Suriye’de IŞİD’ten Kaçıp, Ankara’da IŞİD’e Kiracı Olmak

5 Kasım 2014’te yaptığı açıklamada Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Türkiye’de yaşayan Suriye’den gelen mülteci sayısının 1 milyon 600 bini geçtiğini söylüyordu ancak Başbakanın tahmininin bu sayının oldukça üzerinde olduğu ilerleyen günlerde anlaşıldı. T.C. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının (AFAD) verileri Kurtulmuş’un açıklamasını desteklese de, Başbakan Davutoğlu 2 Aralık 2014’teki bir basın toplantısında en az 2 milyon mültecinin Türkiye’ye sığınmış olduğunu söyledi. Resmi istatistiğin yüzde 25 üzerindeki bir veriyi kamuoyuna sunmakla (Göç alanında çalışan bazı sivil toplum kuruluşlarının resmi olmayan tahmininin, 2 milyonun da üzerinde olduğunu belirtmek gerek) yetinmeyen Başbakan, bu 2 milyon mültecinin 400 bininin IŞİD yüzünden Suriye’yi terk etmek zorunda kaldığını, geri kalanınınsa Esad rejiminin vahşetinden kaçtığını ifade etti. Gerçekten de, IŞİD’in savaş aygıtını kurumsallaştırıp Suriye ve Irak’ta fetihlere girişmesinin ardından Türkiye’ye yönelen göç dalgası kuvvetlendi. IŞİD’in bir süredir içine hapsolduğu ricattan sıyrılıp yeniden fetihçi stratejileri uygulayabilecek kudrete ulaşarak Suriye-Türkiye sınırındaki yerleşimler üzerindeki tehdidini yeniden ortaya koyması halinde, 2014 yılındaki göç dalgasının 2015’te genişleyerek sürmesi de muhtemel. Suriye’nin doğusunda devletleşmeye çalışan IŞİD’in bölgesel bir egemen devlet haline geçmesi durumda bile, Suriye’nin kuzeyinde çeşitli ittifaklarla birlikte varlığını kalıcılaştırmak isteyen El Kaide’nin Suriye aparatı El Nusra Cephesinin ilerleyen dönemde IŞİD’inkine benzer saldırgan bir tutumla bölgeden yeni bir göç dalgası başlatma ihtimali de göz ardı edilmemeli.

AFAD’ın en son 7 Kasım tarihinde güncellediği verilere göre, kurum özellikle Türkiye’nin güney şeridinde yoğunlaşmış 22 mülteci kampını kontrol ediyor ve bu kamplarda toplam 221 bin 447 mülteci yaşıyor.[1] Resmi olarak Türkiye’de olduğu kabul edilen mültecilerin geri kalanıysa kentsel bölgelerde yaşamlarını sürdürüyor. Ancak ister kamplarda ister kentlerde yaşasınlar, Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan mültecilerin istisnasız tamamı hükümetin muğlak mülteci politikaları yüzünden günlerini korku içinde geçiriyor.

Haklar da belirsiz kamplar da

Suriye’den gelen mülteciler ile resmi makamların çapraşık ilişkisini düzenlemesi maksadıyla 22 Ekim’de yürürlüğe giren Geçici Koruma Yönetmeliği, ek düzenlemelerle desteklense de mülteci hakları ve devletin mültecilere karşı görevlerini eksiksiz bir şekilde ortaya koymanın oldukça uzağında. Sayısı 2 milyonu aşan mülteciler Türkiye’de hâlâ “misafir” olarak kabul ediliyor. Bu ön kabul, hükümetin geçici ve konjonktürel olduğu anlaşılan koruma tedbirlerinin, yasal statü öngörmediğini de kanıtlıyor. Üstelik vaat edilen ikincil yönetmeliğin ayrıntıları da henüz ortaya çıkmış değil. Şimdilik belirgin olan tek şey, mültecilere sağlığa erişimde tanınan haklar ancak bu hakların kapsamı da hem uygulamada hem de kâğıt üzerinde günden güne tırpanlanıyor.

Birleşmiş Milletler yetkilileri, yabancı diplomatlar veya dış temsilciler Suriye İç Savaşı gündemiyle Türkiye’ye yaptıkları her ziyarette, mülteci kamplarındaki imkânların ne kadar gelişkin olduğunun altını çizmeyi unutmuyor. Lakin uluslararası ve ulusal sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, lobi kuruluşlarının yetkilileri veya basın mensupları henüz kampların içine bizzat girebilmiş, koşulları yerinde inceleyebilmiş değil.[2] Hükümetin kamuoyu denetimini kamplardan ısrarla uzak tutmasına karşın, her nedense yaygın inanış haline gelen Türkiye’deki kamplarda koşulların son derece iyi olduğuna ilişkin uluslararası algının sebebini veya kaynağını anlamak güç.[3]

Kamplardaki maddi koşulların belirsizliği, Türkiye’de iktidarın mülteci politikalarını da karşı çıkılamaz hale getiriyor. Hükümetin tüm paydaşlara eksik enformasyonu kural olarak dayattığı ortamda, kamplardaki koşulların iyileştirilmesi veya kamplara alternatif olarak mültecilerin kentsel bölgelerde asgari koşullarda barındırılmasına yönelik kamuoyu çalışması yapmak veya lobi faaliyeti yürütmek anlamsızlaşıyor. Kamplardaki koşulları bizzat denetleyemeyen Amnesty International’ın (Uluslararası Af Örgütü) Türkiye’de yaşayan Suriye’den gelen mültecilere ilişkin hazırladığı raporda geçen şu pasaj, STK’ların nasıl önlerini bile göremeden siyaset üretmeye zorlandığını kanıtlıyor: “Kamplardaki koşulların kabul edilebilir düzeyde olduğu bildiriliyor. Her ne kadar çok sayıda diğer uluslararası ve ulusal düzeydeki sivil toplum örgütünün yanı sıra Uluslararası Af Örgütü’ne de mülteci kamplarına girme izni verilmemiş olsa da, Suriyeli mülteciler ve diğer güvenilir kaynaklar, kamplardaki fiziki koşulların iyi olduğunu teyit ediyor.”[4]

Mülteciler için elzem olan bir alanı, sağlığa erişim hakkını ele alalım. Sağlık hizmetlerine ücretsiz erişim hakkı, Suriye’den gelen mültecilere Eylül 2013’te tanındı.[5] Ancak AFAD yönergeleri veya hükümet kararnameleriyle bu hakkın tanınmış olması, uygulamada tüm mültecilerin sağlık hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlandığı anlamı taşımıyor.[6] AFAD verileri,[7] kamplar dışında yaşayan mültecilerin yalnızca yüzde 60’ının ücretsiz sağlık hizmetlerine erişmiş olduğunu gösteriyor. Bu veri AFAD yetkililerine göre, “onların [mültecilerin], hastanelerde gerekli olan kimlik kartlarına sahip olmamalarından” kaynaklıyor ancak resmi kurumlarla temas kurulması halinde önce yakalanıp gözaltına alınacakları, sonrasındaysa zorla mülteci kamplarına götürülecekleri korkusu yalnızca kayıtlı olmayan mültecilerce hissedilmiyor. Mültecilerin ezici çoğunluğu kamplar dışında yokluk içinde, asgari ekonomik ve sosyal şartların çok altında yaşamlarını idame ettirmeye çalışsa da, mülteci kamplarına götürülme olasılığı[8] onları dehşete düşürmeye yetiyor. Bu korkunun hissedildiği yerlerden biri de başkent Ankara’da, IŞİD’in örgütlenme bölgelerinden biri olduğu artık herkesçe bilinen ve binden fazla mülteciye ev sahipliği yapan Hacıbayram Mahallesi.

Mücahitler-mahalleli-mülteciler arasında sessiz uzlaşı

IŞİD’in militan toplamasıyla meşhur olan Hacıbayram’a Temmuz 2014’te yaptığım ilk ziyaret öncesinde kendimi en kötüsüyle karşılaşmaya hazırlamıştım. Özellikle Haziran 2014’ten itibaren mahalleden Suriye’ye doğru mücahit akışına ilişkin haber ve makalelerin basında yer almasıyla birlikte Hacıbayram’da gerilimin yükselmiş olduğunu tahmin ediyordum. Hatta bu yeni medya görünürlüğünün Selefi cihatçı hareketle alakası bulunmayan mahalle sakinlerini öfkelendirmiş olabileceği ve IŞİD sempatizanları/militanları ile mahallenin geri kalanı arasında ciddi bir tansiyonun var olabileceği varsayımlarıyla bölgeye adım attım. Fakat alanda yapılan kısa bir gözlem, mahallenin gerçekliğinin öngörülerimle örtüşmediğini gösterdi; yine de mahalledeki farklı gruplar arasındaki mutabakatı anlamam oldukça zaman aldı. Mücahitler, mahalle sakinleri ve Suriye’den gelen mülteciler arasındaki sessiz uzlaşının korku, hayatta kalma dürtüsü ve kazanç hırsına dayanıyor olduğunu çok sonra, hatta mahalleye aylar süren ziyaretler sonucunda anlayabildim.

Türkiye’nin geri kalanındaki tüm mültecilerden farksız biçimde, Hacıbayram’da yaşayanlar da resmi makamlarla her türlü temastan imtina ediyor. İdari tavrın ve politikanın şeffaf olmama hali, sağlığa erişim hakkıyla sınırlı kalmayıp çalışma hakkına, mültecilere yapılan yardımlara, güvenliğe, barınmaya ve diğer tüm yaşamsal haklara uzanıyor. Yasal statü ve tanınan haklardaki bu genel muğlaklık hali, mültecileri her daim çok daha temkinli, ürkek ve sessiz olmaya zorluyor. Yerel yaşama uyum sağlamaya çalıştıklarında dahi acımasız emek piyasaları onlara tipik bir emekçiden daha kötü muamele ediyor, çocuklar okula gidemiyor, yıkıntı olarak nitelendirilebilecek, dört duvardan ibaret evler içinse fahiş kiralar isteniyor.

Mahallede, Suriye’den gelen yaklaşık bin mülteci kamplara götürülmemek için uğraş verirken, bir yandan da IŞİD’in en aktif örgütlenme sahalarından birinde yoksullukla mücadele ederek hayatta kalmaya çalışıyor. Kulaktan kulağa dolaşan korkunç hikâyelerde, uzak akrabaların veya tanıdıkların kim oldukları bilinmeyen (çoğu sivil giyimli) devlet görevlilerince götürülüp zorla kamplara konulduğu anlatılıyor. Söylentilerle desteklendikçe katlanan bu korku, 9 Ocak Cuma günü yeni bir seviyeye ulaştı. Ankara Valiliğinin tahliye emri vermesiyle Anadolu’nun zorlu kış koşullarında, kendi yaptıkları derme çatma barakalarda ve çadırlarda yaşam savaşı veren mültecilerin bir kısmı yetkililerce götürüldü.[9] 8 Aralık 2014’te yapılan tespite göre, çocuk ve yaşlıların da aralarında olduğu 88 mülteci, kurdukları baraka ve çadırlarda kalarak Hacıbayram’da barınmaya çalışıyordu. 8 Aralık’tan 9 Ocak tarihine kadar geçen sürede bu sayı 175’e yükseldi. 175 kişinin tamamı, 9 Ocak’taki tahliye emriyle birlikte barakalarından alınıp Gaziantep Islahiye’deki AFAD kampına gönderildi. Mültecilerin kurdukları barınaklarsa yıkıldı. Tahliyenin akşamında, mahallenin Suriye’den gelen mültecilere ev sahipliği yapan bölümünde öfke ve keder birbirine karışmıştı; yine de mülteci kamplarından başka gidecek hiçbir yeri olmayan 900’den fazla mülteci, tahliye edilme sırası onlara gelene dek gönülsüzce mahallede yaşamayı sürdürüyor.

Hikâyelerin ortak noktası ayrımcılık

28 yaşındaki bir erkek mülteci, Hacıbayram Mahallesine sığınanların pek çoğunun o ya da bu şekilde paylaştığı kişisel hikâyesini şöyle anlatıyor: “Tüm bu savaş başlamadan önce Halep’te inşaat işçisi olarak çalışıyordum. Babamı, ağabeyimi, kız kardeşimi ve yeğenimi savaşta kaybettim. Nihayetinde 6 ay önce 4 çocuğum ve eşimle birlikte sınırı geçerek mülteci olduk. İlk birkaç ayımızı kamplarda geçirdik. Oradaki koşullar kötüydü ama bazı tanıdıklarımızın Hacıbayram’da yaşadığını haber alınca buraya geldik.” Hükümetin mültecilere yönelik sosyal yardımlarını sorduğumdaysa 4 çocuk babası adamın sözleri keskinleşiyor: “Yardım mı? Ne yardımı? Biz yardım falan almıyoruz ki. Buraya ilk geldiğimizde Belediyede bizi kaydettiler. Üzerinde fotoğraflarımızın olduğu, kimlik yerine geçtiğini söyledikleri kâğıtları verdiler. Sonrasında hayatta olup olmadığımızı kontrol eden bile olmadı.” Görüşme yaptığım diğer tüm aileler, aynı hikâyeyi farklı şekillerde deneyimlediklerini aktarıyor. Üç çocuk annesi genç bir kadın, “Kimse nasıl veya nerede yaşadığımızı umursamıyor. Ankara’ya geldiğimizden beri resmi makamlarla tek temasımız kayıt sırasında oldu” diye konuşuyor. Mevsimden ötürü en önemli ihtiyaç, yaşama alanlarının ısıtılması. Yine de, Hacıbayram Mahallesinde sürmekte olan kentsel dönüşüm projesi yüzünden yıkıntı halindeki evlerin molozları arasındaki tahtalar az da olsa yakacak gereksinimini karşılıyor. Ne yazık ki yiyecek bulmak içinse yıkıntılar doğru adres değil.

Emek piyasaları da oldukça zorlu, acımasız ve ayrımcı. Çalışma yaşamına ilişkin soru yönelttiğim tüm mülteciler lafa, göç dalgasının başlangıcından bu yana Suriye’den gelen mültecilerle özdeşleştirilen dilencilik konusunu açarak başlıyor. Evine yaptığım ziyarette bana zorlukla edindiği çayından ikram eden orta yaşlı bir erkek, “En basit işlerde, emeğimizle çalışmak istesek bile her seferinde sırf mülteci olduğumuz gerekçesiyle kovalanıyoruz. Hamallık veya inşaat işçiliği yapmamız bile istenmiyor. Bu yüzden fahiş ev kiralarını ödeyebilmek için utanç içinde de olsa dilencilik yaptığımız oluyor” diyor. Neredeyse Hacıbayram’daki tüm mülteciler gibi, o da ailesiyle birlikte 20 metrekareyi bulmayan, neredeyse yıkılmak üzere olan terk edilmiş bir evde yaşıyor. Çoğu 1930’lardan kalma bu evler, köşelerinden birinde soba kurulu bir salon (pek çok evde salonun bir köşesinde katlı duran süngerler, gece olunca yatak niyetine yere seriliyor ve salon yatak odasına dönüştürülüyor) ve kiracı şanslıysa mutfak yerine geçecek bir lavabo ile izbe bir tuvaletten oluşuyor. Kentsel dönüşüm kapsamında yıkım kararı alınmış bu evler, 150 ila 450 lira karşılığında Suriye’den gelen mültecilere kiralanıyor.

Savaş koşullarında geçirdiği 3 yılın ardından 40’ında gösteren 21 yaşındaki genç bir erkek Türkiye’de geçirdiği kısa sürede edindiği iş tecrübelerini öfkeyle anlatıyor: “Ne olursa olsun, tek istediğim düzenli bir iş sahibi olmaktı ama Ankara’da çalıştığım yerlerin tümünde aptal yerine kondum. Daha yeni yaşadığım olayı anlatayım. 15 gün boyunca, gece gündüz demeden araba yıkadığım iş yerinde, 2 haftalık emeğimin karşılığında işveren bana 200 lira vermeyi uygun gördü. Ne de olsa onu kimseye şikâyet edemeyeceğimi, hakkımı almak için hiçbir resmi makama başvuramayacağımı biliyor…” İkinci defa anne olan genç bir kadınsa ek işlerle ailesine baktığını anlatıyor. Haftada birkaç defa mahalleye gelen kabzımallar bir kamyon patates veya soğanı boş bir araziye boşaltıyor. Genç kadın ve eşi gün boyu tonlarca sebzeyi ayıklayıp çürüklerle sağlam olanları birbirinden ayırıyor. Her ikisine bir günlük sebze ayıklama karşılığı ödenen ücretse 40 lira. Ayda bu yolla 350-400 lira arasında kazandıklarını belirten kadın, hiç değilse kiraya yetecek parayı dilenmeksizin edinebildikleri için mutlu olduğunu aktarıyor. Yine de çocukların ve kendi karınlarını doyurabilmek için eşiyle birlikte her gün başka işler aramayı sürdürmek zorunda.

IŞİD mülteci etti, IŞİD’e kira ödüyorlar

Hacıbayram Mahallesinde dikkati çeken ayrıntılardan biriyse, Ankara’daki pek çok Suriye kökenli mülteciden farklı olarak, mahalleye son aylarda yalnızca Halep ve İdlib’den değil, başka bir adresten de düzenli bir mülteci akışı gerçekleşiyor olması. Mahallede tanıştığım ailelerden en az 10’u, Ağustos 2014’ten itibaren Kilis’e açılan Öncüpınar sınır kapısının (Uluslararası camiada Bab al-Salam sınır kapısı olarak biliniyor) yaklaşık 6 kilometre güneyinde bulunan stratejik bir kasaba olan Azaz’dan kaçarak Hacıbayram’a geldiklerini söylüyor. Ancak bu ailelerin Hacıbayram’daki varlığı, kendileriyle aynı dönemde mülteci olmak zorunda kalan Suriye sakinlerininkinden daha büyük bir trajediye işaret ediyor.

2013’ten beri Hacıbayram’da yaşayan mülteciler, muhalif gruplarla Esad rejiminin iki cephesini oluşturduğu, 2011’de başlayan iç savaş yüzünden Suriye’den ayrılmak zorunda kaldı. Ankara’ya yakın zamanda Azaz’dan gelenlerin göçme sebebiyse bölgedeki ağırlığını 2013’ten itibaren yükselten IŞİD. Üstelik Azaz’daki evlerinden IŞİD yüzünden ayrılan mülteciler, kendilerini göç yoluna iten örgütün mensuplarına kira ödemek zorunda. Kentsel dönüşüm tehdidi altındaki mahalleye yeni gelen ve umutsuzca barınak arayan mülteciler, kendilerini IŞİD’in yarı zamanlı mücahitliğini yapan[10] (Hacıbayram’daki pek çok IŞİD mensubu, yılın çeşitli dönemlerinde Türkiye’deki kendi işlerinde çalışıyor, bazı dönemlerse maaş ve prim karşılığı savaşmak üzere IŞİD’e katılıyor) kişilerin el koyduğu evlerde oturur ve IŞİD mensuplarına kira öderken bulmuş. Yürürlükteki kentsel dönüşüm planı yüzünden eski sahiplerinin Ankara Büyükşehir Belediyesine terk ettiği evlerin aslında yıkılmış olması gerekiyordu. Ancak mahalledeki tüm tapuları toparlayamayan Belediye yıkım işini tek seferde kotarmak istiyor. Ara ara mahallede yıkımlar olsa da (Belediyenin yıktığı en önemli yapı, artık mahalleliyi orada istemediğinin en anlamlı göstergesi olarak algılanabilecek ilkokul binasıydı. Okulun yıkılması çocuklarını okutacak bir yer kalmayan mahallelinin bölgeden çıkışını da hızlandırdı) pek çok eski ev, bazıları yarı yarıya yıkıntıya dönmüş olsa da, barınak olarak kullanılmaya elverişli.

Kentsel dönüşüm IŞİD’e kâr kapısı oldu

Belediye mahalledeki proje için hazırlık yaparken boşta kalan evleri sahiplenen, bir başka deyişle boş evlere el koyan IŞİD mensupları, bölgeye yönelen mülteci akışını kazanca çevirmeyi başarmış ve evleri mültecilere kiraya vermeye başlamış. Böylelikle, savaşla birleşen kentsel dönüşüm projesi mahalledeki IŞİD yanlısı ailelere yeni bir geçim kaynağı üretmiş. Kısacası, Hacıbayram’a sığınan mültecilerin, binlerce ailenin topraklarını ve evlerine terk etmesini sağlayan fasit daireyi, Hacıbayram’da örgütlenen yarı zamanlı IŞİD üyelerinin masraflarını ödedikleri kiralar yoluyla finanse ederek güçlendirmekten başka çaresi olmamış.

Suriye’den gelen mülteciler kendilerine sorulduğunda ev sahiplerinin kim olduğuyla ilgili konuşmaktan kaçınıyor, hatta ev sahiplerini tanımadıklarını, kiraları belli başlı kişilerin topladığını aktarıyor. Fakat Hacıbayram sakinleri terk edilmiş evler üzerinden kimlerin kazanç elde ettiğini çok iyi biliyor (Elbette onlar da bu konuda konuşmaktan kaçınıyor). Suriye’den gelen mültecilerle IŞİD yanlıları arasındaki bu alışılagelmedik ilişki, mahalledeki sessiz ve çok katmanlı uzlaşının da asıl sebebi. IŞİD mensupları kentsel dönüşümün boşalttığı evlerden kâr ettiği sürece, mücahitleri karşısına almak istemeyen mahalle sakinleri mültecilerle aynı mahalleyi paylaşmaktan duydukları hoşnutsuzluğu açıkça ifade etmemeyi tercih ediyor. Diğer taraftan IŞİD mensupları elde ettikleri kazançtan ötürü mültecileri umursamıyor. Mültecilere gelince; onlarsa zorlukla bulunmuş barınaklarını muhafaza edebilmek için kendilerini Suriye’deki evlerinden etmiş örgütün mensuplarına kira ödeyerek yaşamayı kabullenip sessizliklerini koruyor.

Azaz’da ne oluyor?

Hâlihazırda El Nusra Cephesinin alt örgütü olarak faaliyet gösteren Liva Aşifat el-Şamal’ın (Uluslararası kaynaklarda Liwa Asifat al-Shamal veya the Northern Storm Brigade isimleriyle geçiyor) kontrolündeki Azaz kasabası, 23 Temmuz 2012’de Esad egemenliğinden çıkarak Özgür Suriye Ordusu tarafından “özgürleştirilmişti.” O tarihten bu yana kasaba pek çok farklı gücün kontrolü altına girdi. Suriye’nin doğusundaki egemenliğini perçinleyen IŞİD, birkaç defa El Nusra etkisi altındaki bölgelere yönelik hamleler yaptı. Liva Aşifat el-Şamal yoluyla Azaz’a hâkim olan El Nusra’ya ve güneydeki Mara’yı elinde bulunduran Liva el-Tevhit’in (El Nusra’yla birlikte çalışan bir başka örgüt) desteğine rağmen Eylül 2013’te Azaz’ı ele geçirmeyi başaran IŞİD, coğrafi koşullar ve savaş hattının değişmesinin ardından Azaz’ı kendi isteğiyle elden çıkardı.

Bölgeyi ziyaret eden araştırmacılara göre, IŞİD’in Azaz’daki güçlerini çekip kasabanın kontrolünden vazgeçmesi tamamen zamanlamayla ilintiliydi. Aralık 2014’te Azaz’da üç gün geçiren araştırmacı Jawad Al-Tamimi bu süreci şöyle özetliyor: “2014 Şubat sonu itibarıyla cephe hatları öyle bir çizilmişti ki, Azaz IŞİD’in kontrolü altındaki bölgeden uzağa düşüp izole oldu. IŞİD bu yüzden stratejik bir ricat uyguladı ve kasabayı daha önce de elinde tutan Liva Aşifat el-Şamal’a bıraktı.” Al-Tamimi’ye göre bu geri çekilmenin sebeplerinden biri de devlet oluşturma çalışmalarına odaklanmaktı: “Gerçekte IŞİD’in stratejik ricatının önemli sebeplerinden biri de devlet yaratımı sürecine odaklanmaktı. Merkezine güçlü kentsel yığınakların bulunduğu Rakka’nın oturduğu devlet Halep’in doğu bölgeleriyle Güney Hasaka’yı da kapsayacaktı.”[11]

Çifte trajedi büyüyebilir

IŞİD son iki aylık süreçte, özellikle de Kobane’deki kuşatmanın kırılmasının ardından, askeri başarısızlıklarla boğuşsa da, Kuzeybatı Suriye’ye, yani Halep’in kuzeyindeki kırsal kesime hâkim olan mücahit örgütler, IŞİD’in El Nusra üzerine gelecekte yapabileceği bir hamlede Azaz ve çevresinin çok önemli olduğunu düşünüyor. Öncüpınar Sınır Kapısına bakan Azaz’ın ele geçirilmesiyle Suriye’deki Esad rejimi karşıtı pek çok mücahit örgütün ikmal hatlarının Türkiye’den Halep’e uzanan ikmal hatlarının kesilmesi mümkün. Son aylardaki askeri başarısızlıklara karşın IŞİD Azaz’a yaklaşık 20 kilometre ötedeki en geniş askeri yığınağının bulunduğu Dabiq kasabasını hâlâ elinde tutuyor, öte yandan Azaz’ın 15 kilometre doğusundaki IŞİD hattı da zarar görmüş değil. Dolayısıyla örgütün yeni bir hamleyle batıya doğru, Azaz’ı da ele geçirmek üzere yeni bir fetih harekâtı başlatması olasılıklar dâhilinde. Ocak ayında Sawran’daki El Nusra güçleri ile Mara’daki Liva el-Tevhit kuvvetlerine yapılan cılız saldırılar, bu harekâtın planlamasında kullanılacak öncüler olarak değerlendirilebilir. Bu senaryonun gerçekleşmesiyse, Türkiye’ye ve hatta Hacıbayram’a yeni bir mülteci akışının meydana gelmesine, dolayısıyla yukarıda bahsedilen fasit dairenin kuvvetlenmesine yol açabilir. Suriye’deki ihtilafın yakın zamanda son bulacağına ilişkin herhangi bir emare henüz bulunmazken, öyle görünüyor ki Orta Doğu’da 2011’de ortaya çıkan, ölümle iç içe geçmiş bu yeni savaş ve göç dalgası daha hâlâ girizgâh safhasında.

 

DİPNOTLAR

[1] Yaklaşık 4 ay önce ortaya konan bu veri AFAD tarafından güncellenmemiş olsa da hem kampların hem de kamplarda barınan mültecilerin sayısı arttı. Suruç’ta 35 bin kişi kapasiteli yeni bir kamp oluşturulurken, kentlerde kalan mültecilerin zorla kamplara götürülmesiyle de 221 bin 447 olarak belirtilen kamplar nüfusu yükseldi.

[2] İlk olarak İngilizce yayımlanan bu makaleye gelen geribildirimlerden biri, uluslararası STK’ların kamplara erişebildiği, dolayısıyla aktardığım bu bilginin mesnetsiz olduğu yönündeydi. Eleştiride bulunan kişi Katar Emirliğinden bir heyetle birlikte, görev yaptığı Katar tabanlı sivil toplum kuruluşunu temsilen kamplarda incelemelerde bulunduğunu belirtti. Bana da bu notu düşmek kaldı; görünüşe göre Türkiye’de hükümet yetkilileri, basın ile kampların durumunu objektif biçimde değerlendirebilecek STK’ları kamplara almazken, Orta Doğu’da Türkiye’yle birlikte pek çok silahlı örgüte destek vermekle eleştirilen Katar Emirliği himayesindeki örgütler kamplara girebiliyor. Buna ek olarak, İnsani Yardım Vakfı (İHH) gibi İslami eğilimleri bilinen bazı kuruluşların da kamplara erişebildiği ileri sürülüyor.

[3] Bazıları bunun bir damage control, diğer bir deyişle hasar kontrolü/yara savunması stratejisi olduğunu düşünüyor. 6 milyona yaklaşan Suriye’den çıkışın maliyetini karşılayan ülkelerden biri de Türkiye. Dolayısıyla bu maliyeti karşılaması karşılığında, bizatihi Türkiye’nin bu göç dalgasının ortaya çıkışına olan katkısı veya kamplardaki koşullar tartışılmıyor.

[4] Af Örgütü aynı raporda, STK’ların insani yardım dağıtmasının önlenmeye çalışıldığından şu ifadelerle söz ediyor: “Uluslararası Af Örgütü’ne, kayıtlarını tamamlamış olan uluslararası sivil toplum kuruluşlarının Suriyeli mültecilere yardım malzemesi dağıtmalarının engellendiği; bunun yerine malzemeleri dağıtılmak üzere AFAD’a teslim etmeleri şartı getirildiği aktarıldı.” (Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler, 20 Kasım 2014, Amnesty International)

[5] Hükümet Suriye’den gelen mültecilere sağlık hizmetlerine ücretsiz erişim hakkını ilk olarak 9 Eylül 2013’te tanıdı. Bu hakkın kapsamı ve koşulları, Ekim 2014’te yürürlüğe giren Geçici Koruma Yönetmeliğiyle belirginleştirildi. Bazı durumları kapsamayan sağlığa ücretsiz erişim hakkı, kronik hastalıklar veya sürekli tedavi gerektiren rahatsızlıklar için geçerli değil.

[6] Türk Tabipleri Birliğine (TTB) göre, Suriye’den gelen mültecilerin ücretsiz sağlık hakkına erişimini engelleyen faktörlerin başında dil engeli ile ek tedavi masrafları geliyor. TTB bu sorunların yanı sıra mültecilerin kendilerini sağlık kurumlarının sunduğu hizmetlerden mahrum etmesinin bir sebebinin de, bu hak konusunda yeterince bilgilendirilmemeleri olduğunu belirtiyor. Meslek örgütüne göre ne sağlık personeli ne de mülteciler haklarının kapsamını yeterince bilmiyor.

[7] AFAD’ın Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler 2013 Saha Araştırmaları Raporunda ortaya koyduğu veriler, kamplar dışında yaşayan kadın mültecilerin yüzde 58’inin erkeklerinse yüzde 60’ının en az bir kere ücretsiz sağlık hizmeti aldığını gösteriyor: “Sağlık hizmetlerinden yararlanan, kamplar dışında yaşayan mültecilerin oranının azlığı, hastanelerde gereksinim duyulan kimliklere sahip olmamalarıyla bir ölçüde açıklanabilir. Ancak AFAD yetkilileri, sağlık hizmetine ihtiyaç duyan kamplar dışında yaşayan mültecilerin bir şekilde yardıma eriştiklerini belirtiyor.”

[8] Kamplardaki koşullar basın ve STK’lar tarafından bilinmese de, kimi raporlar kamplarda yaşayan mültecilerin kendilerine kamp dışında yaşamlar kurmak istediklerini ileri sürüyor. Basında çıkan haberlerde, bozulmuş gıdalar, düşük yaşam standartları, çoğunlukla arkasında kamp çalışanlarının olduğu organize hırsızlık vakaları, Arapça veya Türkçe dillerinin zorla öğretilmesi ve genel güvenlik düzeyi ile kısıtlamaların, mülteci kamplarını cezaevlerine dönüştürdüğü belirtiliyor ve bu sayılan sebeplerin mültecilerin kamp dışına çıkmak istemesine yol açtığı ifade ediliyor. ANF’de yer alan 18 Ocak tarihli bir habere göre, başka bir kampa yerleştirilen, daha önce AFAD’ın Diyarbakır’daki kamplarından birinde yaşamış bir Kobaneli tepkisini, “Burada yerdeki çamuru yiyeceğimi bilsem dahi AFAD’a asla geri dönmeyeceğim” sözleriyle ortaya koyuyor. ANF’nin haberinde, 18 Ocak 2015 itibarıyla altı yüz ailenin AFAD’ın YİBO’daki kampından ayrılıp kentsel bölgelere yerleşmek için yetkililerden izin istediği de aktarılıyor. Cumhuriyet Gazetesinde çıkan 18 Ocak 2015 tarihli bir başka haberdeyse, insan kaçakçılığının AFAD kamplarında çok yaygın olduğu, 2 ila 3 bin dolar karşılığında genç kadınların seks kölesi olarak satıldığı, Karkamış mülteci kampında kalmış şahitlerin ağzından aktarılıyor.

[9] AFAD, Hacıbayram Mahallesindeki bilinen ilk denetimini Aralık 2014’te gerçekleştirdi. Çok geçmeden mahalle, birkaç yüz metre ötede kurulu bir binada görev yapan Valinin de dikkatini çekti. 8 Ocak’ta mahalleyi bizzat ziyaret eden Valinin tahliye emri vermesi bekleniyordu. Ancak protestolar sonrasında idare fikir değiştirdi. Valilikle bir toplantı yapan mülteciler, idareyle kısmi bir çözüm üzerine anlaşmayı başardı. Vali kışı geçirmeleri için mültecilere yardımda bulunmayı kabul etti. Yani mülteciler kendi kurdukları barakalarda en azından bir süre daha yaşayabilecekti. Ancak 24 saat geçmeden bu şifahi anlaşma bozuldu. Ertesi sabah 308 mülteci (175’i kendi kurdukları barakalarda ve çadırlardı yaşıyordu) bölgeden tahliye edildi ve AFAD’ın Gaziantep Islahiye’deki kampına götürüldü.

[10] IŞİD’in Hacıbayram’daki örgütlenmesine ilişkin “Part-time jihadists of Turkey still enroute to Raqqa” başlıklı bir başka makale dogueroglu.com adresinde bulunabilir.

[11] Araştırmacı Aymenn Jawad Al-Tamimi 18-22 Aralık tarihlerinde Azaz’da bulundu ve alan gözlemlerini Middle East Review of International Affairs (MERIA) Journal’a yazdı.