve karar süreçlerinin bu kadar defo taşıması gerçek anlamda bir hüküm diyebileceğimiz kararları nadiren görmemize yol açıyor. Yargının neoliberalleşmeye paralel olarak performans ve hız kriterlerine göre dizayn edildiği de bir vakıa. Bu anlamda işe sanki bir yargımız varmış gibi yapmayarak başlamalıyız.•