Ayrıntı Dergi’nin bu sayısının dosyasını hazırlarken, odağımızda 1915’in durmasını istiyorduk; fakat konunun Türkiye’deki tartışılma biçiminin sığlığı, meseleyi salt tarihselleştirme ekseninden de uzak durmamız yönünde bir motivasyon yaratıyordu bizde. Çünkü aşırı tarihselleştirme, meselenin cılkını çıkarırcasına ve hiç utanmadan, konuyu siyasal niteliğinden uzaklaştırıyordu ve uzaklaştırmaya da devam ediyor. Ayhan Yalçınkaya’nın Ankara Siyasal’da gerçekleştirilen “Cumhuriyetin Korkuları; Korku Cumhuriyeti” sempozyumunun açılış konuşmasındaki tarifiyle “Zaten Ermenileri de biz katletmedik ki! Şimdi bizden ne isteniyor ki? Tarihçiler otursun tartışsın işte güzel güzel!” diyen bir algı ve zihniyet biçimiyle karşı karşıyayken, görev ve yükümlülüğümüz de ilk olarak meseleyi olabildiğince siyasallaştırabilmek olarak görünmüştü. Fakat Giorgio Agamben, elinizdeki derginin üçüncü sayısında yayınladığımız “Tanrı Ölmedi, Paraya Dönüştü” başlıklı mülakatında, şimdiye erişimi mümkün kılan tek şeyin geçmişin bilgisi olduğunu söylüyordu. Asla gerçek bir erişim olanağına sahip olmadığımız, mutlaklaştırılmış bir ‘şimdi’ye sıkışıp kalmışlığımızı göz önünde bulundurunca, sorunun tarihte değil de tarihçiliğin bir biçiminde olduğu ve neden söylememeli, Türkiye’deki tarihçilerin kahir ekseriyetinin nesnelerine, kelimenin Edward Said’deki anlamıyla, ‘inşa edici’ bir konumdan yaklaştıkları kendiliğinden görünürlük kazanıyordu. Her inşa etkinliği gibi, burada da ‘kavramlar’ retorik bir seferberliğin malzemesine dönüştürülerek, kökensel yerlerini terk etmeye zorlanıyorlardı.
O halde tarihçiliğin bir biçimi eleştiri konusu yapılmalı ve Walter Benjamin’in nasihatine kulak verilerek, tarihin havı tersine taranmalıydı. Şimdiye erişimimiz açısından Ermeni Soykırımının inkârı elbette önümüzde duran tek demir kapı değil; fakat önümüzdeki açılmaz kapıların birer birer açılması yolundaki en büyük engellerden bir tanesi olduğu da aşikâr. Çünkü bu husustaki duyarlığımız bir kenara, bu çalışma sırasında kendi adıma ilk yüzleştiğim konu kendi cehaletimin boyutları oldu. İkinci olarak da bu defa duyarlığımız da işin içinde olmak kaydıyla ve tam da bu sözüm ona duyarlık biçiminden beslenen bir biçimde inşa olan öznelik biçimimizin, siyasal yelpazenin neresinde duruyor olursak olalım, bir tür şımarıklıkla malûl olduğuyla sarsıcı bir yüzleşme… Ne zaman utançtan söz etsek, şımarıkça, “Biz neden utanalım ki!” biçiminde yükselen itirazdan söz ediyorum. Sanki Eski Ahit’e referansla konuşan bir Yahudi’ymişim de “Ben babaların günahlarını çocuklara yüklerim” sözünde eklemlenen kipi dile getirmişim gibi, karşımda son derece Hıristiyan’ca, günahlarımızın bağışlanmış olduğunu duyuran bir temsilci, ‘evrensel olanın’ bir temsilcisi varmış gibi… Buna benzer bir ifade, yalnızca tek bir keresinde, kendimi gerçekten bağışlanmış hissetmeme sebep oldu. Adıyaman’daki Mor Petrus Kilisesinde tanıştığım Harputlu bir Süryani olan Yusuf Amca, önce gözlerime bakıp, sonra da “Sen neden utanasın yavrum” diyerek boynuma sarıldığında… “Biz neden utanalım ki” değil, “Siz neden utanasınız ki” kurtarabilir ancak ruhumuzu, kurtarabilirse, bir parça. Oysa bu konumda bile rol çalmaya pek heveskârız ve ister Müslüman olduğumuzu ileri sürelim, isterse de sosyalist, gerçekte son derece Kemalist bir öznellik evrenimizin olduğunu açığa çıkaran olgulardan biri de bu meseleyle sözünü ettiğim şımarıklık dâhilinde ilişki kurmamızdır. Temsil edilemeyenin temsiline soyunmak, Edgar Allan Poe’nun muhteşem öyküsü Çalınan Mektup’ta anlatıldığı biçimiyle şımarık bir iktidar oyunundan ötesine işaret etmez ve son derece oryantalist bir tutumdur. Ne yani, Türk ve Müslümansınız diye oryantalizmin yalnızca nesnesi mi olabilirsiniz? Oryantalizm her şeyden önce bir iktidar rejimidir. Bu bakımdan, tarihin havını tersine taramak, biraz da öznelik kiplerimizin gerisin geri iptalini içermek zorundadır. Çünkü nasıl ki sahte Müslüman tam da “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” dediği için komşusu açken kendisi tok yatabilir duruma gelir; aynı şekilde, sözüm ona duyarlıklarımızdır zaten asla erişemediğimiz bir şimdiyi mutlaklaştırmaya hizmet eden. Buradaki mesele bir ‘imgenin’, insanların kendileri hakkındaki imgelerinin canlı tutulmasından ibarettir; eylemi çağırmaz. Böylelikle ahlak ya da etik de eylemle sınanmadığı için soyut bir evrensellik içerisinde hükümsüz kalıverir.
Modernist siyasetin öznesi işte bu hükümsüz öznedir. Modern siyaseti tarifleyen temel nitelik de bu özneye, dolayısıyla da ‘Ben’e yaptığı vurgudur. Elbette temel siyasal düzenlemeler de buna eşlik etmiş, modern siyasetin temellerinden biri ‘birey’ olmuştur. Devletler, egemen oldukları topraklarda, en azından spekülatif düzeyde, kolektif kimlikleri değil, hukuksal bir statüye sahip olduğu varsayılan bireyleri esas almışlardır. ‘Halk’ kavramındaki Antik Yunan’dan kalma belirsizliğe (demos, hem siyasetin meşruiyet kaynağıydı hem de aristokratların yanı sıra ve onlarla gerilim içinde varolan bir grubun adıydı) bir belirsizlik daha eklenmiştir: Halk hem bir yekûna hem de tikel bireylere işaret etmeye başlamıştır. Böylelikle kolektif kimliklerin parçalanması, kolektif kimliğin artıklarının ‘bireyleştirilmesi’ oyunuyla tamamlanır. Adeta ‘kılıç artıkları’ yurttaş olmaya hak kazanırlar. Modern Hukuktan başka güvenceleri kalmamıştır. Bu anlamda modern Türkiye Devleti’nin hakiki yurttaşları, paradoksal bir biçimde, gayrimüslimler olmuşlardır; çünkü bir tek onlar, varlıklarına saf hukuksal bir yer aramak zorunda kalmışlardır. Bulundukları yere başka hiçbir bağla değil, yasayla bağlanmak, ‘saf birey’ olarak kendi varoluşunu yasadan başka hiçbir şeye dayandıramaz duruma sürüklenmek… Hukuksal bir yurttaşlık bağından başka hiçbir bağı kalmamış olanlardır hakiki manada yurttaş olanlar. Hukuk kümesinin tam, yeterli ve edimsel elemanı olabilmek için, başka kümelerin de elemanı olabilmeye imkân tanıyacak her türlü nitelikten soyutlanmış olmak gerekir. Elbette bu soyutlamanın geride bıraktığı şey, çıplak biyolojik yaşamdan başka bir şey değildir.
Bizzat onların durumu, ‘yasal bağ’ın hayatla bağ kurmaya yeterli olmadığını da açıkça ortaya koyar. Başka her türlü nitelikten ayrı olmak, bu konumdaki insanları aynı anda Hukukun nötrlüğüyle doldurur; yani onları siyasetin dışına atarak her türlü çıplak iktidar uygulamasının nesnesi haline getirir ve bu anlamda, hukuk, gerçekten de tarafsızdır. Tarafsızlığıyla yarattığı tarafsız bölgede, kendilerine her şeyin yapılabilir olduğu kutsal insanlar üretir. Hiç görmediğimiz, ama tarihin havını tersine taradığımızda, zamana ve tarihe inat dost ve kardeş olduğumuzu gördüğümüz artık yaşamayan Ermenilerin varoluşlarının bütünüyle hukuki bir sorun olarak inşa edilmesinin gösterdiği şey, insani varoluşun bütünüyle hukukileştirilmesinin bizzat insani varoluşa ve siyasete son verdiğidir. Bugün bizlerin de topyekun başımıza aynı şeyin geliyor oluşu, kaderin bir cilvesi değildir elbette. Bizzat mevcut yönetim biçiminin temel paradigmasının temellerinin Soykırımla ve inkârla atıldığı anlamına geliyor bu. O halde aşırı hukukileşmeye karşı siyaseti savunmak, yalnızca güncel bir mücadele açısından değil, ayrıca toprağın altından çığlıkları yükselen Ermenilere borcumuzu ödememiz açısından da büyük bir anlam taşımaktadır.