COVID-19 pandemisinin ilk dönemlerinde internette yaklaşan iklim krizi felaketinin gerçek boyutunu trajik bir biçimde sergileyen bir mim ile karşılaştım. Görselde insanlığı simgeleyen bir dalgıç deniz yüzeyine doğru yüzerken COVID-19’u simgeleyen bir köpek balığı tarafından kovalanıyordu, ancak bu köpekbalığını yaklaşan ekonomik krizi simgeleyen daha büyük bir köpekbalığı takip ediyordu, en derinde ise iklim değişikliğini temsil eden prehistorik dönemlere ait devasa bir köpekbalığı yer almakta ve tüm diğer canlıları yutmak üzereydi.
Bugün karşı karşıya olduğumuz iklim krizine dair en ufak bilgi kırıntıları dahi, yukarıda bahsettiğim görseli doğrular biçimde, insanı dehşete düşürmeye yeten cinsten. Bu dehşete, 2011-2013 yılları arasında dünyayı kasıp kavuran isyan dalgasının uzun yenilgisinin sonuçlarını eklediğimizde, gidişatın yön değiştirme ihtimali olmadığını düşünerek atalete düşmek tek seçenekmiş gibi kalıyor. En azından, bu ataletten uyanıp harekete geçmek; yeniden bir kolektif eylemliliğin yükselip, ancak bu sefer bir şeyleri gerçekten dönüştürebildiği bir moment yaratmak mümkün mü ki sorusu akla geliyor. Yine de, eğer bu soruya olumsuz bir yanıt vermeye meyilli iseniz, onun hemen peşi sıra şu soruyu kendinize sormanızı öneririm: Yolun sonunun göründüğü şu ahir zamanda bu dönüşümün mümkün olduğunu düşünmekten başka bir çaremiz var mı?
Elinizdeki bu yazıda, söz konusu eylemliliğin ve dönüşümün mümkün olduğunu söylüyor, daha doğrusu felaket kapitalizmini sarmalayan toplumsal koşulları ve buna yanıt olarak önümüze konulan alternatifleri göz önüne aldığımızda hangi koşullarda mümkün olabileceğini tartışıyorum.
Bu doğrultuda, felaket ve kapitalizm kavramlarını inceledikten sonra, öncelikle felaket kapitalizmi olarak adlandırdığımız dinamiğin ortaya çıkardığı ve sağ popülizmin yükselişine neden olan toplumsal koşullar üzerinde duruyorum. Toplumsal tutunum krizi olarak adlandırdığım durumun iklim krizinin sonuçları ile uğraşma biçimimizi belirlediğini iddia edeceğim. Bu meseleyi şöyle somutlaştırabileceğimi düşünüyorum: Son günlerde, Türkiye’de yaşanan orman yangınları ile 1999 yılında yaşanan deprem dönemi karşılaştırılıyor. Birinde ortaya konan dayanışma ön plana çıkarken ikincisinde devlet aygıtının aczine eşlik eden fikri ve eylemsel düzeydeki toplumsal ayrışma göze ilişiyor. İki doğa felaketinin yarattığı bu zıt sonucun kökeninde Türkiye toplumunun toplum olma özelliğini ortadan kaldıran bir kriz halinin, toplumsal tutunum krizinin, önemli olduğunu vurgulayacağım.
Peşi sıra yürüteceğim tartışma da bu tespit etrafında şekilleniyor. İnsanlığın önüne hâkim sınıfların farklı fraksiyonlarının temsilcilerince konulan ikili alternatifin sorunun ta kendisi olduğu görüşünü savunuyorum. Ne Biden hükümeti etrafında cisimleşen yeni (yeşil) refah devleti hülyalarının ne de Trump ve hempalarının simgelediği sağ popülizmin toplumsal tutunum krizini çözme kapasitesine sahip olduğunu, farklı biçimlerde işleri daha kötüye götüreceklerini tartışıyorum. Yazıda, son olarak bu sahte alternatifler karşısında gerçek ve anlamlı bir dönüşümü mümkün kılan şeyin yani müşterekleşmeci bir küresel hareketin imkânını ele alıyorum.
Felaket
Felaket sözcüğü Osmanlıca sözlüklerde bela, musibet ve afet gibi anlamlarla karşılanıyor. Kelimenin Türkçe’deki güncel kullanımının da bu karşılığı koruduğunu söyleyebiliriz. Sözcüğün İngilizce’deki anlamı da benzer bir şekilde yıkıcı veya rahatsız edici nitelikteki şeylere ve olumsuz sonuçlar doğuran olaylara gönderme yapıyor. Ancak bu sözcüğün [disaster] kökenini incelendiğinde karşımıza ilginç bir detay çıkıyor. 16. Yüzyıla kadar takip edilebilen sözcük geçmişte talihsiz [ill-starred] anlamında kullanılmış, yani bozuk ya da yanlış anlamına gelen ill- ön eki ile Antik Yunanca’da yıldız ya da gezegen anlamına gelen astron sözcüğünden türetilen star sözcüğünün birleşimi. Dolayısıyla, iklim krizi nedeniyle bozulan ve toplumsal tutunum krizinin neden olduğu siyasi boşluğu doldurmaya namzet projelerin soktuğu yanlış yol itibariyle yok oluşa sürüklenen dünyamızın içinde olduğu hali tanımlamak için hiç de tesadüfi bir kelime değil.
Dünyanın bozulması anlamıyla iklim krizi felaketi birçok yorumcunun belirttiği gibi olası bir geleceği işaret etmekten ziyade artık bugünü anlatan bir kavram. Bu durum, Birleşmiş Milletlere bağlı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin Ağustos 2021 başında yayınladığı rapor tarafından da tasdik edilmiş oldu. Rapor, 2015 yılında imzalanan Paris Anlaşması’nın koyduğu hedefin, yani 2050 yılına kadar sıcaklık artışını endüstriyel dönem öncesine göre 1,50 derece ile sınırlama hedefinin, muhtemelen tutturulamayacağını belirtiyor. BM kurumlarının “hmm, sanki burada işler kötü gidiyor gibi” dedikleri durumların genelde kıyamet arifeleri oldukları düşünüldüğünde, raporun hesaplama kriterlerindeki eksikler ve ideolojik sınırlılıkları[1] göz ardı edilse bile, durumun ne kadar vahim olduğu anlaşılabilir.
Rapor, ancak Paris Anlaşmasının şartlarına tüm dünya tarafından ivedilikle uyulmaya başlanması ve 2020’li yılların sonuna kadar karbon salınımının minimuma indirilmesi halinde 1,50 derecelik artış hedefinin tutturulma ihtimalinin olduğunu belirtmektedir. Bahsedilen artışın halihazırda 1,10 dereceye ulaşmış olduğunu düşündüğümüzde bu iyimser tahminin Andreas Malm tarafından olası senaryo olarak görülen biyoçeşitliliğin günden güne azaldığı giderek artan felaket anlamına geldiğini söyleyebiliriz.[2] Bizi bekleyen iyimser senaryonun ekstrem hava koşullarındaki artış, su seviyesinin yükselmesi, ormansızlaşma ve kuraklaşma gibi gelişmeleri artan oranda içeriyor olması dünyanın bozulması anlamında felaketin artarak gerçekliğimizi kapsaması devam etmesi anlamına geliyor.
Dahası, felaketin şimdiden kapıyı çalmış hatta antreye kadar girmiş olması bizden önceki kuşakların tecrübe etmedikleri bir gerçekliğe doğru yuvarlanmakta olduğumuzu gösterir. Geri döndürülmesi neredeyse imkânsız, aslında bakıldığında geri döneceğimiz normalin bizatihi sorunun kendisi olduğu bir gerçeklik bu. Kısacası artık bildiğimiz dünyanın dışında, onun bozulmuş bir versiyonunda yaşıyoruz. Foti Benlisoy’un dediği gibi, “Dünya’nın sadece insanlar değil, tüm canlılar için büyük önem taşıyan kritik fiziksel karakteristiklerinde niteliksel bir değişim yaşanıyor.”[3] Ve bu kez tarihin ya da doğanın diyalektiği bizim yanımızda değil.
… ve Kapitalizmi
Dünyanın işleyişini bozan iklim krizi felaketinin kökeni üzerine süregiden bir tartışma mevcut. Bu tartışma çerçevesinde antroposen kavramını benimseyenler, insan türünün doğanın geri kalanı üzerindeki etkisinin tarihte görülmemiş bir boyuta eriştiğini ve endüstriyel üretim sayesinde insanın dünyayı biçimlendirdiğini söylüyorlar. Ekolojik bozulma ile ilgili olarak da insan türünü sorumlu tutuyorlar. Sosyalistler ise antroposen yani dünya üzerinde insan türünün başat belirleyici olduğu mefhumuna karşı çıkıyor ve asıl sorumlunun insanın doğa ile kurduğu metabolik ilişkiyi artı-değer üretiminin kaynağına dönüştüren kapitalist üretim tarzı, dolayısıyla kapitalist toplumlar bünyesindeki hâkim sınıflar olduğunu belirtiyorlar.
Naomi Klein ve onu takip eden birçok sosyalist yazar kapitalizmin iklim krizine giden yolda ortaya çıkan çeşitli türden felaketi nasıl işlevselleştirdiğini ortaya koymak amacıyla felaket kapitalizmi kavramını kullanıyor. Felaket kapitalizmi; felaketlerin neden olduğu krizleri sermayenin kârlılığını artırmak için bir fırsat olarak gören, bu tür krizlerin oluşumunu engelleyecek tedbirleri almaktan ziyade sonrasında oluşan zararın yarattığı riskin yönetimini kovalayan ve söz konusu riskleri bir güvenlik ihtiyacına/paranoyasına dönüştürerek yeni metalaşma alanları yaratan eğilimi ifade eden bir kavram.
Kavramın ifade ettiği kapitalist eğilimi ve kavramın açıklayıcı gücünü önemsiyor, bununla birlikte bir bütün olarak çağdaş kapitalist üretim tarzını odağın dışına kaçırmamak gerektiğine inanıyorum. Küçük bir kent düşünelim. Bu, coğrafi şartlar, malzeme yetersizliği gibi bir takım zorunlu şartlar nedeniyle yalnızca 3-4 katlı binaların yapımına izin verilen bir kent olsun. Masal bu ya, saray beslemesi bir tosun da gidip kentin ortak alanına 5 katlı bir bina dikiverip binayı satışa çıkarsın. Felaket kapitalizminin binanın son bir katını temsil ettiğini binanın bir bütün olarak en son versiyonuyla kapitalizmi simgelediğini söylemek mümkün. Dolayısıyla bu eğilimi neoliberalizmin genel seyri içerisinde değerlendirmeyi önereceğim.
Kapitalizmin bu en son versiyonu olan neoliberalizm, refah devletinin krizine yanıt olarak çıkmıştır, krizler aracılığıyla yayılmıştır ve kendisi 2008’den bu yana kriz içindedir. Bunca krize rağmen neoliberalizmin dirimselliğini neye borçlu olduğu sorusuna Damien Cahill ve Martijn Konings’in verdiği yanıt oldukça değerli. İkili neoliberalizmin alametifarikasının piyasanın üstünlüğünü savunması olduğu kadar piyasa inşasının gereklerini yeri getirmek için tüm kaynakları seferber edebilmesi olduğunu belirtiyor. Kendi oluşturduğu bir ilişki biçimine mutlak üstünlük atfetmeyi becerebildiği ölçüde bir totalitarizm üreten bu sistemin dirençliliği kendisini uyarlayabilme kapasitesinden gelir. Neoliberalizm yalnızca başarısızlıklardan paçayı sıyırma becerisine değil, başarısızlığa uğramasına neden olan koşullarla bağ kurarak kendisini ve söz konusu koşulları varlığını sürdürecek şekilde uyarlama yeteneğine sahiptir. Bu nedenle bir istikrar fetişinin peşinden koşmak yerine belirsizliği, tesadüfleri ve risk almayı kutsar. Kendisini bunlar üzerinden var edebilmesi ise toplumsal yaşamın giderek daha geniş alanlarını türdeş ve nicel yani hesaplanabilir kılması sayesinde söz konusu olur. Toplumsal ilişkilerin bütününe yönelik böyle bir nüfuz etme arzusu ise demokratik değerleri gerektiğinde askıya alma kapasitesi sayesinde gerçekleştirir.[4]
Gelinen noktada, dirençliliği başarısızlıklarına ağır basan neoliberal formu içindeki kapitalizmin insan toplumlarına verebileceği tek şey felakettir, onu daha fazla bozmak ve yanlış yere sürüklemektir. Pek de şaşırtıcı olmasa da daha da korkunç olanı, kapitalizmin bunu genetik bilimindeki, nörobilimdeki gelişmeleri kullanarak insanın zihinsel ve bedensel kapasitesini artırma ve seçkinler için uzayda kurulacak yeni yaşam gibi ütopik vaatlere dönüştürerek satıyor olabilmesidir.
Toplumsal Tutunum Krizi
Felaket kapitalizmi yalnızca kapitalizmin bolca kâr hırsı ve açgözlülük içeren şeytani özünü açığa çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda neoliberal formuyla kapitalizmin toplumsal bağları ayrıştırarak bireyleri tahakküm altına alışını da kolaylaştırır. Neoliberalizmin her şeyi ekonomikleştiren yani piyasanın işleyiş mantığı doğrultusunda dizayn eden bir sistemdir ve felaketler neoliberalizm için yeni kârlılık alanları yaratarak ve insanların birbirleri ile kurdukları ilişkileri dönüştürerek bu sistemin dirençliliğini artıran bir işlevi yerine getirirler.
Afganistan’dan kaçmak için ABD uçağına tutunup uçak havalanınca düşen insanların imgesini taşıyan tişörtleri düşünün. İşin bir boyutu kâr elde etme amacıyla birilerinin bu tişörtleri tasarlaması, üretmesi ve pazarlaması iken diğer boyutu da bu tür bir trajedinin eğlenti için kullanılabilir hale gelmesidir. Bu tür bir ürünün erişilebilir olması birileri için başkalarının yaşadığı trajediye yabancılaşma ve keyif verici bir eğlenceye indirgeme fırsatı tanır hatta onları buraya yönlendirir. Bireylerin kendilerini dahil gördükleri tikel gruplar dışında kalanları, diğer bir deyişle genişletilmiş bencillik çemberleri dışında kalan herkesi ve her şeyi ya haz nesnesi ya da risk faktörü ve güvenlik sorunu olarak görmesine yol açar.
Böylece toplumsal bağlarından kopmuş, herkesle daimî savaş halinde olan toplumsal öznenin inşası ile sermayenin bir bütün olarak toplumsal ilişkiler üzerindeki tahakküm sağlama mücadelesi eşzamanlı olarak gerçekleşir. Kabaca bir tarih verecek olursak, 2015 yılından bu yana birçok neoliberal toplumda görmekte olduğumuz durum ise toplumsal bağlarından ayrışmış bir öznelliğin mutlaklaştığı ancak sermaye sınıfının ise yönetme kapasitesini yitirdiği bir kriz halidir. Wendy Brown’ın Wal-Mart örneği üzerinden açıkladığı ekonomikleştirilmiş toplumsal ilişkiler; yöneticilerin ekip lideri, işçilerin küçük ortak ve yurttaşların da misafir olduğu toplumsal totalite[5], eskisi gibi çalışmamaktadır.
Bu krizi toplumsal tutunum krizi olarak adlandırıyorum. Neoliberal dönem boyunca tek bir amaç doğrultusunda yani sermayenin kârlılığını artırma amacı doğrultusunda inşa edilen bu totaliteden geriye türdeşleşmiş, feda edilebilir bir toplam kaldı. Neoliberal projenin ürünü olan totalitenin bu sistemin krizi sonucu çözünmesi herhangi bir ortak iyisi kalmamış tehlikeli bir yığın ortaya çıkardı. Herkesin herkese düşman olduğu bu koşulların yegâne belirleyicisi sermaye birikim süreçlerinin-piyasa ilişkilerinin herkesi kendisine tabi kılmasıdır. Ancak sermayenin bir toplumsal güç olarak yönetme kapasitesini yitirmesi, kamu otoritesinin -sınıf karakterine rağmen- sahip olduğu sınırlı kamusal niteliği kaybetmesi ve hâkim sınıfın dünya görüşünün birbiri ile alenen çelişen konumlar tarafından parçalanması; burjuvazinin hegemonyasının dağılmasına, toplumsal bağların kopmasına ve modern toplumların yeniden üretimini sağlayan tutunumun ortadan kalkmasına neden oldu. Bu, iklim krizinin yanı sıra insanlığı geleceği olmayan bir yöne doğru zorlayan toplumsal bir felaket durumunu imler.
Bidenomics vs. Trumpismo
Neoliberalizmin ve de fırsat buldukça takındığı felaket kapitalizmi yüzünün katkılarıyla ortaya çıkan toplumsal tutunum krizi dünya genelinde yeni bir düzen arayışına neden oluyor. Neoliberalizmin hakimiyeti altında geçen yıllarda inşa edilen totalitenin siyasal, ekonomik ve ideolojik veçheleriyle yönetilir-yeniden üretilebilir olmaktan çıkması toplumsal bağların çözünmesi kadar topluluk olma halinin bir ihtiyaç olarak belirmesi sonucunu da doğuruyor. Bahsettiğim mevcut yeni düzen arayışları da işte bu ihtiyacın karşılanmasına ancak bu sürecin bir biçimde kapitalizmin kendisini yeniden üretmesini sağlayacak şekilde gerçekleştirilmesine yönelik arayışlar. Kapitalist üretim tarzının temel prensiplerine uygun bir çerçeve içerisine hapsedilen yeni düzen arayışları, hangi taraf galip gelirse gelsin asıl kazananın sermaye iktidarı olmasını garanti altına alma çabasının ürünü.
Bu noktada sahneyi ilk olarak, bir felaket siyaseti olarak da değerlendirebileceğimiz, Trump iktidarı ile doruğa ulaşan sağ popülizm aldı. Burada Trumpismo olarak adlandıracağım akımın niteliğine ilişkin tartışma sürmektedir. Bu tartışmanın detayına girmeden, Trumpismo’yu bir tür faşistleşme, sürekli yapım aşamasındaki faşizm [fascism-in-the-making] olarak tanımlamak; onu geçen yüzyılın karşı-devrimci karakteri yerine “karşı-revizyonist” bir siyasi yönelim olarak benimsenin yararlı olacağını düşündüğümü belirteyim.
Trumpismo’nun 21. Yüzyıl’daki faşistleşme sürecinin ikinci evresini oluşturduğunu söyleyebiliriz. 2008 krizi öncesi iktidara gelen ve bu krizin yarattığı fırsat dolayısıyla faşistleşme yolundaki ilk önemli adımları atan Sarkozy, Berlusconi ve Ahmedinejad gibi isimleri unutmamak gerekir. Trumpismo döneminin iktidarları bu ilk evrenin yenilgisinden öğrenerek daha radikal bir söylemle iktidara geldi ve uygulamalarda bulundu, kimi yerlerde de bulunmaya devam ediyor!
Trumpismo’nun 3 belirgin özelliği olduğunu söyleyebiliriz. İlki, toplumsal tutunum krizini toplumun tamamını kucaklayan bir ortak iyi anlatısına başvurmak yerine artı-nüfus olarak kodladığı kesimleri dışarıda bırakan, orta sınıfın ve küçük burjuvazinin aşağı mobilizasyonu kaygılarını güvenlik ve stabilite vaadiyle karşılamaya çalışan, küresel kuzeyde beyaz erkek işçi sınıfı üyelerine seslenirken küresel güney ülkelerinde orta sınıflara yönelen reaksiyoner milliyetçilik ile ırkçılığı harmanlayan bir siyaseti tercih etmiş olması. Toplumun dağılma noktasına gelmiş olması karşısında, egemen sınıf ve kimlikler açısından bir felaket durumunun söz konusu olduğu tespitine dayanan bu siyaset; kadın düşmanı, paramiliter grupları destekleyen, göçmen karşıtlığını kışkırtan, siyah ve Müslüman karşıtı bir muhtevaya sahip.[6] Tüm bu karşı olduğu grupları politik bir felaket unsuru olarak hedef kitlesine sunuyor; örneğin göçmenlerin ulusun püripaklığına yönelik, cinsel özgürlüklerden yana olanlarınsa toplumun ahlakını (namus) bozan felaket seviyesindeki tehditler olduğunu iddia ediyor.
İkinci özellik, Trumpismo’nun küresel kapitalizmle ve onun neoliberal yönetim mantığı ile olan ikircikli ilişkisi. William I. Robinson bunu kapitalist küreselleşme ile şizofrenik eklemlenme olarak adlandırıyor.[7] Trump başta olmak üzere bu dönemin iktidarları ulusötesi sermayenin çıkarlarını savunma zorunluluğu ile sağcı militarizmi ve reaksiyoner bir milliyetçiliği mobilize etmenin baskısı altında kaldılar. Sonuçta, onları müesses nizama karşı milletin asıl temsilcisi olma iddiasına sahip bu rejimler tercihlerini asıl toplumsal karakterlerini oluşturan sermayeden yana yaptılar ve bu da onları neoliberalizmin en hormonlusundan neferleri kılmıştır.
Son olarak dile getirebileceğimiz özellik Trumpismo olarak adlandırdığımız akımın yer yer çatışma içinde olsalar da ortak ajanda doğrultusunda birbirleri ile koordineli, birbirlerinden öğrenen, Steve Bannon ve benzeri figürler üzerinden organize olmayı başaran bir yapı oluşturabilmeleriydi. Bir tür Uluslararası Faşistler Birliği olarak da adlandırabileceğimiz bu yapının Trump’ın seçimleri kaybetmesi ile şimdilik sekteye uğradığını söylemek mümkün, ancak tüm bu gelişmeleri mümkün kılan toplumsal tutunum krizi olarak adlandırdığımız sosyal felaketin aşılmaktan uzak olduğu gibi üzerine iklim krizinin etkilerinin de denkleme artarak dahil olacağını hesaplarsak canlı bir faşizm tehdidi ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
ABD seçimlerinde Trump hükümetinin yenilgi yaşaması anaakım muhalif çevrelerde mutlak bir zafer olarak görüldü. Seçim dönemi öncesine Black Lives Matter hareketinin damga vurması, seçim döneminde ise sivil haklar ve sınıfsal meselelerinin Bernie Sanders kampanyası içerisinde kendisine etkili bir siyasi temsil kanalı açması önümüzdeki dönem için solda bir hareketlenme olacağının sinyallerini veriyordu. Ancak Amerikan siyasetinin müesses nizamı tüm bu dinamizmin Joe Biden adaylığı ve hükümeti kanalıyla sistem dışına çıkabilme potansiyelini ezmiş oldu.
Buna karşın, Biden hükümetini Trump yönetiminin gerçek alternatifi olarak görmemiz gerektiği konusunda bir yığın safsata yazılıp çiziliyor. Biden hükümetinin sadece Trump karşıtı olmadığı neoliberalizme de alternatif sunduğu iddia ediliyor. Öğrenci borçlarının kısmen silinmesi, altyapı yatırımlarına bütçeden kaynak ayrılması ve COVID-19’un etkilerine karşı vatandaşlara gelir desteği verilmesi gibi neoliberalizmin doğası ile uyuşmayan uygulamalara gidilmesi sıkça dile getiriliyor. ABD’nin Paris Anlaşmasına dönmesi de utangaç bir Yeni Yeşil Anlaşma [Green New Deal] yani yeşil refah devleti beklentisi doğuruyor. Oysa yukarıda dirençlilik bahsinde dile getirdiğimiz gibi neoliberalizm kendi karşıtında kendisini yeniden inşa etme konusunda oldukça mahir bir sistem. Ayrıca neoliberalizm, Adam Kutsko’nun belirttiği gibi, yalnızca bir dizi politikanın toplamından ibaret değil. Bu, piyasa ilişkileri üzerine temellendirilmiş bir özgürlük ethosu üzerinde işleyen ve söz konusu ethosun dışarısını işaret edenleri şeytanlaştıran bir sistem aynı zamanda.[8] Dolayısıyla Biden hükümetinin uygulamaları, Brown’un bahsettiği Wal-Mart toplumuna, diğer bir deyişle neoliberal öznelliğe yönelik herhangi bir somut alternatif üretmiş değil ve şeytanlaştırma mekaniği de işlemeye devam ediyor. Bahsedilen iktidarın toplumsal tutunum krizinin etkilerinin farkında olarak neoliberal nizamı restore etme ödevini üstlendiğini söylemek mümkün.
Sonuç olarak; karşımıza ekolojik felaket (iklim krizi) ve toplumsal felaket (toplumsal tutunum krizi) sonuçları ile sahte bir biçimde yüzleşerek kısmı ve geçici tedbirler aracılığıyla neoliberalizmi yeniden inşa etmeyi hedefleyen ‘demokratik’ proje ile krizlerin yarattığı olumsuz sonuçları sonuna kadar götürerek sermayenin mutlak hakimiyetini kurmayı hedefleten ‘otoriter’ proje konulmuş durumda. Sorunun temelindeki mantığı onu başa sararak mı ihya edeceğiz yoksa bu mantığa karşı olduğunu iddia eden otokratlar eliyle ortalığı yakıp yıkarak mı? Önümüze konulan seçenekler -doğanın ve toplumun yıkımını getirmeye yazgılı- bu iki senaryo ile sınırlı. Ancak bence asıl soru şu: türsel varoluşumuzu-özgürlüğümüzü yeniden sermayenin yıkım özgürlüğünü garanti altına almak için heba etmek ya da topluluk olmaya duyduğumuz ihtiyacın faşistlerce gasp edilmesine göz yummak arasında tıkılıp kalacak mıyız yoksa insan ihtiyaçlarını ekosistemin ihtiyaçları ile uyumlu hale getiren gerçek bir özgür toplumu inşa etmeye cüret edecek miyiz?
Son Söz
Bu aynı zamanda gerçek bir değişimi hangi koşullarda gerçekleştirebiliriz ve mevcut koşulların hangi durumda devrimci bir nitelik kazanmasını sağlayabiliriz soruları ile de ilişkili. Yüzleşmekte olduğumuz kriz ve felaketlerin boyutu düşünüldüğünde bu soruya yanıt bulmanın bir tür zorunluluk olduğunu söyleyebiliriz. Ekosistemin kapitalizmin devamını kaldıramayacağı gibi insanlığın da üçüncü bir faşistleşme dalgasını kaldıramayacağı aşikâr. Bu tür bir durumun savaşlarla sonuçlanması ve böyle bir savaşın ülkeler arasında başlamış olsa dahi toplumsal tutunum krizi koşullarında küresel bir iç savaşa dönüşmesi kaçınılmaz.
İşte bu yüzden dönüşümün imkânı üzerine düşünmeli, örgütlenmeli ve harekete geçmeliyiz. Gerçek dönüşümün koşulları, mücadeleyi sorunun temeline yönlendirerek ve bu nedene dair özsel bir dönüşümün peşine düşülmesi halinde yaratılabilir. Bu nedenle; iklim krizinin faşizm ile sahte demokrasi arasında kalarak ortadan kaldırılamayacağını, faşizm ve sahte demokrasi ikiliğinin bunun temelinde yatan toplumsal tutunum krizini çözmeden aşılamayacağını, söz konusu krizin felaket kapitalizmi ve onu koşullandıran neoliberalizmi ortadan kaldırmadan çözülemeyeceğini, neoliberalizmin de kapitalist üretim tarzını küresel ölçekte aşmadan ortadan kaldırılamayacağını belirtelim.
Dolayısıyla değişimi mümkün kılan koşullar tüm bu unsurların yarattıkları somut sorunlar ve birbirleri ile olan somut eklemlenme biçimleri dikkate alınarak kapitalist üretim tarzını ortadan kaldırmaya yönelik bir mücadele verildiği ölçüde yaratılacak. Bunun yolu da zenginliğin insanın doğa ve diğer insanlarla kurduğu ilişkileri emeğin değer biçimini ortadan kaldıracak bir biçimde yeniden tanımlanmasından geçiyor. Kapitalizmin ötesine giden yol; tedrici bölüşüm politikalarından ya da ayrıcalıklandırılmış grupların dominasyonunu savunan sahte dikotomiler yaratmaktan geçmiyor. Bu yolu sınıf mücadelesini kapitalist üretim tarzını mümkün kılan asıl çelişkiyi aşacak biçimde temellendirerek kat edebiliriz. Böyle bir temellendirmeyi de ekosistemin tüm türlerin ortak varlığı haline geldiği; insan türünün bu ortaklık içerisinde varoluşunu temel yaşam faaliyetini, zenginliği, sorumluluğu ve özgürlüğü paylaştığı müşterek ilkesinde bulmak mümkün olacaktır. Gerisini kararlılığımız ve aklımız belirleyecek.
DİPNOTLAR
[1] Tanuro, Daniel. http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article59153, indirilme tarihi: 11.08.2021.
[2] Malm, Andreas. https://www.newstatesman.com/politics/environment/2020/10/andreas-malm-likely-future-escalating-catastrophe, indirilme tarihi: 01.08.2021.
[3] Benlisoy, Foti. https://birartibir.org/kiyamet-dongusune-imdat-freni-2/, indirilme tarihi: 15.08.2021.
[4] Cahill, Damien ve Konings, Martijn. Neoliberalizm, Onur Orhangazi (Çev.), Ankara: Ütopya Yayınları, 2018, s. 178-183.
[5] Brown, Wendy. Halkın Çözülüşü: Neoliberalizmin Sinsi Devrimi, Barış Engin Aksoy (Çev.), İstanbul: Metis Yayınları, 2018, s. 253.
[6] William I. Robinson, “Küresel Kapitalist Kriz ve 21. Yüzyıl Faşizmi”, Praksis, Sayı 50, s.20-25.
[7] A.g.e., s.25-32.
[8] Kutsko, Adam https://christiansocialism.com/neoliberalism-joe-biden-covid-demons-theology/, indirilme tarihi: 15.08.2021.