Türkiye siyasal hayatının en büyük krizlerinden ve yolsuzluk skandallarından biri ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek abartılı olmayacaktır. Devasa yolsuzluk operasyonları maskesi altında ilerleyen süreç aslen bir saray darbesi, AKP ile Fethullah Gülen cemaati arasında uzunca zamandır süregiden sürtüşmenin hesaplaşma aşamasına geçişi. Depremin bu kadar sarsıcı olmasının sebebi, sadece bir yolsuzluk skandalı ya da kimilerinin iddia ettiği gibi bir “temiz eller” operasyonu ile değil; iktidar bloğunun çatırdaması ile karşı karşıya kalmamız. Yani duyduğumuz gürültünün yüksekliği binanın ne kadar büyük ve çürümüş olduğunun habercisi. Her ne olursa olsun, gelişmeler “yesinler birbirlerini” tavrından ve –pek çoğumuzun kendini yapmaktan alıkoyamadığı üzere– sürekli olarak sarkastik ve sinik bir konumlanıştan çok daha fazlasını yapmayı, düşünmeyi gerektiriyor. Yaşananlardan keyif almak, AKP muarızlığını bir haz öğesine dönüştürmek belki eğlenceli ama anlamsız ve zararlı. Bu tavır aynı zamanda süreci ve sürecin doğurabileceklerini kavramamızı da engelliyor. Gelişmeleri takip eden, kenara çekilmeyen, taraf olmayan ama müdahil olan bir dile ve eylemliliğe duyulan ihtiyaç ortada. Zira yaşananlar, kavganın sonu nasıl olursa olsun bu ülkedeki herkesi çok yakından ilgilendiriyor. Bununla birlikte işlerin geldiği şu nokta itibarıyla kavganın sonu pek de iyi görünmüyor. Kendi hallerine bırakıldığında, çarpışan iki gücün de özgürlükçü, eşitlikçi ve çoğulcu bir toplum tahayyülünden çok uzak olduğu ortada. Kötü gidişata dur diyebilmek ise aralarında bir iktidar mücadelesinin vuku bulduğu iki otoriter alternatifin keyfiyetinde ziyade kolektif eylemliğin alacağı formlara ve atacağı adımlara bağlı.
Bütün bu toz duman içinde ilk akılda tutulması gereken nokta yaşananların sistemik, yapısal bir krizin sonucu olduğudur. Ulusal ve uluslararası politik, askeri, ekonomik ve kültürel boyutları olan; çok aktörlü; bolca komplolu; istihbaratlı; “çete”li; “derin” yapılanmalı karmaşık bir süreç. Konu hakkında çok yazılıp çizildi. Burada bu istihbarat bilgilerini, iddianamede geçen isimleri, Cemaat-Hükümet çarpışmasının farkı merhalelerini yeniden aktarmaya pek de gerek yok. Her gün de yepyeni analizler, çözümlemeler yapılmaya devam ediyor. Yeni operasyon dalgaları iddiaları ile yeni isimler gündeme gelmeye devam ediyor, edecek gibi de görünüyor. Lakin AKP-Cemaat çatışmasında ve son yaşanan süreçte, sürecin aktörlerine, aktörlerin keyfiyetlerine yapılan vurgu krizin sistemik yönünü görmemizi engelliyor. Olayın aktörlerini yok saymadan; bu aktörlerin hareket alanlarını belirleyen; “oyuna” katılımlarının sınırlarını belirleyen yapılaşmış ilişkileri anlamaya çalışmak elzem görünüyor. Ancak bu şekilde yaşananları birkaç kötü, yozlaşmış ve kokuşmuş adam ve kadının kötücül eylemlerinin ötesinde konumlandırmak mümkün olacaktır. İşte tam da bu yüzden hukuk, adalet, kapitalizm, yolsuzluk ve sermaye birikimi konusunda farklı bir kavrayışa ve bakışa ihtiyacımız vardır. Özellikle “paralel devlet”, “devlet içinde devlet”, “derin yapılanmalar” gibi politik mücadele ve propaganda süreçlerinde işlevsel olan ama kavramsal açıdan pek de bir şey anlatmayan, kendinden menkul tanımlamaların fazlasıyla dolaşımda olduğu ve muhalif çevrelerce de sahiplenildiği bu uğrakta bu ihtiyaç daha da bir ivedilik kazanmaktadır.
Sermaye birikim modeli olarak yolsuzluk, yolsuzluk olarak sermaye birikimi
İlk olarak, yaşananları “şok” ve “deprem” gibi olağanüstülüğü çağrıştıran kavram ve metaforlarla ele almanın garipliğini vurgulamak gerekir. Zira yaşanan “olağanüstülük” bakan çocuklarının belediye başkanlarının, bürokratların ve diğer zevatın çeşitli yolsuzluk iddiaları (“iddia”nın altını çizelim, hukukun herkese lazım olduğunu bir kere daha hatırlatalım) ile yan yana anılmasında değil; yaşananların kamuoyuna yansımasında ve gündeme gelmesindedir. Son yıllarda anaakım medyaya hâkim olan tek sesliliğin kırılması için demek ki iktidar bloğundaki çatlağı beklemek gerekiyormuş. Uzun yıllar boyunca Deniz Feneri davası başta olmak üzere, iktidarla ilişkisi olduğu iddia edilen dava ve iddialar konusunda cemaat medyasının takındığı suskun tavır başka türlü nasıl yorumlanabilir ki?
Bu yazının kaleme alınmasına vesile olan temel iddiayı ve perspektifi hemen ortaya koyarak başlayalım: İktidarın yolsuzluğa bulaşmasını bir “şok” ya da “skandal” olarak adlandırmak ve gelişmelere bir olağanüstülük atfetmek, yolsuzluk, usulsüzlük ve adaletsizlikten azade bir kapitalizmin varlığı iddiasını içerisinde barındırır. “Derin”, “paralel” ve diğer sıfatlarla göndermede bulunulan yapılar da pürüzsüz, tümüyle şeffaf, tarafsız, partiler ve sınıflarüstü bir otorite olarak devlet mitine yaslanmaktadır. Bütün bu karmaşanın kaynağında devletin sermaye, şiddet, sömürü ve eşitsizliklerle ilişkisi hakkında çarpık ve yetersiz bir kavrayışın yattığı görülmektedir.
Yolsuzluk meselesine geri dönelim. Bertell Ollman psikolog Bill Livant’tan şu anekdotu aktarır: “Bir liberal bir dilenci gördüğünde sistemin işlemediğini söyler; bir Marksist ise işlediğini.” Bir başka deyişle eşitsizlik, kapitalizmin yanlış ve eksik işleyişinin sonucu olarak istenmeyen veya öngörülemeyen bir arıza değildir; aksine, sistemin varlık ve kendini yeniden üretme koşuludur. Yolsuzluk iddiaları karşısında yaşanan “şok” ve “temiz eller” çağrısı, sermaye birikiminin –özellikle de günümüzün, hadi diyelim de rahatlayalım, neoliberal kapitalizmi düşünüldüğünde– temiz, kirlenmemiş yollarının olduğunu söyler alttan alta. Oysa ne dün ne de bugün sermaye birikimi “saf ve temiz” bir süreç olmuştur. Bu saptama akıllara kapitalizmin karanlık geçmişi ve şimdisi ile ilgili sayısız olgu ve olayı akıllara getirir.
Marx, Kapital’in birinci cildinde ‘İlk Birikim’ üzerine yaptığı çarpıcı çözümlemede kapitalist sermaye birikiminde, feodalizmden kapitalizme geçişle ilgili klasik siyasal iktisadın barışçıl hikayesinin aksine, “en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir” der: “Siyasal iktisadın şefkatli vakayinamelerinde ise bir cennet hüküm sürmektedir.”[1] Cennetin aksine, “saf ve temiz” olmaktan çok uzak bir ilk birikim sürecinden bahseder bize Marx, “İnsanlık tarihine, kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.”[2]
Harvey, Marx’ın Kapital’i üzerine derslerinde ilk birikim hikayesinin, Marx’ın anlattığından çok daha nüanslı, ayrıntılı ve karmaşık olduğunu; ve Marx’ın anlatısının, toplumsal cinsiyet gibi çok önemli boyutları göz ardı ettiğini belirtir.[3] Marx’ın “ilk birikim” anlatısı hem tarihsel hem de kuramsal açıdan ciddi eksiklik ve hatalarla malul olsa da “kapitalizmi var eden kökensel şiddeti ve sert müdahaleleri bize dramatik bir şekilde hatırlatması” bakımından değerlidir. Harvey’in ilk birikimle ilgili yürüttüğü tartışmanın en önemli noktası ise, ilk birikimin bir zamanlar yaşanmış ve tamamlanmış bir süreç olduğu, sonradan gerçek bir önem arz etmediği düşüncesinin eksikliğine yaptığı vurgudur. Harvey, “kapitalizmin tarihsel coğrafyası boyunca ilk birikimin sürekliliğini ciddiye almamız gerektiğini” öne sürer.[4] Benzer bir vurgu Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi’nde de mevcuttur. Luxemburg, kapitalizmin iki sömürü biçimine dayandığını söyler. Bunlardan birincisine biçimsel anlamda barış, mülkiyet ve eşitlik hâkimken diğer veçhesinde “zor, hile, baskı ve talan, gizlemeye ihtiyaç duymadan açıkça sergilenir ve bu siyasal şiddet ve güç mücadeleleri karmaşası içinde ekonomik güçlerin katı yasalarını görmek çaba gerektirir.”[5] Luxemburg için bu iki sömürü biçimi arasında organik bir bağ vardır, yani ikinci veçhe arızi olmaktan ziyade sermaye birikim süreci bütününün olmazsa olmaz bir parçasıdır.
Yine Harvey’den devam edelim. Marx’ın anlattığı ilk birikim hikâyesinin sürekliliği, süreci ‘ilk birikim’ ya da ‘ilkel birikim’den farklı bir kavramla karşılamayı gerektirir. Harvey burada, ve bizce de yerinde bir şekilde “mülksüzleştirme yoluyla birikim süreçleri” adlandırmasını önerir. İlkel birikim, bırakın tarihin belirli bir döneminde gerçekleşip sona ermeyi, Marx’ın hayal bile edemeyeceği boyutlara ulaşmıştır:
[Mülksüzleştirme yoluyla] birikimin bütünüyle yeni mekanizmaları da artık devreye girmiş durumdadır. DTÖ müzakerelerinde fikri mülkiyet haklarına yapılan vurgu, genetik materyalin, dölleme plazmasının ve buna benzer diğer ürünlerin patent ve lisans haklarının, bunların gelişiminde önemli bir rol oynamış haklara karşı artık bir silah olarak kullanılabileceğine işaret etmektedir… Küremizin ortak çevresel kaynaklarının (toprak, hava, su) hızla tüketilmesi ve sermaye yoğun tarımsal üretim tekniklerinin neden olduğu çevresel bozulmalar, doğanın toptan metalaştırılmasına yol açmıştır. Kültürel formların, tarihlerin ve fikri yaratıcılığın metalaştırılması toptan el koymaları gerektirmektedir (müzik endüstrisi kültür ve yaratıcılığın sömürülmesinde önde gelmektedir). Şimdiye kadar kamu hizmeti gören varlıkların şirketleştirilmesi ve özelleştirilmesi (örneğin üniversiteler), her türden kamu hizmetinin, (su, elektrik, telefon vs) özelleştirilmesi akımının dünyayı sarması, “ortak mülkiyetin” yeni bir “çevrelenme” akımına maruz kaldığının göstergesidir. Çevrenin bozulmasını engellemeye ve emeğin korunmasına yönelik düzenleyici kurallar tek tek yok edilmiş ve bu da kimi hakların yitirilmesine yol açmıştır. Yıllar boyu verilen sert sınıf mücadeleleriyle edinilmiş ortak mülkiyet haklarının (emeklilik aylığı hakkı, refah hakkı, salık güvencesi hakkı) özel alana geçmesi, neo-liberal gerçeklik adına izlenen en berbat el koyma politikalarından biri olmuştur.[6]
AKP iktidarının ekonomi ve çevre politikalarının kabaca incelenmesi Harvey’in yukarıda anlattığı mülksüzleştirme yoluyla birikim ver sermaye aktarımı süreçlerinin Türkiye’de de (elbette ki Türkiye’ye özgü koşullar ve biçimlerle) ‘şiddetli’ bir şekilde yaşandığını gözler önüne serecektir. Ekonomi, sosyal politikalar, çevre, kent, eğitim ve sağlık alanında yaşanan dönüşümler, mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikim ve aktarım sürecine işaret eder. Bu dönüşümlere karşı gösterilen her türlü (örgütlü-örgütsüz) direncin bir yandan kriminalize edildiği diğer yandan da ölçüsüz bir devlet şiddeti ile bastırıldığı görülür.
Mülksüzleştirme sürecinde birkaç temel alan ve bu alanlara eşlik eden şiddet politikası dikkat çekmektedir: özelleştirmeler (eğitim ve sağlık alanlarının metalaşmasını kapsayacak şekilde), kentsel dönüşüm ve doğanın maruz kaldığı talan (HES’ler ve maden ocakları başta olmak üzere). Bu üç alanda sermaye güçleri ile ortak hareket eden devlet sömürü ve eşitsizlik ilişkilerinin yeniden üretiminde aktif rol oynar. Kolektif Şiddet Siyaseti’nde Charles Tilly devletin süregiden eşitsizlikten faydalanan kişilerin tarafını tutmak için üç sebebi olduğunu söyler: lehtarlar arasında yöneticiler ve yönetici sınıfın boy göstermesi; lehtarların devleti örgütlemeye ve devlete sözünü geçirmeye yarayan daha üstün silahlara sahip olması ve son olarak devlet kaynaklarının bu eşitsizlik sistemleri kanalından devlete ulaşması. Tilly’nin, devamında düştüğü not konumuz açısından hayati bir önemdedir:
Devletin, var olan sömürü ve fırsat istifçiliği sistemlerinin yerine yenisini koymak için ancak fetih veya devrim zamanlarında müdahalede bulunduğunu görürüz. Kolektif şiddet kuşkusuz fetih ve devrim sırasında da ortadan kalkmaz, ancak şiddetin, eşitsizliğin kurbanlarının verdiği mücadele karşısında eşitsizlik lehtarlarını savunmak için devletin kendi eliyle şiddet araçlarını kullanmasından kaynaklandığı ortadadır.[7]
Tilly’nin modern devlet formasyonunda zorun, şiddetin, savaşın, el koymanın, haraca bağlamanın ve suçun oynadığı kritik ve birbirleri ile bağlantılı süreçler hakkındaki vurguları[8] üzerinde düşünmeye değerdir. Her şeyden önce, tarafsız devlet ve şeffaf, şiddetten arındırılmış siyasetle ilgili mitosu dağıtmaya yarar.
Yukarıda temel başlıkları sıralanan mülksüzleştirme mekanizmalarına toplumsal ve siyasal meselelerin ve anlaşmazlıkların hızla güvenlikleştirilmesi eşlik eder. İstikrar ve güvenlik arayışında devletin gitgide daha fazla zor kullandığı görülür. Türkiye’de bu süreç yüzeyde sürekli olarak tekrarlanan bir demokratikleşme anlatısı ile birlikte kolluk kuvvetlerinin boyut, yetki ve sınırlarının sürekli olarak genişletilmesi yan yana ilerlemesi ile yan yana ilerlemiştir. Durum, güvenlikle özgürlük arasında kalan liberal aklın seçimini her dair güvenlikten yana yaptığını iddia eden Neocleous’un saptamasını doğrular niteliktedir. Neocleous, güvenliğin liberal ideolojinin en yüce kavramı olduğunu belirtir ve ona göre liberalizm bir güvenlik tekniği olarak ele alınmalıdır. Mutlakiyetçilerin ve liberallerin kolayca ortaklaştıkları nokta, ortak bağları güvenliktir. Tarihsel kanıtlar bize, olağanüstü yetkilerinin kullanımının bir istisna olmaktan çok modern kapitalist toplumlarda siyasal yönetimin temel öğelerinden biri olduğunu göstermektedir.[9]
Sürdürülebilir yolsuzluk rejiminin iflası?
Şu ana kadar kabaca ve hızlıca ana hatlarını ortaya koymaya çalıştığımız mülksüzleştirme süreci, iktidarın son yıllarda diline doladığı “ekonomik mucize”nin de var oluş koşuludur. Gezi olaylarında iktidarın aşırı güç kullanımı, bu aşırı güç kullanımının sorunsallaştırılmaması, hatta onaylanması bu çerçevede değerlendirilebilir. Gezi hareketi, iktidarın öve öve bitiremediği (“gezinin ilk üç gününü ben de savunuyorum” teranesinde ifadesini bulan) en “masum” ilk iki-üç günde dahi iktidar için tahammül edilemez bir hareket niteliğindeydi. “Kent hakkı” için hareket eden herhangi bir örgütlenme mevcut iktidarın ve iktidarın üzerinde yükseldiği, yaslandığı ekonomik mekanizmaya çomak sokmak demekti. Bugün bu iktidar pek çok şeye göz yumabilir ama inşaatın durmasına asla. İnşaat çökerse, iktidar bloğu hepten çöker, çöküyor da. Refet Gürkaynak Express dergisine verdiği röportajda kentsel rantın mevcut ekonomik sisten için önemini şu sözlerle özetliyor:
Eskiden yüksek faizle verilen borçtan elde edilirdi, şimdi gayrimenkul sektöründe aynı rant arayışını gözlemleyebiliriz. Örnek vereyim: Zorlu Grubu deyince eskiden aklımıza Vestel gelirdi, şimdi İstanbul’daki Zorlu Center geliyor. Bu, çok ciddi bir sanayisizleştirme ve gayrimenkul rantına yöneltme süreci. Türkiye’nin bütün sanayi grupları emlak işine giriyor. Diyelim, Ankara’nın Tunus Caddesi’nde bir arsa kapattınız, iktidarda da üç katlık binaların ortasına otuz katlı binayı dikmenize izin verilmesini sağlayacak tanıdıklarınız var. Buradan gelen getiriye muadil hiçbir üretim getirisi düşünülemez. Devlet size bu rantı öneriyorsa, kapitalist mantık da seni piyasa araştırması, fabrika, ihracat, vb. ile uğraşmak yerine aynı sermayeyle Haliç Tersanesi’ni almaya teşvik eder. Onun için bütün ülke bir gayrimenkul rantı kovalayan insanlar ülkesi haline geldi.[10]
Gürkaynak’ın vurgusu S Bilişim Danışmanlık’ın ‘Türkiye’de Siyasi İstikrar Bakanlık Performansları’ raporunda yansımasını Bakanlar Kurulu kararlarının son yıllarda imar ve gayrımenkulle ilgili olanları hakkındaki istatistiğinde net bir şekilde görülmektedir.
2009’dan itibaren imar ve gayrımenkulle ilgili kararların toplam kararlara oranı hızlı bir artış gösteriyor ve bu artış 2013’ün ilk altı ayında %60’a kadar yükseliyor. Bu kapsamda 2010 yılında 19 karar alınırken sayı 20122’de 28’e, 2012’de 176’ya, sadece 2013’ün ilk 6 ayında ise 145’e yükseliyor. Özellikle üçüncü havalimanı, üçüncü köprü ve kentsel dönüşümle ilgili kararların bu artışın temel nedeni olduğu belirtilmektedir.
İnşaat çökerken…
Rant odaklı ekonomik büyümenin bir başka boyutu ve belirleyeni ise 2008’den beri yaşanan ekonomik durgunluk ve gerilemedir. Bu ekonomik durgunluğun en önemli sonucu ise iktidarın farklı gruplar ve temsiller arasında koalisyon kurma kapasitesinin daralması olduğu görülüyor. Ümit Akçay, hükümet-cemaat arasında son yıllarda süregiden kavgayı tam olarak anlayabilmek için 2008 krizi ve sonrasında devreye sokulan ekonomik stratejiyi tam olarak kavramak gerektiği konusunda bizi uyarıyor:
Ekonomik büyümenin yavaşlaması nedeniyle geniş koalisyon kurma kapasitesinin maddi olarak azaldığı 2008 sonrası dönemde hükümet, farklı bir stratejiyi devreye soktu. Bu yeni stratejinin temelinde iç talep odaklı büyüme; iç talep odaklı büyümenin merkezinde de inşaat sektörü yer almakta idi. Dolayısıyla kent politikaları, 2008 krizi sonrası ekonomik ve siyasi gündemin merkezine yerleşti. Bu anlamıyla esas olarak TOKİ kanalı ile yürütülen inşaat odaklı büyüme modeli sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi bir proje idi. İşin ekonomik yanında, konut yapımında kullanılan malzemelerin oluşturduğu talep ile ekonomik büyümenin sürdürülmeye çalışılması yer alıyor. Bu bağlamda kentsel dönüşüm ve TOKİ odaklı bir birikim süreci, talebin canlanması için aktif olarak kullanıldı. Buna ek olarak, konut sektörü ile bankacılık alanının giderek daha da bütünleşmesi ile kentsel dönüşüm ve yeni konut yapımı desteklendi. Meselenin siyasi yanını ise kamu ihalelerinin dağıtılmasında ve kritik emlak firmalarının kurtarılmasında kamu kaynaklarının siyasi iktidara yakın olan çevrelere ya da hükümetin siyasi koalisyon kurma amaçlarına paralel olarak dağıtılıyor olması oluşturuyor.[11]
Cari açığın finansmanı, TOKİ ile iş yapan büyük inşaat firmalarının mali sıkıntı yaşadığı haberleri, uzun zamandır kamu ihalelerinden başta cemaate yakınlığı ile bilinen bazı şirket ve grupların dışlandığı haberleri inşaat odaklı birikimin sekteye uğradığının habercisiydi. Elbette ki hükümet-cemaat çatışmasını sadece bu eksende açıklamaya kalkmak indirgemecilik olacaktır; lakin bu ekseni hesaba katmayan analizler olayı tam olarak kavramaktan uzak kalacaktır. Uzunca bir süre aynı hegemonya projesinin öğeleri olarak yan yana yürümekten çekinmeyen iki cenahın böylesine kanlı bıçaklı olması ancak bu çerçeve içerisinde kavranabilir.
Bugün karşıya kaldığımız şey, yukarıda ana hatlarını sunduğumuz bu sürdürülebilir yolsuzluk rejiminin, hukukun askıya alınması pahasına kesintiye uğramasıdır. Burada sürdürülebilir yolsuzluk vurgusu özellikle önemlidir. Bir iki bakan çocuğunun suçlanıp-yargılanıp, birkaç bakanın istifası ile örtülemeyecek bir “yolsuzluk” var aslında. Yaşadığımız sürecin daha da fena ve paradoksal olan yanını söyleyelim. Karşı karşıya olunan, işleri kitabına ve hukuka uygun yapmanın en büyük yolsuzlukları gölgede bırakacak türden haksızlıklara ve eşitsizliklere yol açtığı bir rejimdir.
“Bir banka soymak, bir banka açmanın yanında nedir ki?” diye soran Üç Kuruşluk Opera (B. Brecht) kahramanının sözleri hala kulaklarımızda çınlıyor. Mülksüzleştirme yoluyla barınma, nefes alma, su, eğitim ve sağlık haklarından mahrum bırakılan; mülksüzleştirme mekanizmalarına karşı koymaya kalktıklarında ise sürekli olarak ölçüsüz devlet şiddeti ile bastırılmaya çalışan –adına ne derseniz deyin– toplumsal kesimler söz konusuyken; asıl yolsuzluğun yasalar, Bakanlar Kurulu kararları ve yönetmeliklerle, yasaya uygun bir şekilde sürekli olarak yaşamımızın bir parçası haline geldiğini akılda tutmak gerekir. Bu çağrı elbette ki yolsuzlukları görmezden gelmek; ayakkabı kutularından çıkan milyonları sorun etmemek anlamına gelmemelidir. Sadece gelişmelere karşı tavır geliştirilirken yasal olanla olmayan arasındaki sınırın da sorunsallaştırımlası; yasal olanla meşru olan arasında zorunlu bir bağ kurmama yönünde bir çağrıdır.
Son bir not: vesayet mi siyaset mi?
Cemaat ile AKP arasındaki savaşla ilgili vurgulamak istediğimiz son bir nokta var. Cemaatin örgütlü olduğu görünen saldırısı gerçekten de feci bir tehlikeye işaret etmektedir. Yaşananları Türkiye’de siyasete vurulmuş bir darbe olarak kodlayan Türkiye, Yeni Şafak ve benzeri yayın organları operasyona karşı siyaseti savunmak gerektiğine dair “haklı” bir kaygıyı dillendiriyorlar. “Askeri vesayet gitti, yerine polis vesayeti geliyor” diyen yazarların kaygılarına ortak olmamak mümkün değil. Özellikle söz konusu operasyonun uluslararası bağlantılarının olduğu şüpheleri de son derece mide bulandırıcı. Tam da bu yüzden özgürlükçü bir sol siyasetin olan biteni keyif ve mutlulukla izlemesi mümkün değildir. Emniyet ve yargı içerisinde odaklanan grupların pek çok davada (KCK, Odatv vd) oynadıkları karanlık rol hala hafızalarda. Lakin hükümet yanlısı kalem erbabının kavrayamadığı ve kavrayamayacağı mesele Türkiye’de siyaset alanını daraltma niyetinde olan tek kurumun ordu ya da cemaat olmadığı; birlikte suç ortaklığı yaptıkları iktidar da siyasal alanı sistematik bir şekilde daraltmayı amaçlıyor. Tam da bu yüzden kendisini sivil ya da demokrat olarak adlandıran yazar tayfası özellikle son yıllarda sürekli olarak iktidarın anti-demokratik söylem ve uygulamalarını meşrulaştırmakla görevli memur sıfatını taşımaktan bir adım öteye gidemiyorlar. Yine tam da bu yüzden yazdıkları gazeteler ucuz propaganda ve karalama belgelerinden öteye gidemiyor. Katılımı, demokratik temsili, demokratik müzakereyi, ifade ve toplantı özgürlüğünü sürekli olarak dışlayan; her türlü muhalefeti kriminalize eden sınırları ve içeriği belirsiz bir ‘otantik temsil’i demokrasiyle eşitliyorlar. İstedikleri halksız, katılımsız, adaletsiz bir “demokrasi”. Hülasa, siyaset alanı daralıyor diyenlerin zaten istikballerini siyaset alanını daraltmakta olan kimseler olması da ülkemizin makul talihinin bir parçası olsa gerek.
Yine de bu noktanın altını çizmekte fayda var. Emniyet ve yargı içerisindeki odakların giriştiği bir operasyonda, CHP’nin şu anda yaptığı gibi, bu operasyonun peşine takılmanın, cemaat sempatisi geliştirmenin hiç zamanı değil. Özgürlükçü bir sol siyasi duruş böyle bir kriz anında hiç olmadığı kadar siyasete ve alternatif bir dünya tahayyülüne duyulan ihtiyacı dillendirmek durumundadır. Sadece yolsuzluğu, hükümeti ya da cemaati değil; tüm mülksüzleştirme mekanizmalarını karşısına alan, geleceğini mülksüzleştirilenlerin ortak mücadelesinde gören bir siyaseti savunmak.
DİPNOTLAR
[1] Kapital, ç. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam: 2011, s.687.
[2] Age. s. 688.
[3] Harvey, Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, ç. B. Doğan, Metis: 2012, s. 321.
[4] Age. s. 322.
[5] Age. s. 322.
[6] Yeni Emperyalizm, ç. H. Güldü, Everest: 2004, s. 123.
[7] Charles Tilly, Kolektif Şiddet Siyaseti, ç. S. Özel, Phoenix: 2009, s. 27.
[8] Charles Tilly, “War Making and State Making as Organized Crime”, Bringing the State Back In, ed. P. Evans vd., Cambridge University Press: 1985.
[9] Mark Neocleous, “Security, Liberty and the Myth of Balance: Towards a Critique of Security Politics”, Contemporary Political Theory, 6, 2006, s. 143.
[10] “Hükümet eliyle gayrımenkul köpüğü”, Refet Gürkaynak ile söyleşi, Ertan Keskinsoy, Express, 137, Ağustos-Eylül 2013. http://bilimakademisi.org/wp-content/uploads/2013/09/Express-137-Refet.pdf
[11] Ümit Akçay, “Hükümet-cemaat kavgası, inşaat odaklı birikim ve 17 Aralık krizi: bir dönemin sonu mu?”, 18 Aralık 2013, Başlangıç Dergi, http://baslangicdergi.org/hukumet-cemaat-kavgasi-insaat-odakli-birikim-ve-17-aralik-krizi-bir-donemin-sonu-mu-umit-akcay/.