Dünyada giderek varlığını ve ağırlığını hissettirip yeryüzünün hemen hemen her alanında egemen olmaya çalışan küreselleşme ve yenidünya düzeni barbarlarının karşısında yine de bir güç olduğunu düşündüğüm başta işçi sınıfı olmak üzere bütün emekçilerin düşüncesi Sovyetler’de sanatsal anlamda da bir görüşü olduğunu Toplumcu Gerçekçilik’le (Sosyalist Realizm) göstermiştir. Bazıları bilinçli biçimde bunu görmezden gelse de geleceğimiz, sanat, edebiyat adına yapacağımız yeni çıkışlar için bu birikimden çıkarmamız gereken sonuçların olduğunu düşünüyorum. İşte bu yüzden Toplumcu Gerçekçilik’i daha iyi kavramamız ve anlamamız için Sovyet Devrimi öncesi ile Devrim sonrası duruma (kısa da olsa) bir kuşbakışı yapmak gerekiyor. Yoksa bu alan bir labirent olur önümüzde, biz de içinden çıkamayız bir türlü. Bu bağlamda Marksist estetiği incelerken iki dönemle karşılaşırız. Sovyetler’deki 1934’e dek olan “birinci dönem” ile bundan sonraki “ikinci dönem”.
Birinci dönemde salt sanat eseri ile ekonomik yapı arasındaki ilişki araştırılmış ve bu ilişki bütün boyutları ve katmanlarıyla öne çıkarılmıştır. 1934’e kadarki dönemde kesin bir parti anlayışı yoktur. Lenin’in “parti edebiyatı” üstüne çok önceden kaleme aldığı yazılara karşın. Aksine her türlü edebi ve sanatsal yansıma, akım kabul görmüştür. Rus biçimciliğinden fütürizme dek birçok akımdan söz etmek olasıdır. Bunda, kölecilikten kapitalistliğe kadarki tüm toplumsal, sosyal ve ekonomik evrelerde “üstyapı-altyapı” diyalektiği bazında üstyapı içinde yer alan sanatın, edebiyatın kısacası kültürün, örneğin hukuk gibi çerçevesinin çizilememesinin etkisi vardır. Çünkü üstyapılar içinde doğası gereği özgür olan -göreceli de olsa- edebiyat gibi güzel sanatlar olmuştur. (Eğitimin, öğretimin araçları olan kitapları bunun dışında tutmak gerekir. Çünkü bunların egemenler tarafından belirlenmiş olmazsa olmaz kuralları ve kalıpları var.)
Bu dönemi daha iyi kavramak için yine Lenin’e dönmemiz gerekiyor. Çünkü o, yazarın parti buyruğunda olmasını istemiştir 1905’te kaleme aldığı bir yazısında. “Partili yazarlar partiye karşı kayıtsız şartsız sorumlu olmalıdır.” O dönemin sınıf mücadelesi ve özgün koşulları düşünüldüğünde bunun yanlış olduğu savlanamaz. “Bütün parti yazını hem parti kongresine hem de partinin yerel ya da merkez örgütlerine bağımlı olmalıdır,” demesi, artık çelişkilerin netleştiği ve safların ayrıştığı süreçtir ve gereklidir anlayışının sonucudur. “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” isimli makalesinde, “Edebiyat davası,” diyor, “tüm proleter davanın bir parçası olmalı, bütün işçi sınıfının tüm bilinçli öncüleri tarafından harekete geçirilen, birleşik büyük sosyal demokratik makinenin dişlisi, çarkı ve vidası olmalıdır.” Burada yinelemekte bir sakınca görmüyorum, demek ki edebiyatın, sanatın kendisi değil, edebiyat ve sanat yapıtları amaç için araç olabilir, doğasına uygun, çünkü bunları yaratanların kesinlikle bir görüşü ve tarafı vardır. Olmaması olanaksızdır. Çünkü “sanatın belki de başka hiçbir alanında ideolojik çatışma edebiyattaki kadar kesin değildir,” diyen Şolohov çok haklıdır. (Yazının “kalem” örneğine bakıldığında bunun ne kadar doğru ve gerçekçi olduğu daha da iyi anlaşılacaktır. Yani edebiyat ve sanat yapıtının içeriği bütünüyle araçtır, taraftır ve ideolojiktir.) Bunun tersini savunmak ve iddia etmek bir tür ikiyüzlülüktür en masum ifadeyle.
“Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun hürriyeti, aslında maskelenmiş, ya da kendini maskeleyen bir bağımlılıktan başka bir şey değildir. Biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğün maskesini çekip alıyoruz. İşte, yırtıp atıyoruz sahte bayrakları. Sınıflar dışında bir sanat ve edebiyat yaratmak için değil, ama özgür olduğu iddia edilen, gerçekteyse burjuvaziye bağımlı olan ikiyüzlü edebiyatın karşısına gerçekten özgür ve proleteryaya açıkça bağımlı bir edebiyatı yaratıp çıkarmak için,” demesi Lenin’in kişisel bir isteğinin ve beklentisinin sonucu değil, tarihsel ve toplumsal bir gerçekliğin de sonucudur. Çünkü sınıflardan bağımsız bir edebiyat ve sanat ancak komünist toplumda sağlanabilecektir.
Günümüzde ve bence de “Önemli olan, bizim sanat hakkındaki fikrimiz değildir. Önemli olan, sanatın ülkemizdeki milyonlarca insan içindeki birkaç yüz, birkaç bin kişiye ne getirdiği değildir. Sanat, halkın malıdır. Sanat, büyük emekçi kitleleri içinde iyice derinlere kök salmalı. Bu kitleler tarafından anlaşılmalı. Sevilmeli. Bu kitlelerin duygularını, düşüncesini ve iradesini birleştirmeli, bunları üstün bir seviyeye çıkarmalı. Bu kitleler içindeki sanatçıları kamçılamalı, geliştirmeli! İşçi ve köylü kitleleri kara ekmeği bulamazlarken, bir avuç azınlığa şekerli ve zarif bisküvi vermek olur mu?” (Lenin.)
İkinci dönemde ise Sovyet Devrimi’ne, düzenin oturmasına dönük bir resmi sanat anlayışı belirmeye başlamıştır. Böylece doğasında var olan özerkliği göz önünde bulundurulmuş olmasına karşın “kalıplar ve kurallar” yine de egemen olamamıştır. İşte bu resmi sanat anlayışının adı olarak karşımıza Toplumcu Gerçekçilik (Sosyalist Realizm) çıkıyor. Marx’ın “maddi üretim araçlarına hükmedenler, manevi üretim araçlarına da hükmederler,” saptamasına uygun biçimde gerçekleştirilenler yine de edebiyat, sanat alanında kalıpçılığı, kuralcılığı içinden çıkılamayacak bir çerçeve gibi sindirmiyor, kabullenmiyor. Yaratılan ortama ve yaşama uygun olarak kendi kurallarını kendi koyuyor. Bu yüzden yazarlar nasıl yaşıyorlarsa öyle yazıyor ve yansıtıyorlar.
1. Sovyet Yazarlar Kongresi (17 Ağustos 1934) Sovyet Yazarlar Birliği çağrısı ile başlatılmıştı ve 15 gün sürmüştü. Bu kongreye o dönemin ünlü yazarlarıyla yeni yazarları katılmışlardı. Köylüler, işçiler kongre süresince toplantılara katılıp konuşmaları dinlemişlerdi. Söz alıp dilek ve önerilerini onlara söylemişlerdi.
O yıllarda kongreyi dinleyici olarak izleyenlerden Simonov, oyun yazarı ve şair Anatoli Safranov fabrika işçisiyken bu kongreden sonra edebiyat ordusuna katılmış, katılmakla da kalmayıp sıçrama yapmıştır.
Kongrenin ana amaçlarından biri küçük küçük topluluklar hâlindeki yazarları bir araya getirip bir örgütte birleştirmekti. Böylece kültür ve sanat alanındaki kalkınma, toplumsal gelişim daha özgün ve etkili bir yol izleyebilecekti. M. Gorki bu amaçla ilk olarak 1. Kongre’de “Sosyalist Realizm” (Toplumcu Gerçekçilik) yöntemini ortaya atmıştır.
Yalnız, burada bir saptamayı göz ardı etmememiz gerekiyor. Sosyalist Realizm, Gorki’nin kişisel çabalarından çok tarihsel bir zorunluluktur. Gorki, belki de yalnızca isim babası olarak akımı zamanından önce ortaya çıkarmıştır. Sosyalist Realizm’in kuramsal olarak ortaya çıkamamasının en büyük etkenlerinin başında ardı ardına çıkan dünya savaşları gelmektedir. Sosyalist Realizm, gerçekçiliğin vardığı bir aşama olarak savaşlar çıkmadan önce kendini kanıtlamış olmasına karşın dünya savaşlarından soğurduğu roman, öykü, şiir vs. sanatsal yapıtların gölgesinde kalmıştır, denilebilir. Yalnız Lukacs’ın bu akıma ilişkin eleştirilerinin bir bakıma hiç doğru olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü, onun gözden kaçırdığı bir gerçeklik var. O da şu: Kapitalist ülkelerde çok az farklılıklarla bir yöntem olarak önemsenen eleştirel gerçekçilik karşısında kapitalist egemenliğin içinde var olmaya çalışan emekçi yığınların da yöntemi yine Sosyalist Realizm olmuştur. Bu yöntemin Sovyetler Birliği’nin devrimi ile başlayıp onunla gövermiş, meyvelerini vermiş ve onunla yıkılmış olduğunu düşünmek, bu akımı böyle bir alana hapsetmeye çalışmak hiç de doğru değildir.
Yine Gorki’nin daha çok yazdığı kitaplardan, yaptığı konuşmalardan ve “küçük burjuvalar”, “iki kültür”, “Tek başına yaşayan kurt: Şerit”, “kültür ustaları kiminle berabersiniz”, “aşk, ölüm”, “bir aydına cevap”, “dar kafalı insan ve fıkralar” başlıklı makalelerinden, ayrıca “Kültür-Edebiyat” ile ilgili yazılarından soğurduğu bir kavram olarak da biliniyor, fakat o bu yöntemi özgür yaşamasından, toplumla ilişkilerindeki türlü deneyimlerinden çıkarmıştır. Yani Sosyalist Realizm’i yoktan var etmemiştir. İnsanlığın sınıflara bölünmesiyle birlikte, her üretim biçiminin bir üstyapı olgusu olarak bir sentez oluşturmuştur denilebilir. Sosyalist yönetimin gereksinim duyduğu “yeni insan”lar için devrimci, değiştirici ve dönüştürücü yazarlara bu yöntemi önermesi de bu bakış açısından kaynaklanmıştır. Gorki’ye göre, edebiyat; toplumun genel sorunlarından ayrı düşünülemezdi. Halkın yaşamından soyutlanamazdı. Ki bu gerçeklikleri bugün bile yadsımak olanaksız. İlk kongrenin hem hazırlayıcısı hem de başkanı olan Gorki’nin önerdiği Sosyalist Realizm yöntemi toplumla ilişkisi oranında değer kazanmış ve karşılık bulmuştur. İnsanın insanı sömürmesi ortadan kalkmadığı sürece de bu yöntem hiç bir biçimde ortadan kalkmayacaktır. Fakat tabii ki Gorki’nin ve ardıllarının zamanındaki gibi değil, kuşkusuz. Değişim kadim olduğuna göre.
Şimdi burada bazı alıntıların gerekli olduğunu düşünüyorum ve bu alıntıları da akımın isim babası Gorki’den yapmak istiyorum.
“Günümüzün kahramanı, “halk kitlesi”nden olan insan, kültür işçisi, partinin üyesi, mektup yazan işçi, köylü, asker okuma odasının başı, idareci görevi yüklenmiş emekçi, köylerde çalışan köy öğretmeni, genç hekim ve genç ziraat mühendisi, “tecrübeli” ve eylemli köylü, icatlar yapan işçi, genellikle halk kitlelerinden olan insandır! Dikkatinizi en çok halk kitlesi üstünde, içindeki kahramanların yetiştirilmesi üstünde toplamalıyız,” der Küçük Burjuvalar adlı makalesinde. Gerçekten de edebiyatçının, sanatçının işlevlerinden biri budur. Önü kesilmiş, bilinçlenmesi engellenmiş, gerçekleri görme ve bilme, kendisi olmadan uzaklaştırılmış insanların bilinçlendirilmesi asli görevlerinden biridir yazarların, sanatçıların. Bu anlamda elbette ki didaktiklik kaçınılmaz oluyor. Yoksa yalnızca var olanı, var olanın nedenlerini, yani nedenlerden çok sonuçlar üstünde durmayı dil oyunlarıyla aktarmanın, dillendirmenin bir işlevi olmayacağı kuşku götüremez. İşte bu yüzden o, “Ben öğretici olmayan sanat tanımıyorum, öğreticilik işinin okuyucunun muhayyilesi, aklı ve iradesi üstünde sanat tarafından yapılan etkiyi azaltabileceği düşüncesinde de değilim” der, Dar Kafalı İnsan ve Fıkralar makalesinde. Şimdi, gerçek yazar ve sanatçıların safında ve tarafı oldukları insanları kendileri ve gelecekleri için bilinçlendirmelerinin edebiyat ve sanat yapıtları aracılığı ile olmayacağını söyleyenlerin aslında en iyi taraf ve kendi tarafları için yapmayacaklarının, düşünemeyeceklerinin, başvurmayacakları yöntem ve hilelerin hep akıllarında ve gözlerinin önünde olduğunu bilmeliyiz, asla da unutmamalıyız.
Yine o, “Hâsılı, çeşitli ilimler öğreten bu kursa devam etmeğe ben “gerçeğin okulunda çıraklık” adını vereceğim. Öğretme hakkımı yeteri kadar sağlam bir temele dayandığını söyleyeceğim,” der. Ve sonra “Sosyalist Realizm, eski dünyadan arta kalanlara, bunların çürütücü etkilerine karşı savaşmayı ve bu etkiyi ortadan kaldırmayı amaçlar. Ama sosyalist gerçekçiliğin asıl amacı sosyalist devrim anlayışını ve yaşam bilincini uyandırmaktır.” diye yazar “Sosyalizm ve Kültür”de. (Konuk Yayınları, 1978)
Bütün bunlar gösteriyor ki sanatın, edebiyatın kendisi araç değil, sanat ve edebiyat yapıtlarındaki “içkonu”lar araçtır.
Birinci Sovyet Yazarları Kongresi’nde “parti-edebiyat” sorunu ile birlikte başta Jdanov olmak üzere Gorki, Buharin, Radek toplantıya katılmışlar, “yeni insan” ve “yeni kültür” ile yeni yaşamın anlayışına yönelik yapıtların nitelikleri üzerinde durmuşlardır.
“Sınıf kavgası çağında sınıf edebiyatı olmayan, taraf tutmayan, tarafsızlık iddiasını sürdüren bir edebiyat olamaz ve olmaz,” diyen Jdanov; genelde bu gün için de haklıdır. Elbette ki sınıf mücadelelerinin ulusal ve evrensel boyutları geçmişteki gibi yetkin ve etkin olmasa da sınıfsal çıkarları doğrultusunda yaşamlarını sürdürenlerin her alanda taraflılığı önemsedikleri bir gerçektir. Toplumcu Gerçekçilik yöntemi aslında burjuvaziyi alt edip kendi düzenini kurmaya çalışanlarla, bunu başarmışların, yani emekçi yığınların sosyalist düzenlerinin edebiyat akımı değil yalnızca. Bütün sınıflı toplumların akımıdır.
Toplumcu Gerçekçilik anlayışına karşı duranların gerekçelerinden biri de şudur: Biz sosyalist devrim yapmadık ki bu akım bizi ilgilendirsin. Çünkü bu böyle bir devrimi yapmış olanların resmî edebiyat akımıdır. Bizim için olsa olsa eleştirel gerçekçilik veya toplumsal gerçekçilik söz konusu olabilir. Şimdi, eleştirel gerçekçilik tam anlamıyla gerçekçilikten kopuş sayılmakla birlikte gerçekçilik akımına önemli katkılar yapmıştır. Bu asla yadsınamaz. Yalnız toplumsal sorunları, çelişkileri yansıtan bir yöntem olmaktan öteye geçmeyişi de. Çünkü bu yöntemi içselleştirmiş olanlar genel anlamda eleştirdiği veya yapıtlarında dillendirdiği olumsuzlukların sorumluları (egemenler vs.) karşısında müdahil, muhalif ve mücadeleci olmazlar. Yalnızca aktarırlar, çözüm önermezler. Olması gerekenleri es geçerler. Bu akımın ve ötekilerin zenginliklerinden ve olumlu yanlarından elbette ki yararlanılır, fakat tek yöntem, üstelik de en doğrusu olduğunu iddia etmek nesnellikten uzaklaşmak olarak geçiştirilemeyecek bir söylemdir.
Bazı yazar ve sanatçıların günümüzde miadını doldurmuş gibi göstermek istedikleri ve bu konuda bin dereden su indirdikleri toplumcu gerçekçilik, ne yazık ki ülkemizde de ciddi bir tartışmadan geçirilmemiştir. Zaman zaman dergilerin ve bazen de kimi yazarların kıyısından köşesinden şöyle bir irdelediği bu akımla ilgili çeviri kitaplar var tabii. Çoğunluğu makale türündeki bu çalışmalar ancak ilgi duyanlar ve bazı yazarlar tarafından biliniyor, okunuyor. Ahmet Oktay’ın “Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları” adlı çalışması ise bugüne değin konuya uzmanlık derecesinde yakınlığı olanlar tarafından bile nesnel olarak değerlendirilmediği gibi ciddi biçimde okunduğu da söylenemez. Tabii bu okuma kitabın gerçekten ses getirdiği dönemde söz konusu, fakat günümüzde ise unutulan kitaplar arasında olduğu da bir başka gerçeklik. Oysa A. Oktay, kaynakları nesnel olarak vermek gibi bir çabanın ötesinde kapsamlı çalışmasında bu akımın yalnızca Sovyetler’le sınırlı kalması gerektiğini, başka ülkelerdeki yazar ve sanatçılar için pek de bir şey ifade etmediğini dillendirdi. Bu yaklaşım pek de özgün ve yeni bir yaklaşım değildi oysa.
Bir kere toplumcu gerçekçiliği eski Sovyetler’le bütünleştirmek ve böylece kapitalist veya yoksul güney ülkelerinde (kısacası sınıflı toplumların tümünde) geçerliliği olmayan bir akım gibi göstermeye çalışmak yanlıştır. Çünkü bu anlayış “sosyalist olmayan ülkelerde toplumcu gerçekçiliğin yapılamayacağı” düşüncesinin bir sonucudur. Toplumcu gerçekçilik yerine, ulusal kimi özelliklerin yapıtlarda yer almasından dolayı (yukarıda toplumcu gerçekçiliğin ve bu akıma bağlı yazarların bu konudaki görüşlerini kısaca da olsa vermiştim) “Toplumsal Gerçekçilik” gibi bir kavram önerilmiştir. Özellikle Polansky ve ondan etkilenen Attila İlhan ulusal kimi özelliklerin yapıtta yer almasından dolayı Toplumcu Gerçekçilik yerine “Toplumsal Gerçekçilik” gibi bir kavramı önemsemiş ve benimsemiştir. Yer yer açıklamaya çalışmışlar. Fakat derinlikli olarak bu kavramı bir yönteme dönüştürememişlerdir. Çünkü kişilerin önermesiyle yöntemler, akımlar ortaya konulmuyor. Oysa Toplumcu Gerçekçiler sanatın ve edebiyatın özü gereği “ulusal olması da gerektiğini bilirler zaten. Bu bağlaşıklığın dayanağı ise her ulusun geçirdiği evrim içinde kendini belirleyen tarihsel koşulları yansıttığı gerçeğidir. Bu yüzden “Toplumsalcı Gerçekçilik” asla “Toplumcu Gerçekçilik”in yerini alamaz, dolduramaz.
Şimdi toplumsal gerçekçilik veya Toplumsalcı Gerçekçilik asla Toplumcu Gerçekçilik’i karşılayacak bir akım veya yöntem değildir. Kapitalist bir toplum sanatında düzenin eleştirilmesine dönük bir akım olan “Eleştirel Gerçekçilik”i kısmen kapsayan ve kısmen de aşan özellikleri, yönleri bulunduğu iddia edilse de değiştirmeyi ve dönüştürmeyi önermediğinden, salt aktarmakla yetinen bir öze sahip olmasından dolayı egemen edebiyatın ve sanatın bir söylemidir… Çünkü toplumsalcı yazar, düzeni eleştirmekle yetinir. Olması gerekeni aktarmaz, söylemez. “Kültürde ulusal özerklik” şiarlarıdır. Siyasal, sosyal tavır koymaz ve siyasal savaşım vermezler bu anlayışı içselleştirmiş olanlar. Sınıfsal durumları ne olursa olsun bu anlayışa yatkın ve yakın olan yazarlar, sanatçılar sınıfüstü, ideolojisiz edebiyat ve sanat gibi söylemlerle gerçek düşüncelerini ve amaçlarını gizlemeye çalışırlar. Konformisttirler. Bukalemunluk en belirgin özelliklerindendir. Bazıları da “kültürde ulusal özerklik” çevresinde düşüncesini ulusal kahramana bağlılıktan, dolayısıyla da kurulu düzenden yana koyar, söyleminde ve yapıtlarında ise bunu örtmek çabası vardır.
Neden peki?
Bir kere her ülkenin kendine özgü olan koşulları edebiyatı ve sanatı için de geçerlidir. Şairlerin, yazarların kendilerini ifade etmeleri için seçtikleri yöntemler, akımlar bir başka ülkenin şair ve yazarlarının yöntem ve akımlarıyla örtüşse de farklılıklar taşırlar. Bu doğaldır.
Doğal olmayan yöntem ve akımları bir fabrika ürünü gibi değişmez ve aynı görmektir. Bizim gibi ülkelerde Toplumcu Gerçekçiliği yansıtması için yazarın, sanatçının ille de toplumcu olması gerekmiyor. Doğru, Eleştirel Gerçekçilik aynı zamanda toplumsal yaşamın özünü yansıttığı için bir önem taşır, fakat bu âdeta bir ayna tutmaktan öteye geçmediğinden bir teslimiyetçiliği, uzlaşmacılığı da beraberinde dayatıyor. Bu tür akımlar ve yöntemler yalnızca egemenlerin yararınadır o kadar. Çürümüşlüğü, insanlıkdışılığı aktarmak yetmez. Bunların yanında nedenleri ve yerine geçmesi gerekenleri de aktarmalı bir yazar, bir sanatçı.
Burjuvazinin ilerici rol oynadığı dönemde gerçekçilik onun çıkarınaydı. İlerlemesini ve egemen olmasını sağlıyordu. Fakat süreç içinde gerçekçilik karşıtını oluşturdu. Yani toplumsal gelişmelere paralel olarak değişik biçim ve içerikler kazandı. Böylece egemen olan burjuvazinin aleyhine döndü. Burjuvazi egemenliğini kaybetmeye başladı. “Kendi düzenine zarar verdiği için” reddetmek zorunda kaldı. Bu aşamada burjuva düzenine karşı cephe olan “Gerçekçilik” âdeta “Eleştirel Gerçekçilik”e dönüştü. Genelde bu akım burjuva düzenini eleştirir, fakat onun yerini alacak olan sınıfı “küçük burjuva karakteri”nden dolayı görmezden gelir. Bu yüzdendir ki proleter devrimler çağında yerini “Toplumcu Gerçekçilik”e bırakmak zorunda kaldı.
Küreselleşmenin ve globalizmin her cepheden zengin kuzey ülkeleri adına yoksul fakat yine de ayakta kalmaya çalışan güney ülkelerine, hatta dünyanın altmışa yakın ülkesine saldırdığı bir dönemde, edebiyatı ve sanatı bunlara karşı bir silaha dönüştürmemek, büyük düşünmemek insanlık kavgasının bir yanını zayıflatmaktan başka bir şey değildir. Çünkü eleştirel gerçekçilik ile toplumsal gerçekçilik için tam da bir karşıtlık olan Gorki’nin, “Edebiyat için tehlikeli bir şey var: Ulusal sınırları aşamamak. Yalnız kendi küçük halkı için yazmak. Edebiyat asıl bütün bir halk için yazıldığı zaman amacına ulaşır,” sözlerini anımsatmak istiyorum. Çünkü bir yazarın, şairin yazma aracı yalnızca anadili olabilir, fakat yazın ve düşünce coğrafyası sadece ülkesi değil bütün dünyadır. Dillendirdiği ise yalnızca kendi halkı değil bütün dünya halklarıdır. Çünkü bir yazarın, şairin, sanatçının çabalarından biri de yalnızca halkını okutmak, ona okuma alışkanlığı kazandırmak değildir. Bunun için çalışmaksa asla. Onun kültür düzeyini de yükseltmesi gerektiğini bilmelidir. Bu edebiyatçıların, sanatçıların işidir de aynı zamanda.
Dünyadaki toplumsal sorunları, ekonomik çelişkileri, sömürüleri, işkenceleri, savaşları, toplu öldürmeleri, emperyalizmi “ölüm hâlindeki kapitalist köleliği ayakta tutabilmek için, vahşette, hunharlıkta ve suçta sonuna kadar gitmeye hazır.” (Lenin) olan küresellik ve global liberalist maskeli, yenidünya düzeni söylemli(!) vahşi kapitalist birliktelikleri gölgelemek amacıyla eğlendirici olmaktan, halkın cinsel duygularını gıdıklamaktan başka özelliği olmayan, düşünceden, düşünmekten ve insanlıktan uzak, sorumsuz, başıboş bir edebiyatla insanların maddi ve manevi çöküntülere sürüklendiğini görmezden gelebilir miyiz şimdi? “Böylece yozlaştırılan insanlığın sesi, soluğu ve kavgacısı olmayacaksa edebiyat, edebiyatçı ne zaman olacak?” diye eğri oturup doğru düşünmeliyiz.
Yaşamdan şiir, öykü, roman ve güzel sanatlar olarak soğurduklarımız yaşamın içindendir. Bunlara genel olarak “dışkonu” diyelim. Dışkonular yaşamın dışında değildir. Yazarlar, sanatçılar içselleştirdikleri “dışkonu”ları “içkonu”ya dönüştürürlerken yalnız ve özgürdür, fakat yaratılarının birebir “dışkonu”yla örtüşmeyeceğini de bilirler. Sonuçta öyle veya böyle bir gelecek tasarısının olması gereken dizgelerindendir yazarların, sanatçıların çabaları. Bu yüzden hepimizi ilgilendirir. Çünkü bizimle ilgilidir yaptıkları ve yapacakları. Seçimlerimize ve eylemlerimize yansıyan her türlü dillendirme ve yaratı, içine doğduğumuz tüm gerçekliklerin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Sanatçının, yazarın, emekçinin, burjuvazinin, bankacının, reklamcının vs. bilincinde yaşamı biçimlendirme, dönüştürmeye ve değiştirmeye dönük bir güç olarak durur. Hepsi de çıkarlarına ve yaşamlarına uygun olmayan durumlara karşı düşüncelerini, tavırlarını ve isteklerini ortaya koyar. Bundandır ki “nasıl yaşıyorsak öyle düşünmek” zorundayız. Genelde sanatçılar, yazarlar bizi nasıl düşünmüşlerse, neyi bize uygun görmüşlerse, yani tasarladıkları yaşama ve düşünceye çağırırlar. İster açıktan açığa isterse örtülü yapsınlar bu gerçeği değiştirmez. Yazar, sanatçı farkında olsa da olmasa da, istese de istemese de hayatı, çağının bir parçasıdır. Başka bir deyişle, kendilerinden daha büyük bir toplumsal ve tarihsel bütünün parçasıdır. Bu yüzden hayatı ve düşüncesi durağan değildir. Devingenlik gösterir. Geçmiş, şimdi ve gelecek bizim dışımızda akıp giden bir nehirdir adeta. Böyle olunca sanatçının, yazarın hayatındaki her şey, her duygu, düşünce içselleştirdiği veya soğurduğu her “dışkonu” ne denli öznel olursa olsun, tarihsel, toplumsal, siyasal ve geçimsel bir öz taşır. Öyleyse sanatın ve sanatçının ideolojisiz olduğunu düşünmek, savlamak gerçekten bir saflık olarak görülemez, görülmemeli de. Bunun bilinçli bir taraflılık ve karşıtlar için kullanılan bir koz olduğu bilinmelidir. Bu ara da ideolojisiz gibi görünen sanat ve sanatçı, edebiyat ve edebiyatçı olabilir yalnızca. Bunlar da sonuçta düzeni tüm “yabancı-tehlikeli” ideolojilerden arındırmak çabasında olan egemenlerin dilekleri ve istekleri paralelinde akıp giden gerçeklikler karşısında ayak diremeye çalışanların boşuna olan çabalarıdır. Çünkü gerçekte sanat ve edebiyat kurulu düzenlere yerleşmiş, düşünmeyen, düşünmemeyi öneren insanların değil, yarını arayan insanların ellerinde biçimlenir. İşte bunun bilincinde olan erk ve egemen edebiyat anlayışlarının savunucuları bütün olanaklarını kullanarak gerçek sanatçıların, yazarların önlerini kesmeye çalışmaktadırlar. Dilekleri olmayan bir sanat ve edebiyattır egemen edebiyat sanatı ve edebiyatı.
Toplumcu sanatçının, yazarın olan biteni oluş ve olacak olana göre kavramaya çalışması ayağını yere çok sağlam basmasının sonucudur. Öyle veya böyle ideolojik düşünmek ve üretmek zorundadır. Varlığı ve geleceği taraf olmasına bağlıdır. Bu yüzden yarına açık insanı amaçlar, düşünür. Yaşamda var olmanın eylemcisidir. İnsanlığın geleceğini tartışandır toplumcu gerçekçi sanatçılar ve yazarlar.
Sanatı, edebiyatı ekonomik yapıya bağlamak Marksist estetiğin temelidir. Çünkü Marksizm ekonomik teori üzerine oturmuş bir tarih felsefesidir. Marksizm’in özünü oluşturan tarihi maddeciliğin öngördüğü toplum aşamaları şunlardır:
İlkel toplumlar, kölelik üzerine kurulan toplumlar, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm. Üretim güçleri ve üretim yapan sosyal grupların birbiriyle ilişkisi o toplumun ekonomik yapısını oluşturur. Bu ekonomik yapı altyapıdır. Üstyapı belirler. (Ahlaki, hukuki, dini görüşler, sanat ve edebiyat vs…) Sanat ve edebiyat üstyapının bir parçası olarak egemen ideolojiyi yansıtır. Bilinçli veya bilinçsiz egemen sınıfın çıkarına hizmet eder. Kişileri egemen ideolojiden uzaklaştıran veya ona yakınlaştıran en etkili alanların başında sanat ve edebiyat gelir. Her ne kadar kendi içyasaları olsa da edebiyat yapıtı sınıf çıkarlarını dillendiren ideolojik çekim merkezleridir.
Edebiyatın ve sanatın işlevi nedir?
Konumuzla bir ilişkisi yokmuş gibi görünse de bu soru, ideolojik bir öze sahip sanatın ve edebiyatın bilinegelen sorularından ve sorunsallarından biridir. Bir kere sanatçıların ve yazarların öyle veya böyle bir düşünceleri, görüşleri vardır. Ot olmadıklarına göre, bütün davranışları, düşünceleri, giyinişleri, aşkları bile ideolojiktir. Neyse. Bu soruya anlaşılır bir yanıt olması bakımından kalem örneğini vermek istiyorum.
“Kalemin işlevinden yola çıkarak sanatın, edebiyatın da işlevini saptayabilir miyiz?” diye düşünmeden edemiyorum. Araçlar ve aletlerle belirli işler yapıp, o işle ilgili amacımıza hizmet ettiklerine göre, onlardan yararlanabilir miyiz? İşte aynı zamanda bu sorulara da karşılık olması bakımından şimdi kalemi ele alalım.
Şairler duygularını dillendirmek, öykücüler ve romancılar kurgu veya yaşamdan soğurduklarını anlatmak, bakkallar alacaklarının hesabını tutmak, inşaat mühendisi daha özgün yapılar, plânlar yaratmak, öğretmenler öğrencilerine bilgiler yazdırmak, hâkimler “suçlu”lara verdikleri “ceza”ları onaylamak için kullanırlar kalemi. Bu dizgeyi siz istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Yalnız birileri de göz çıkartmak için kullanabilir kalemi. Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şu: aslolan niyet.
Sanatın, edebiyatın da bir işlevi olamaz mı? Bu günümüze kadar tartışılagelen ve sorulan bir soru. Bir kez daha sormak ve yanıt bulmak yanlış mı peki? Sanat ve edebiyat ne için, nerede kullanılır? Ne işe yararlar? Gerekli midirler?
Sanat, edebiyat eğitir, öğretir. Heyecan, zevk verir. İyi veya kötü duygular aşılar. Cinsellik öğretir. Arzu uyandırır. Bilgilendirir. Kültürlü yapar. Teslimiyetçi, kaderci, uzlaşmacı ya da direnişçi yapar. Yani sanat ve edebiyat insanı etkiler. Sanat, edebiyat bu gibi alanlarda insanı yönlendirir. Yönlendirmiş ve etkilemiştir de. Bununla ilgili verileri, örnekleri yadsıyamayız. Kendimizi veya başkalarını kandırmamızın bir yararı yok kimseye. Kimi vakit geçirir, kimi bilgi edinir. Kimi uykusu gelsin diye okur. Kimi de görüntüyü kurtarmak için alır bu yapıtları. Kimi, inancına, kavgasına, sevdasına bilgi cephesinde yarasın diye okur şiirleri, öyküleri, romanları, kısacası kitapları. Buna başka başka nedenler eklemek de olanaklı. Sınıf bilinci için de okuyanlar vardır elbette. Klanına, cemaatine, örgütüne adam kazandırmak için de edebiyattan, sanattan yararlanılır. “Amaca aykırı kullanmaktır bu tür yaklaşımlar,” denilir. Kalem örneğine dönelim ve anımsayalım. Kalemin de kullanıldığı alanlara bakarsak türlü türlü sonuçlara ulaşabiliriz. Biri duygularını aktarmak, öteki de göz çıkartmak için kullanır. Arkeolog insanın uygarlık düzeyini saptamakla, savcı suç aleti olarak. Bunlar çoklukla kalemin asıl işlevi olmaz.
Çünkü asıl işlev diye bir şey olmadığını hepimiz iyi biliriz. Hele hele sınıflı toplumlarda bu daha da bir anlam, içerik ve görecelik taşır. “Neden?” diyeceksiniz: Aletleri, kullanmak için yaparız aslında. Düz bir söylem, fakat gerçek bu işte. Aletleri, araçları belli sonuçlar almak için, belli yerlerde kullanmak için yaparız. Yani ihtiyaçtan yapmışızdır onları. Kaldı ki sanatı ve edebiyatı tek bir amaç için kullanamayız. Yok böyle bir şey. Bu tür kafa bulanıklığı ve kavram karmaşası egemen edebiyatın sanatçılarına ve edebiyatçılarına yarasın diyedir. Sınırları ve ilkeleri kendi doğası gereği kendinden kaynaklansa da sanat ve edebiyatın çoklu amacı ve işlevi var. Biri duygularını açıklamak için yazar, öteki dilek ve isteklerde bulunmak için. Ben politik kaygılarla yazarım. Sen ulusal, dini duygular uyandırmak için yazarsın. Kimi güldürmek ister, kimi de ağlatmak. Amaca bakarak sanatın, edebiyatın işlevini belirleyebiliriz. İşlev, zamana, topluma ve gerçekliklere bağlı olarak devingenlik gösterse de. Demem şu ki, bir aracın niteliğini daha iyi kavramak istiyorsak, onun hangi amaca uygun kullanıldığını bilmemiz gerekir. Yani aracı amaç belirler. Amaçsız bir araç olmadığı gibi amacı olmayan bir bilgi, bir sanat, edebiyat da yoktur. Olmadı da zaten. İstesek de istemesek de aile çevresi, sinema, televizyon, tiyatro, radyo, bilgisayarlar, internet, gazeteler, kitaplar, afişler, dergiler, bilbaordlar vs. insan yetiştirmede ve yönlendirmede kullanılan araçlardır. İnsan yapımında kullanılan her şey, ama her şey yapmak istenilen insan türüne uygun olmak zorundadır. Her ne kadar edebiyatın, sanatın bir okul gibi, eşya ve mal üreten bir firma, fabrika gibi önceden belirlenmiş çerçevesi, modeli, kural ve reçetesi, yasası, kalıpları olmasa da işlevleri vardır, yadsınamaz.
Toplumcu gerçekçiliğin işlevi ve amaçları var mı?
Elbette ki toplumcu gerçekçiliğin amaçları ve işlevi vardır, olması da gerekir. Bunları şöyle özetlemek olasıdır: Toplumcu gerçekçiliğin bir amacı toplumu doğru kurma doğrultusundaki mücadelesidir. Yeni bir toplum düzenini kurmak için gerekli insan niteliklerini bulup çıkarma bir başka amacıdır. Müdahil olduğu sınıfın ve emekçilerin dünya bakışı ile içerden betimlemeler yapar. Bütün gücünü yepyeni bir geleceği kurmaya adamış, ruh ve ahlâk yapıları bu özellikleriyle belirlenmiş insanları içerden yansıtmaktır. Gerçek bir olabilirlikten çok daha etkin ve yetkin bir akımdır. Sahte burjuva bilincine karşı sahici bilince uygun bir estetikten, işçilikten yanadır. Gerçekçiliğin dural ve değişmez olmadığını bilmektir. Tükenmez bir öze sahiptir. Sürekli bir değişime sahip gerçekliği soğurmanın hiç de kolay olmadığını bilir toplumcu gerçekçiler. Toplumu hem bütünlüğü içinde hem de gelişim çizgisine göre yansıtmayı amaçlar. Gerçekliğin doğru yansıtılmasına önem veren yalnızca Marksist estetik olduğundan toplumcu gerçekçilik bunun gereğini yerine getirir.
Edebiyat bir yaratıcının yorumu ve dillendirmesiyle insanı ve onun doğal/toplumsal çevresini yansıtır. Onlara dair bazı bilgileri sunar. Yani gerçekliği öznel bir açıdan kavramamıza yardım eder. Kuşkusuz, edebiyatın sunduğu sanatsal gerçeklik (içkonu) doğal/toplumsal gerçeklikten kaynaklanır (dışkonu) ama ona indirgenemez. Çünkü onunla aynı değildir, seçilmiş, ayıklanmış, yer yer değiştirilmiş, kısacası edebiyatın mantığına göre düzenlenmiş bir gerçekliktir. Gerçekliği, dolayısıyla insan varlığını daha derin, daha geniş ve yoğun olarak sunan bir gerçekliktir, toplumcu gerçekçilik.
Sınıflı toplumlarda sanat ve edebiyat bir üstyapı unsuru olarak sermayeye ve onun egemenlerine hizmet ettiği halde, tarafsızlık, edebiyatın, sanatın ideolojisiz olması yönündeki söylemler kandırmaca ve yalandır. Toplumcu gerçekçilik bu yalanı ve kandırmacayı tersyüz etmektir.
Toplumcu gerçekçilik, bütün yeteneklerini ve güçlerini yepyeni bir geleceği kurmaya adamışların edebiyat ve sanat alanındaki yolculuklarının belirgin ve aydınlık yoludur. Tabii yetenek ve kişilik bir insanın yaradılış özellikleri olabilir, fakat bunların gelişmesi ya da gelişmeyi başaramaması yazarın çevresiyle olan alışverişine, kendisiyle öteki insanlar arasındaki ilişkilere bağlıdır.
Toplumcu gerçekçilik, kendinden önceki akım ve yöntemleri bütünüyle emeğin ve işçi sınıfının zararına olan yönleriyle de bilmektir. Ve bunları bilmek nereye doğru gittiğini de bilmektir aynı zamanda. İşte bu yüzden toplumcu gerçekçi yazarlar, sanatçılar hayatta gördükleri ve yapıtlarında yansıttıkları çelişkilerin nereye varacağını bilirler. ■