Türk-İslam Sentezinden Müslüman Türklüğün Kur(t)uluş Mitine: AKP’nin Bitmeyen Dansi

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) siyasal tarih açısından cılızlaşan sesine koşut artan baskıcı önlemleri ve uygulamaları, partiyi, memleketi Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) idare etmeye hızla uyması, bir zamanların süreğen bir şekilde olmaya çalışan partisinden, bir zamanların muktedire hırslanan mağdurundan, olduğundan emin olmamakla, kendi mağdurlarını yaratmaya doymamakla ve fakat bu açlıkla muktedir olmuşluğuna inanamamakla nerede durduğu belli olsa da bir türlü kendi adını söyleyemeyen bir tahakküm aracı olarak tanımlamamızı sağlıyor.

Bugün AKP’nin dayandığı siyaseti, bu siyasetin yerleştiği siyasal ortamı ve hükümet kalmaya devam edebilmesi için gittikçe daha bağımlı hale geldiği politika dışı işleyişi tanımlamak için tarihselliğe başvurmak kaçınılmaz. İstisnai zamanların bizleri şimdiye odaklanmaya, şimdiyle başa çıkmaya itmesiyle koşut bir şekilde daralan, azalan, arka plana geçen tarihsel hat arayışlarını Türkiye’deki rejim değişikliği sürecinde ısrarla vurgulamak gerekiyor. Bu ısrar, söz konusu rejim değişikliği sürecinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ve değişikliğin akışını kişisel unsurlar üzerinden okumaya iten kötü(cül)lük silsilesine takılı kalan siyaset okumaları riskinden kaçınmak için önemli. Açmak gerekirse, özellikle Haziran 2015 genel seçimlerinden bu yana arttıkça derinleşen bir şekilde yalanla, kavramların iç içe geçmesi ve içlerinin boşaltılmasıyla, fiziksel şiddetin her versiyonuyla gasp edilen siyasal alana dönük okumalarımızda kötülüğü şemsiye kavram olarak almak, krizini yaşadığımız neoliberal şeyler düzeninin dayandığı ve bu düzen içerisinden ideal özne olarak çağrılagelen kişiyle ve kişisellikle kısıtlanma riskini beraberinde getirir. Kötülüğün karşısında durmanın yolu olarak iyiliğe sarılmak baştan reddedilmemeli, ancak bu, karşı duruşun tek hattı olarak belirlendiğinde, aynı ölçüde kişisellik barındıran ve dolayısıyla, kötülüğün kişi(ler)den fazla ve kişi(ler)den çoğul öznelerini örten ve tek bir fail, kötü, kurban, mağdur çıkartan bir bilme ve pratik hattını beraberinde getirebilir. Bugünlerin Türkiye’sinde bunca kötülüğün içerisinden hâlâ kişisel iyiler devam edebiliyorsa ve hâlâ örgütlü direniş kurulabiliyorsa, kişisel iyileri olduğu kadar direnişi tarihsizliğe kaptırmamak kaygısıyla tek bir kişiye kilitlenmeye başlanan kötülüklerin sosyo-politik arkaplanlarını bir kez daha sistematik bir şekilde okumaya çalışmakta fayda var.

Yine benzer bir kaygıyla, AKP’nin bugünkü halini, içerisinden çıktığı 1990’lara ve pek tabii ki 1990’ların siyasetinin zeminini kuran 1980’lere referansla okumak gerekiyor. Türkiye’nin – ve aslında dünyanın birçok ülkesinin – içerisinden geçtiği istisnai süreçlerin, yaşamak durumunda kaldığımız istisnai hallerin ve bu halleri simgeleyen Olağanüstü Hal uygulamasını (OHAL) birdenbire ortaya çıkmamışlığını bu şekilde görebiliyoruz.[1] Yanı sıra, o günlerin hâkim siyasal söylem(ler)inde, kültürel kodlamalarında ve otoriter uygulamalarında marjinalleşenlerin bugün sıradan addedilene uzanışının izini sürebiliyoruz. Özetle, bir rejim değişikliği sürecinde işe koşulan faşizmin aniden ortaya çıkmadığını, soyutlama düzeyinde modern devletin yapısına uygunluğunu, dolayısıyla, arıza olmadığını, somutlama düzeyinde Türkiye’de modern ulus-devletin kuruluşunda ve sonrasında hâkim olagelen milliyetçi unsurların istisnai anlarda faşist/ik uygulamaları dışlamadığını belirterek başlamak mümkün. Öyleyse, 1980 askerî darbesini ve ilişkili kötülükleri, 1990’ların OHAL’lerini ve ilişkili kötülükleri, Turgut Özal’ın şahsında temsil olunan sivil siyasetin iş bitiriciliğini, bankerleri ve banker skandallarının içerisine gömülen yoksullaştırmaları, mülksüzleştirmeleri, Tansu Çiller’in mafyadan vatan kahramanı çıkartan retoriğini, militarist Doğu ve Güneydoğu önlemlerini ve 1994’e damgasını vuran faili meçhul cinayetleri ve AKP döneminde, zaman aşımına uğramaya ramak kala açılan ve bir kısmı cezasız bırakılan az sayıdaki davaları hatırla(t)mak gerekiyor. Bütün bunları, ne kendini mutlakçı yönetim arzusuna kaptıran bir kişinin kişisel kaprislerini, bu kaprislerin cisimleştiği, kapladığı alanla ilgili rivayet muhtelif olsa da Ankara’dan ve Beştepe’den yolu geçenlerin büyüklüğünü dışarıdan kestirebilecekleri, 1150 küsur odalı cumhurbaşkanlığı konutunun simgelediği – salt mimari, estetik ve retorik düzeyle sınırlı kalmayan – maddi ekseni de net bir şekilde gözlemlenebilen dönüşümü ne de bu dönüşümün kurumsal iktidar nezdinde rahat işletilmesini sağlayan formun kanımca en açık görsel örneğini sunan 673 bin metrekarelik bir alan üzerine kurulu, ortalama 1.5 milyon, azami 2.5 milyon kişiyi yutabilecek büyüklükteki Yenikapı Miting Alanının işaret ettiği faşist mekân düzenlenmesini göz ardı ederek yapmak gerekmiyor. Aksine, bugün Türkiye’de yerleşikleşen faşist hattın çıktığı arka plana bakmak bu hat karşısında muhalefetin devamı açısından da önemli.[2] Yanı sıra, tek bir kişinin daha da kötüleştiği ve kötülüklerin tek bir kişide kilitlendiği bir evrede bu kötüleşmelerin ve kilitlenmelerin kurumsal ve ittifaka dayalı işleyişlerini de görmemizi sağlıyor.

Burada, neoliberal zamanların vazgeçilmez öznesi olan kişinin, vazgeçilmez üslûbu olan şahsiyetçiliğin tuzağına girmeden bugünkü AKP hükümetlerinin 23 Temmuz 2016’dan bu yana birbiri ardı sıra çıkardığı – 1 Ocak 2018 itibarıyla toplam 29 – KHK’yla adını verebileceğimiz yasa devletinin 1980 askerî darbesi mirasına, bu devletin yeniden yapılandırılırken talep ettiği toplum-cemaat-ümmet özdeşleşmesinin Türk-İslam sentezi mirasına ve bu mirasla 2013’ten itibaren hız kazanan siyasal değişimin simgelediği Sünni Müslüman toplumun kuruluşunda/kurgulanışında/anlatılmasında daha belirleyici olagelen faşist hat arasındaki bağlantılara bakmaya çalışıyorum. İçerisinde bulunduğumuz aşamada kapsamlı bir bakışın mümkün olmadığı önyargısıyla, aslında bir ön-izleme yapıyorum. Böyle bir ön-izlemenin gündelik değişimlerin izini sürmekte gittikçe daha fazla zorlandığımız bir dönemde kayıt tutmak açısından taktik işlevi olacağını umuyorum. Bu doğrultuda önce, bugüne 1980 askerî darbesini, 1990’ları hatırlayarak bakmaya çalışıyorum. Ardından, 1980-1983 askerî rejimi, takip eden svil hükümetler ve 1990’lar ve 2000’lerin ilk yarısında devletçi milliyetçiliğin anlam dünyasını kuran Türk-İslam Sentezine dönüyorum. Son olarak, Türk-İslam Sentezinin hükümet etme açısından fiilî öneminin yittiği, AKP hükümetlerinin bugününü kendi İslamcı siyasetlerinin çerçevesini çizme çabalarına referansla tartışıyorum.

1980 Darbesi – Günah Keçisi, Dönüm Noktası

Bugün Türkiye’de yaşanan ve bir cumhuriyet formundan başka bir cumhuriyet formuna doğru faşist hatta işletilen rejim değişimi sürecinin birdenbire karşımıza çıkmadığı açık. Bu sürecin on yıllara yayılan tarihinde 1980 askerî darbesi ve izleyen üç yıllık askerî rejim sembolik önemde. Bu önem, bir yandan AKP’nin hükümet ettiği on beş yıl boyunca faşist hata girişinin açıklanmasıyla, öte yandan söz konusu hattın eşsiz benzersiz olmadığının hatırlanmasıyla bağlantılı. Diğer bir ifadeyle, AKP’nin bugünkü hükmetme biçiminin ve uygulamalarının tarih dışı olmadığı, tarihsel akış içerisinde bir sapma olmadığı, aksine AKP’nin içine doğduğu sosyo-politik ortamla ve bu ortamın arka planıyla bir kopuşu değil bir devamlılığı barındırdığı saptamasını temellendirmek için 1980-1983 arası dönemi sembolik olarak hatırladığımızda, bu dönemde alınan önlemlerin 1980’lerin ikinci yarısından 2000’lerin başına kadar hükümetlerin izledikleri politikaların yapısal zeminini hazırladıklarını söylemek mümkün.

Hemen burada tek bir doğru üzerinde istikrarlı bir oluşumdan ve seyirden bahsetmediğimi belirtmem gerekiyor. Aksine söz konusu dönemleştirmeye başvurmama neden olan neoliberal sosyo-politik izlek, istikrarı ve tutarlı bir devamlılığı baştan reddeder. Modern siyasette alışageldiğimiz neden-sonuç bağlantısına dayalı açıklamalar ve/ya da gerekçelendirmeler, amaçlarla araçlar – hedeflenen sonuçlarla benimsenen ve uygulanan önlemler – ve nihayetinde imgeyle hareket/davranış arasındaki – geçici olsa da – dönemsel tutarlılık neoliberal zamanların ruhunun tanımlanmasında önemini yitirir. Bunun aksine gündelikteki görünümlerinde yüzer gezerlik anlamında esneklik, zeminsizlik anlamında değişen koşullara uyum sağlama kapasitesi, ilkesizlik anlamında sorun çözücülük olarak karşımıza çıkan neoliberal haller kurumsal düzlemde, modern siyasette hegemonik olagelen sözleşme – rıza ikilisini dışlayacak düzeyde bir süreğenliğe sahip güvencesizlikle görünürlük kazanırlar. Gündelikle kurumsal olanın bu şekilde kuruluşu haliyle topyekûn bir rejim değişimini beraberinde getirir. Bu değişim, pek tabii, on yıllara yayılır.

Söz konusu değişim sürecinde bir sabitlik aradığımızda karşımıza çıkan liberal – bireysel – hak retoriği ve ilintili hukuki düzenlemelerle güvenlik eksenli gerekçelendirilmesi belirginleşen ve belirleyici olagelen otoriter yönetim tercihlerinin bir aradalığıdır. Bu bir aradalık zorunlu olarak karşıt kutuplarda konumlanış şeklinde değil, dönemsel olarak aynı siyasal aktörlerin uygulamalarında görülecek şekilde gerçekleşir ve Türkiye’nin neoliberal siyasetle deneyiminin önemli bir unsuru olduğu söylenebilir. Tam da bu nedenle, bugün Türkiye’de devlet ve hükümet yetkililerinin devlet yapılanması içerisindeki hukuk dışı uygulamaları örtmeye bile gerek duymamaları hukuk devletinin çöküşünden ziyade, liberal haklar retoriğine otoriter yönetim tercihlerini dayandırmak için artık gerek duyulmadığını gösterir. Zira, hukuk devletin çöküşünden bahsetmek için halihazırda bireysel haklar ve özgürlükler temelinde işleyen bir hukuk devleti yapılanmasının olması gerekir. Oysa askerî rejimin güdümünde yapılan 1982 Anayasasının kırk yıllık etkisi altındaki hukuk sistemi için bunu söylemek mümkün değil. Özellikle 1990’ların ikinci yarısı ve 2000’lerin ilk yıllarında kadın hakları savunucusu ve feminist örgütlerin aktivizmiyle toplumsal (cinsiyet) hakları açısından mümkün kılınan hukuksal iyileştirmelerin hukuk devleti formunun yerleşmediği bir siyasal ortamdaki narinliği, kırılganlığı, 2007 yılından bu yana farklı düzeylerdeki devlet ve hükümet yetkililerinin sözlerinde ve uygulamalarındaki geri adımlarda açıkça görülmektedir. AKP hükümetleri boyunca netleşen yeni patriarka – geçici olarak muhafazakar-neoliberal patriarka – 2013’ten itibaren geçilen aşamada İslamcı otoriter dozun belirginleştiği bir formda devam etmektedir. Şu an için AKP’nin kendi devletini, kendi sermayesini,[3] kendi girişimcisini, kendi silahlı kuvvetlerini ve nihayetinde kendi hak savunucularını oluşturmaya çalıştığını ve ilk KHK’nın yürürlüğe girdiği 23 Temmuz 2016’dan bu yana yayınlanan toplam 29 KHK’yla hukukla değil, istisna addedilen yasalarla yönetime[4] dayanarak neoliberal mantığa uygun bir bir bölük pörçüklükle birbiri ardı sıra listelenen maddelerle rejimi değiştirme yönünde hareket ettiğini söylemek mümkün.

Öyleyse, neoliberal kapitalizmin kriziyle birlikte süren rejim değişikliğinin taşıyıcıları hak temelli muhalif siyaseti bertaraf etmek için artık neoliberal özgürlük iddialarına değil mutlakçı yasa yönetimine dayanırlar. Hal böyle olduğunda bireysel ve/ya da kolektif haklar feda edilebilir. Tarihteki faşist anlardan tanıdığımız, özel mülkiyetin el değiştirmesine yönelik KHK maddelerinden, düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlaline ve hareket özgürlüğünün kısıtlanmasına kadar uzanan bir silsilede bireysel hakların arka plana itilmesi,[5] örgütlenme, gösteri ve toplantı düzenleme, basın açıklaması yapma haklarının ihlaline kadar uzanan bir silsilede kolektif hakların reddedilmesi ve çalışma hakkı gibi toplumsal – ve dolayısıyla hem bireysel hem kolektif – bir hakkın yok sayılabilmesi bugünün Türkiye’sinden siyasal dili ve alanı kaplamış güvenlikçi gerekçelendirmelerle gerçekleşiyor.[6] Nihayetinde aynı güvenlikçi gerekçelendirmeler bireysel ve toplumsal güvenliği keyfiyete teslim edebilecek yasalara dayanak sağlıyor. 24 Aralık 2017 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 696 sayılı KHK kapsamında yapılan bir güncellemeyle 8 Kasım 2016 tarihli, 6755 sayılı (Olağanüst Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair) Kanunun 37. Maddesinin birinci fıkrasında belirtilen ve ‘15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında’ görevi gereği etkin olan kişilere tanınan ‘hukuki, idari, mali ve cezai’ sorumsuzluk hakkı “resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler”e de tanınmıştır. Bu güncellemeyle, yeni rejim henüz kurulmamışken, yasa düzenlemeleriyle sivil alandan milis toparlanması aşamasına gelindiği söylenebilir. Gezi Direnişine yönelik orantısız polis şiddetine eşlik eden lider çağrısının bugün kurumsal düzeydeki yansıması olarak da okunabilecek bu maddenin şiddet içeren fiillerin devletten kişiye doğru yayılan keyfîlikle doğrudan bağlantılı olduğunu ve dolayısıyla, faşizmin rejim değişikliğinin üzerinde ilerlediği hattı tanımlamanın ötesine geçme riskiyle karşı karşıya kaldığımız söylenebilir.

Bütün bu şiddet, keyfî yönetimin yerleşikleşmesi ve olağanüstü hale koşutlanmış istisna yasaları tarihsiz değil. Söz konusu tarihsel arka planda 1980’lerdeki askerî ve otoriter yasa düzenlemeleri, 1990’lardaki faili meçhuller, göz altında kayıplar ve ağırlıklı olarak belirli bir etnik grupla özdeşleştirilen siyasal örgütlülüğün kısıtlanması ve güvenlileştirmekle gerekçelendirilen sivil, sosyal ve siyasal hak gaspıyla tanımlanabilir. Bu tanıma, aynı arka plana hegemonik sosyo-politik çerçevesi olarak neoliberalizm de dahildir. Öte yandan, neoliberal çerçeveye pek uyumsuz olmadan işletilen baskıcı uygulamalar karşısında ve bu uygulamalara rağmen aynı arka plan kendi sosyo-politik muhalefetini de içerir. Nitekim, 2000’lerin ikinci yarısında karşı karşıya kaldığımız, 1980’lerdekinden ve 1990’lardakinden farklı olan ve nihayetinde faşist idareye pek de uzak durmayan otoriterlik, baskıcı uygulamaların eskitilen rejimin sosyo-ekonomik açıdan anaakım grupları içerisinde yer alırken sosyo-politik muhalefeti sahiplenen ve/ya da talep eden farklı gruplara yayıldığına işaret ediyor.

Resme Türk-İslam Sentezini Dahil Etmek – Devlet ile Toplumu Ayırmayan ‘Türk İslamı’na Doğru?

Çok uzak değil, beş altı yıl öncesine kadar Türkiye siyasetini tanımlayan en önemli kültürel kodun, tüm muğlâklığıyla, en genel ve en kapsayıcı haliyle Türk milliyetçiliği olduğu söylenebiliyordu.[7] Aynı dönemde merkez (-sağ) siyasetin hâlâ 1980 sonrası Türkiye siyasetinin tanımlayıcı alanı olduğu kabul ediliyor ve merkezin siyaseti mutedil dindarlıkla tanımlanan muhafazakârlık, serbest piyasa ekonomisi taraftarlığı ve devletin birliğini tehdit etmeyecek demokrasi savunusuyla tanımlanıyordu.[8] Bahsedilen mutedil dindarlık tescilli muhafazakârlık merkez (-sağ) siyasetin ilk tanımlayıcı aktörlerinden Turgut Özal’ın, kurucu başkanı olduğu Anavatan Partisi’nin (ANAP) programının temellerinin Aydınlar Ocağı’na sunduğu yazıda atıldığını belirttiği beyanında ve ANAP’ın milliyetçi siyasal duruşu sahiplenirken geliştirdiği retorikte netleşiyordu.[9] ANAP’ın merkezde, Türk-İslam Sentezini kucaklayarak duruşu cumhuriyet dönemi devlet politikasında İslam’a biçilen kimlik rolünde önemli bir değişikliğe işaret etmekteydi. Bu değişiklik, 1980-öncesi devlet politikalarında, siyaseten dışlanırken devletin kontrolünde siyasal alanda tutulan İslam’ın, askerî rejim sürecinde, Türk-İslam Sentezi’nin öncelikle kültür politikalarında ve özellikle her düzeyde eğitimin yeniden yapılandırılmasında, ardından “sivil” siyasete geçilmesinden itibaren sosyo-politik alanda siyasal kimlik olarak kabul edilmesiyle bağlantılıydı. 1970’lerin Aydınlar Ocağı menşeili Türk-İslam Sentezi, Aydınlar Ocağı mensuplarının siyaseten kısıtlandığı bir ortamda devletin resmî politikalarının zeminini oluşturan bileşenlerdendi. 1980-1982 askerî rejimi boyunca yeniden yapılanma sürecini tehdit edecek toplumsal ve siyasal muhalefetin önünün alınmasında işlevsel oldu. Aynı zamanda askerî rejimin genel kitleye hitap etmesinde kolaylıkla başvurulabilen bir aracıydı. 1980’ler boyunca devam eden sosyo-politik yeniden yapılanma sürecinin zemini askerî rejim tarafından oluşturulurken Türk-İslam Sentezinin siyaseten yerleşikleşmesi ANAP hükümetleri boyunca gerçekleşti.

ANAP, Türkçülük ve İslamcılığın neoliberal siyasal çerçeve içerisinde pragmatik tercihlerle karıldığı bir örnekti. 1980 askerî darbesi sonrası kurgulanan siyasal alana çok iyi uyuyordu. Sentetik yapısı gereği parti, 1987 yılında yasağın kalkmasını takiben eskinin siyasal oluşumlarının siyasal alana girmesiyle zayıfladı – esasen, askerî rejim sonrası sivil siyasetin neoliberal kıstaslara uygun işleyişinin sağlanmasında kendisine biçilen işlevi yerine getirmiş oldu. Yanı sıra, Türk-İslam Sentezinin askerî darbe ve rejimle kısıtlı olarak anılmasının önünü almakta ve sentezin siyaseten sıradanlaş(tırıl)masında önemli bir rol üstlenmiş oldu. Böylelikle, Türk-İslam Sentezi, 1990’lar boyunca, yeni sentetik karmaların oluşturulmasının kültürel-siyasal zemini olmaya devam etti. Burada hemen, Türk-İslam Sentezi’nin ne askerî rejim tarafından uygulanma biçiminde ne ANAP tarafından sivilleştirilmesinde ne de 1990’lar boyunca merkez siyasete yaygın milliyetçi-muhafazakâr siyasal kimliğin tanımlanmasında 1970’lerdeki orijinal haline sabitlendiğini söylemek gerekiyor. Öte yandan, Sentezi tanımlamak açısından üç unsurun sabit olduğunu söylemek mümkün: Sünni Müslüman kimliğin Türklüğün asli bileşenlerinden olarak ön plana çıktığı bir kültürel kodlama, sosyo-kültürel alanda muhafazakâr politik tercihler ve hem dış hem iç politikada savunmacı refleks. Bu bileşenlerin Türkiye siyasetindeki yaygınlığı ve genellenebilirliği Sentezi 1980 sonrası merkez (-sağ) siyasetinin kapsayıcılık iddiasıyla uyumlu olmasını sağlamıştır.[10]

Sentezin bu şekilde sıradanlaşması senteze mesafeli olan ve/ya da sentez fikrini külliyen reddeden siyasal partilerin söylemlerini ve politika tercihlerini kurma süreçlerinde doğrudan etkili olmasını beraberinde getirdi. Nitekim AKP, içerisine doğduğu söz konusu merkezci siyasal alanda kendine ait bir yaşam alanı kurmaya ve genişletmeye çalışırken Türk-İslam Sentezini siyasal bir duruş olarak açıkça reddetti; ancak yaşam alanını sabitleyene ve rejim dönüşümünü başlatana kadar hükümet ettiği süreçte Türklüğün – Müslüman Türklükten temellenen – bir kipi olarak Senteze yaslanmaktan, dayanmaktan ve işlevselleştirmekten imtina etmedi.[11] Diğer bir ifadeyle, milliyetçiliğin ulusun ve ulus-devletin söylemsel yeniden üretimi için gereken anlam dünyasını kurduğunu kabul ettiğimizde,[12] Türk-İslam Sentezinin 1980 sonrası Türkiye siyasetinde hâkim kültürel kodu oluşturan milliyetçi-muhafazakâr duruşun söylemsel çerçevesini çizmekle AKP’nin kendi kuruluş mitini yaratmaya çıktığı son hükümet pratiğine kadar kendine ait yaşam alanını kuruşunda etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Burada ilk olarak, AKP’nin başlangıçta Türkiye’deki merkez seçmene ve uluslararası topluluğa hitap edebilmek için, ANAP’taki gibi sentetik bir terkip değilse de ANAP’a benzer bir şekilde sentetik bir retoriğe sahip olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bununla bağlantılı olarak partinin, Müslüman-Türk kültürel kodunun Türkiye (merkez) siyasetindeki belirleyici rolünü devam ettirdiğini vurgulamak gerekiyor. Bu temsiliyet AKP’nin Türk-İslam Sentezini benimsemeden de olsa yeniden üreten retoriğinde belirginleşiyor.

Söz konusu retorikteki Türklük – Müslümanlık bileşimi, partinin 2001 yılında kuruluşundan hâkim olarak kendi kuruluş mitini oluşturma hamlesinin sembolik anı olarak 15 Temmuz Darbe girişimine kadar dalgalı ve tutarsız vurgularla seyretmiş olsa da, ulusun ve ulus-devletin yeniden üretimi için gereken anlam dünyasında Türk-İslam Sentezi’yle uyumlu bir şekilde işleyegeldi. Bu, AKP’nin tüm dönemleri boyunca reddetmediği referans nosyonlardan olan Türklerin, Türk addedilen toprakların, Türk tarihinin ve Türklerin kaderinin kutsallığının, Türklerin yüce değerlerinin açık ya da örtük kullanımlarında tespit edilebilir. Kısaca göz atmak gerekirse, partinin siyasal söyleminde aileyle millet arasındaki organik bağdan ve Türk-Osmanlı geçmişi, ‘devlet kurucuları olarak Türklerin büyüklüğü’nden, Türkleri ve Türkiye’yi tanımlarken öncelikle Müslüman kimliğinin işaretlenmesinden vazgeçilmedi.[13] Somut politika tercihleri söz konusu olduğunda, Türk-İslam Sentezinin 1980 askerî darbesi sonrasında en tutarlı uygulama alanının millî eğitim olduğu ve AKP hükümetlerinin bu alandaki performanslarının olağanüstü olduğu açıktır. Sentezin bir içerimi olarak, 1980 askerî darbesi akabinde ilk ve orta öğretimde zorunlu ders olarak tanımlanmış olan (Sünni) Müslüman din derslerinin yanı sıra ahlâkın dışlayıcı bir şekilde Sünni İslama referansla belirlenmesi ve her düzeydeki eğitim müfredatında halihazırda vurgulanan Türk milliyetçiliğinin, İslamı/Müslüman olmayı hâkim kültürel bileşen olacak şekilde detaylandırılmasından bahsedilebilir.[14] İçerisinden çıktığı İslamcı hareketin, Millî Görüş’ün “gömleği”ni çıkardığını erken döneminde dile getirmiş sözcülere ve karar alıcılara sahip bir siyasal parti olarak AKP içerisine doğduğu ortamın baskın anlam dünyasını kurumsal iktidardaki yeriyle toplumsal tabanı arasındaki bağları organikleştirene kadar benimsemekten ve kullanmaktan imtina etmemiştir.

Bu gizil bağlantının izi sosyal politika alanında da sürülebilir. AKP’nin hükümet ettiği on beş yıl boyunca, millî eğitimdeki din temelli önceliklerin artmasındaki tutarlılık kadar sosyal politika alanında hakların bireysel sorumluluk olarak yeniden kurulmasında tanımlanmasına – diğer bir ifadeyle, sosyal hak mefhumunun ve ilgili uygulamaların lağvına – dozu süreğen bir şekilde artan ahlâkçı ve aileci öncelikler ve önlemler eklenmiştir.[15] Bu alan, yukarıda değindiğim ve Türk-İslam sentezinde, ümmet-ulus arasında zoraki özdeşleştirmeye millet-aile arasındaki organik bağla uyum sağlayan AKP’nin sosyal dayanışmayı Türk ailesinin asli bir özelliği ve Türk ailesini doğal bir sosyal güvenlik kurumu olarak tanımlaması yine içerisine doğduğu anlam dünyasıyla bağlantılı olarak okunabilir. Bu bağlantının örneği olarak, dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun doğum yapmanın vatana hizmetle özdeşleştirildiği, devlet-millet-aile arasındaki organik bağ iddiasını/talebini net bir şekilde taşıyan bir açıklamasıyla AKP’nin Türk–İslam Senteziyle bitemeyen dansının perdesini kapatmakta fayda var: “Bizim için doğum yapan kadın hem mübarek annelik görevini yerine getiriyır hem de aslında vatani görevini yapıyor. Doğum yapan kadınlarımızın hizmeti vatani hizmet gibidir ve doğum süresi o yüzden memuriyetten sayılacak.”[16] Sosyal hak mefhumunu devlet-millet-aile üçgenine kilitleyen, emek piyasasını esnekleştirmeye dönük uygulamaları aileci tercihlerle destekleyen, vatandaşlık haklarını devlete ve millete hizmetle tanımlayan daha genel bir siyasal duruşun ipuçlarını özetleyen bu alıntı AKP’nin bugünkü otoriter siyasetini anlamak açısından başlangıç olarak gerekli ama yetersizdir. Zira bu alıntıdan daha erken bir tarihten itibaren – sembolik olarak Gezi Direnişiyle tetiklenen bir endişeyle bağlantılı olarak – ama özellikle 15 Temmuz 2016 sonrasından itibaren Davutoğlu’nun çok referanslı yayınında da belirterek geçtiği bir fetih arzusuyla hükümet eden bir siyasal partinin[17] ve bu siyasal partinin doğal ve ebedi liderliğini benimseyivermiş bir Cumhurbaşkanının tekelci uygulamalarla yönettikleri bir rejim değişikliği sürecinden bahsetmek gerekir.

Değişenler-Değişmeyenler – Yen Bir Şeyler Kurulurken

Türkiye siyasetinde, 15 Temmuz 2016 Darbe girişimi, 1980 askerî darbesiyle yarışacak denli sembolik bir dönüm noktasına işaret ediyor. Bu darbe girişimi, AKP’nin bir süredir hükümet etme biçiminde denediği hat değişikliği için gereken zemini sağlamış görülüyor. Özellikle 2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı halkoylaması öncesinde R. Tayyip Erdoğan için düzenlenen seçim kampanyasında halihazırda dile getirilen ve/ya da imlenen kur(t)uluş savaşı, kur(t)uluş destanı darbe girişiminin akabinde süreğen referans olageldi. Böylelikle AKP, Gezi Direnişi esnasında denemelerini yaptığı ve siyaseten verili olagelen devletçi tercihleriyle sosyo-ekonomik alanda tereddütle başvurduğu popülist önlemlerin birleştiği yaşam alanını arzulayan otoriter uygulamaları gündeminin merkezine geri dönüşsüz bir şekilde yerleştirdi. Aynı kesinliği AKP hükümetlerinin her genel seçim zaferinden sonra artacak şekilde İslam’ın salt kültür politikalarında ve Türk milliyetçiliğinin kültürel bir bileşeni olarak değil, sosyo-politik açıdan belirleyici unsur olarak yer alması için de söyleyebiliriz. Bu değişim, AKP’nin muhafazakâr-milliyetçi gündeminin anlam dünyasını kurarken Türk-İslam Sentezine başvurmaya artık gerek kalmadığına da işaret eder. 1980’ler, 1990’lar ve 2000’lerin ilk yarısında baskın olagelen Sentezin birdenbire ortadan kalktığını söylemek yerine artık iktidarda olmadığını belirtmekle yetinmekte fayda var.

Bu güç kaybının, muhtemelen daha sentetik, daha hamasi ve tam anlamıyla kurgusal alternatif bir Sentez iddiasıyla bağlantısı var. AKP’nin kuruluşundan bu yana, ‘olmakta olan bir siyasal parti’[18] olduğu dönemlerden faşist hatta girdiği son dört yıla kadar olan aralığa baktığımızda, söylemsel olarak İslamla, Müslümanlıkla kurduğu ilişkiyle dış politika, Kürt halkının kültürel ve siyasal hakları, sosyal haklar ve emek piyasası gibi somut politika alanlarındaki tercihleri ve uygulamaları arasında sürekli olarak dalgalanan bir portre çizmesine rağmen devamlılık arz eden bir tarihsel toparlama arayışından bahsetmek mümkün. Toparlamanın en kapsayıcı ve en son örneği, daha önceki toparlama arayışlarında olduğu gibi hem AKP’yle, hem devletle, hem milletle olan bağlantısı organik anlayışa endekslenen Erdoğan’ın açıklamalarında izlenebilir. Henüz 2002 yılında AKP genel seçimlerden zaferle çıkmamışken, Türk milletinin üç kıtayı kanatları altına almasından, sayısız kavimleri ve ülkeleri sevecen bir özenle kucaklamasından, Türk uygarlığının sevgi, ilim ve irfanla tanımlanmasından, 2006’da Avrupa Birliği’nin (AB) Kıbrıs’la ilgili öne sürdüğü şartlar karşısında Türklerin “… baskının değil adaletin belirleyici olduğu bir medeniyetin mirasçısı oldukları”na dayanarak AB’yle görüşmelerin durmasını göz alabilen bir konuma ve 2007’ye gelindiğinde “Türkler için küçük düşünmenin imkânsız olduğu, büyük düşünmeleri gerektiği” tespitinden 2014’te aşağıdaki terkibe ulaşılır:

“1071’de Malazgirt Ovası’nda Sultan Alparslan’ın arkasında namaza duran, … neferlerin hissiyatı neyse, bizim de hissiyatımız işte odur. Kudüs’e doğru yürüyen, Kudüs’ü bir barış şehri yapmak isteyen ilerleyen Selahaddin Eyyubi’nin askerlerinin duyguları neyse, işte bizim duygularımız da aynen odur. Bizler Mohaç’taki, Niğbolu’daki, Kosova’daki hem şehadet şerbetini içmek, hem de zaferleri kuşanmak için sabırsızca bekleyen ecdadın torunlarıyız. Hicaz’ın çöllerinde sıcağın altında, Sarıkamış’ta Allahu Ekber Dağları’nda beyaz karların altında şehit olanlar bizim dedelerimizdir. Çanakkale’de dünyanın en modern orduları karşısında yüreğiyle direnen ve zafer kazanan şehitler bizim dedelerimizdir. Medine’yi, Filistin’i, Mısır’ı, Suriye’yi, Irak’ı canı pahasına savunanlar bizim dedelerimizdir. Bizler hep birlikte Kurtuluş Savaşımızda var olmak ya da olmamak, yok olmak onuruyla yaşamak veya onuruyla şehit olmak arasında seçim yapan kahraman Mehmetçiğin torunlarıyız.

Sanmayın ki 13 yıllık bir yoldan geliyoruz, biz asırlardır yürüyoruz, asırlardır hem vatanımızı, hem milletimizi, hem de elimizin ulaşabildiği tüm mazlumları korumak için, gözetmek için, dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirmek için mücadele veriyoruz. … Bu harekette Abdülhamid Han’ın dirayeti, Fatih Sultan Mehmet’in kahramanlığı, Osman Gazi’nin basireti, Nureddin Zengi’nin cesareti, Sultan Alparslan’ın imanı vardır. Bu harekette Gazi Mustafa Kemal’in ufku, vizyonu, hayalleri vardır. Bu harekette merhum Adnan Menderes’in millet uğruna verilmiş canı vardır. Bu harekette, hiç şüpheniz olmasın, eski Başbakanlarımızdan Necmettin Erbakan’ın da alın teri vardır. Bu harekette eski Başbakanlarımızdan, Cumhurbaşkanlarımızdan merhum Turgut Özal’ın da emeği vardır. Bu hareket, 14 asır önce Mekke’nin yalçın dağlarına inzal olmuş, Allah kelamını, onun alemlere rahmet olarak gönderilmiş Nebisini kendisine rehber edinmiş bir harekettir. Bu hareket, Ahmet Yesevi’den Mevlana’ya, Hacı Bektaş-ı Veli’den Hacı Bayram-ı Veli’ye, Yunus Emre’den Fuzuli’ye, Ahmedi Hani’den Melaye Ciziri’ye, Nazım Hikmet’ten Necip Fazıl’a, Mehmet Akif’ten Sezai Karakoç’a kadar o tatlı pınarlardan kana kana içmiş, o bereketli pınarlardan beslenmiş bir harekettir.”

Türk-İslam Sentezi yukarıdaki alıntıdaki keyfî bolluğu taşıyabilecek düzeyde bir tarihsel toptancılığı içeremez. İlk olarak, Sentezi, 1970’lerin başında formüle etmeye meyleden entelektüel çevrenin daha belirli düşünsel ve siyasal çerçevesi itibarıyla bu genişlikte bir içerimleme mümkün olmaz. İkincisi, kökeninde milliyetçi hareketi ve bu hareketin parti teşkilatını (Sünni) Müslümanlığı da vazgeçilmeyecek bir bileşen olarak içerecek bir anlam dünyası sağlamak olan bir sentezin, alıntıda – ve diğer benzer beyanatta – izlerini sürebileceğimiz, Türklüğün İslam’ın verili bileşeni kılınması yönündeki hamleleri içermesi de pek ihtimal dahilinde değil. Son olarak, halihazırda kurumsal iktidarını sağlamlaştırmış, kendi kurtuluş talebini yerleşikleştirmiş ve başlangıç itibarıyla 2014 Cumhurbaşkanlığı halkoylaması için hazırlanan reklam filmlerinde sembolik olarak, ardından 15 Temmuz 2016 akabinde sembolik ve maddi eksenlerde kuruluş mitini kurgulamayı neredeyse tamamlamış olan bir siyasal partinin artık kendi toptancılığından çıkmayan bir senteze ve/ya da anlam dünyası kaynağına ihtiyacı olmadığı söylenebilir. Öyleyse, denebilir ki, 1980 askerî darbesi sonrasında Türk milliyetçiliğinin ve dolayısıyla ulus-devletin ve çağırdığı milletin siyasal ve kültürel düzeylerde anlam dünyasını kuragelen Türk-İslam Sentezi AKP hükümetlerinin son aşaması olarak alabileceğimiz evrede miyadını doldurmuştur.[19]

Yerine getirilmekte olan üzerine daha çok yazma vesilemiz ve çabamız olacak. Bir başlangıç denemesi olarak denebilir ki, Türk-İslam Sentezine mesafelenirken Ahmed Yesevi’yle Bektaş Veli’yi ve Yunus Emre’yle Alparslan’ı ve İkinci Abdülhamid’i hep birlikte tanımak, bu toprakların kültürü içerisindeki yerlerini/rollerini tespit etmek tanıdıkken, hepsini ve daha nicesi arasından Necmettin Erbakan’la Nazım Hikmet’i aynı siyasal söylem içerisine zorlamak başka bir çabaya – ilgili şahısları içine alan tarihin kendisi olma gayretine – işaret ediyor. Yukarıda adı geçen bütün erkek şahısları içine alan bir tarih akışı halihazırda mevcutken bu tarih akışının rolüne soyunmak en olumlu okumayla romantik ve kişisel bir duruş en olumsuz ve gerçekçi okumayla siyasal olmamak anlamına gelir. Zira siyaset bugün böyle bir romantizmi taşıyamaz. Yine zira, özellikle kriz dönemlerinde kapitalizm kaynak dağıtımında duyguyu, gönlü, vicdanı hesaba katılmasını engeller; katıyor gibi yapılmasına da alan açmaz.

Öte yandan, heves edilen kucaklayıcılık/toparlayıcılık reel politik uygulamalarla birlikte düşünüldüğünde yukarıda tarihsel toplamacılıkla işaret ettiğim hal netleşir: Kuruluş mitini şekillendirmek amacıyla yeni bir tarihsel anlatı oluştururken yeniden asker-millet olmaya çağrılan nüfusun sayıca fazla kısmını kapsayabilmek için eski tarihten de vazgeçilemediği bir formül bulmak. Her mit kurgusunda olduğu gibi burada da ilgili formülün tutarlı olmasından ziyade bulanık olması, rasyonel olmasından ziyade apaçık anlamsızlığıyla büyülemesi hedeflenir. Böylelikle, birbirlerine benzemeyenlerin İslam motifi etrafında kahraman kılındıkları bir anlatıdan bahsedilebilir. Öte yandan, “Mit, üstüninsan bir öncünün belirleyici olduğu, gizemli bir karakter tarafından anlatılan bir tek kip ya da zaman anlayışı içeren gerçeklik modeli olarak sunulan, iddialı bir yazma tarzı”ysa,[20] rejim değişikliği sürecinin henüz sonlanmamış olmasına bağlı olarak eski rejimin mitik anlatısının henüz ikame edilemediği söylenebilir. Açık olan, ne Türk-İslam Sentezi ne de Millî Görüş retoriğinin sunduğu anlam dünyasının yeni için yeterli olacağıdır.

 

DİPNOTLAR

[1] Türkiye’de OHAL ilk kez Turgut Özal’ın ANAP genel başkanı olarak Başbakanlık yaptığı 1987 yılında uygulamaya konulmuştur. 1990’lar OHAL on yılı olarak tanımlanabilir. İlk AKP hükümeti döneminde OHAL’in kapsamı halihazırda iki ille sınırlandırılmışken, aynı dönemde OHAL uygulamasına son verilmiştir. OHAL’in Türkiye’de yeniden başlatılması 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin akabinde olmuştur.

[2] Benzer tarihsellik vurgusu için bkz. Duygu Tanış Zaferoğlu, ‘Galip Yalman’la Söyleşi’, Ayrıntı (19) (Ocak-Şubat 2017). https://ayrintidergi.com.tr/galip-yalman-turkiyenin-demokratik-bir-rejime-gececeginin-emaresi-yok/ Erişim: 20 Ekim 2017. Öte yandan, Galip Yalman, söyleşisinde deneyimlenen rejim değişiminin neoliberalizmin kriziyle değil, ‘neoliberalizmde kriz’ ekseninde okuyor. Bu değişikliğin zorunlu olarak devletin dönüşümünü beraberinde getirmediğinin, Türkiye’de AKP’yi içerimleyebilecek devlet yapılanmasının 1980 askerî darbesi ve izleyen askerî rejim boyunca halihazırda gerçekleşmiş olduğunun altını çiziyor. Bu yazı kapsamında söz konusu krizin ‘neoliberalizmin krizi’ olduğu varsayımı kabul edilirken, bu kabul, Yalman’ın ifadesiyle ‘2000’li yılların başına kadar Kemalist bir hegemonya olduğu’ tespitini içermiyor.

[3] Diğer birçok örnek arasında, kamu kurumlarının ve özel kuruluşların varlıklarının ve sermayesinin farklı KHK’larla Türkiye Varlık Fonu’na (Kanun No. 6741; Taih: 26 Ağustos 2016) aktarımı ve Askeri Fabrika ve Tersane İşletme Anonim Şİrketinin 696 sayılı KHK’yla kurulması verilebilir.

[4] Cornelius Castoriadis hukuk devleti soyutlamasının pratikte hiçbir zaman egemen olamayacağını, dolayısıyla, devletlerin baskıcılığı karşısında salt hukuk devleti savunuculuğunun yasa devleti karşısında yeterli kalmayacağına işaret eder. Cornelius Castoriadis, ‘Democracy as Procedure and Democracy as Regime’, Constellations, 4 (1), s. 1-18.

[5] Türkiye Sınır Tanımayan Gazeteciler Endeksine göre 2017 yılında 180 ülke arasından 155. sırada yer alarak, ‘en ürkütücü ülkeler’ arasında tanımlandı. Bkz. http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-39712002 Erişim: 22 Mayıs 2017. Yanı sıra, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın ve İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) genel raporlarına göre Türkiye’de özellikle 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimin hemen ardından başvurulan OHAL yönetimleri altında ifade özgürlüğü, hareket özgürlüğü, toplantı ve gösteri hakkından daha fazla kısıtlama yaşanmakta ve yaşam hakkı gittikçe daha fazla risk altına girmektedir. Bkz. TİHV’nin sokağa çıkma yasaklarıyla ilgili raporları, insan hakları savunucularına yönelik kısıtlamalar ve engelleyici önlemler ilgili raporları, günlük insan hakları raporları; https://tihv.org.tr/tag/tihv-gunluk-insan-haklari-raporu/ ve ‘2016 Yılı Türkiye İnsan Hakları İhlalleri: Fiili Otoriter Başkanlık Dönemi’ (14 Nisan 2017), https://www.ihd.org.tr/2016-yili-turkiye-insan-haklari-ihlalleri-fiili-otoriter-baskanlik-donemi/ Erişim: 7 Kasım 2017. İHD, OHAL’de Türkiye Raporu (26 Ekim 2017), https://www.ihd.org.tr/2016-yili-turkiye-insan-haklari-ihlalleri-fiili-otoriter-baskanlik-donemi/ Erişim: 7 Kasım 2017.

[6] Bu durumun AKP hükümetleri süresince nispeten erken işaretlerinden birini, 2008 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesiyle ilgili değişiklik çalışmaları sırasında dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, 301. Maddenin ‘sıradan vatandaşlardan ziyade aydınları ilgilendiren bir sorun olduğu’ açıklamasında (https://www.evrensel.net/haber/230379/ifade-ozgurlugune-kelepce-301-1), son dönem örneğini 2016 yılının ilk aylarından itibaren Barış Bildirisini imzalayan akademisyenlerin karşı karşıya kaldıkları güvenlikçi devlet/hükümet mantığıyla uğradıkları hak ihlallerinde görmek mümkündür.

[7] Türk milliyetçiliğinin İslamla inişli çıkışlı tarihsel bağlantısının versiyonlarıyla ilgili olarak bkz. Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938) (İstanbul: İletişim, 2001). Türk milliyetçiliğinin İslamcı ve seküler kutuplaşma üzerinden okunan siyasal ihtilafları kesmesi üzerine dönemsel bir çalışma için bkz. İnci Özkan-Kerestecioğlu, ‘Sabiha Sertel – Eşref Edip Tartışması: Modernleşme Sürecinde Türk Milliyetçiliğinin İki Farklı Yüzü’, Türkiyede Neoliberalizm, Demokrasi ve Ulus-Devlet içinde, Yüksel Akkaya, Ömür Birler, Simten Coşar ve Filiz Zabcı (der.) (İstanbul: Yordam, 2009), s. 92-102. Ayrıca bkz. Berrin Koyuncu-Lorasdağı, ‘On the Question of Islam and Nationalism in Turkey: Sources and Discourses’, Symbiotic Antagonisms: Competing Nationalisms in Turkey içinde, A. Kadıoğlu ve E. F. Keyman (der.), (University of Utah Press, 2011), s. 133-161.

[8] Nur Vergin, ‘AKP Neden Kazandı?’ Neden? NTV, 24 Temmuz 2007, Simten Coşar, ‘Turkish Nationalism and Sunni Islam in the Construction of Political Party Identities’, Symbiotic Antagonisms: Competing Nationalisms in Turkey içinde, s. 162-196.

[9] Nuray Mert, ‘Türkiye’de Merkez Sağ Siyaset: Merkez Sağ Politikaların Oluşumu’, Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik içinde, Stefanos Yerasimos vd. (İstanbul: İletişim, 2001), s. 69.

[10] Coşar, ‘Turkish Nationalism and Sunni Islam in the Construction of Political Party Identities’.

[11] Burada yaşam alanı kavramını özellikle kullanıyorum. Bu kavramın, Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabındaki referans kavramlardan biri olduğunu, yeni-Osmanlıcılık hattında tanımlanan dış politika yaklaşımının belirleyici – hiç değilse retorik – unsurlarından olması itibarıyla, AKP’nin salt Türkiye sınırları içindeki değil sınırları dışındaki iştahının simgelerinden olduğu söylenebilir. Davutoğlu’nun dış politika yaklaşımında yaşam alanı kavramının yeriyle ilgili tartışmalar için örn. bkz. Behlül Özkan, ‘Panİslamcı Dış Politikanın Çöküşü’, Radikal (15.06.2014), http://www.radikal.com.tr/radikal2/panislamci-dis-politikanin-cokusu-1197025/ Erişim: 5 Kasım 2017; Özkan, ‘Turkey, Davutoğlu and the Idea of Pan-Islamism’, Survival, 56(4) (Ağustos-Eylül 2014), s. 119-140.

[12] Craig Calhoun, ‘Nationalism, Political Community and the Representation of Society, Or Why Feeling at Home is not a Substitute for Public Space’, European Journal of Social Theory, 2(2) (1999), s. 217-231.

[13] Erdoğan’ın 1. Yılı Kutlama Konuşması (14 Ağustos 2002), Coşar, ‘Turkish Nationalism and Sunni Islam in the Construction of Political Party Identities’de aktarılmıştır.

[14] Sam Kaplan, ‘”Religious Nationalism”: A Textbook Case from Turkey’, Comparative Studies of South Asia, Africa and the Middle East, 25(3) (2005), s. 665-679.

[15] AKP dönemi sosyal politika rejimi üzerine bkz. Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder, ‘The Turkish Welfare Regime in Transformation’, Journal of European Social Policy, 16(3) (2006), s. 211-228; Simten Coşar ve Metin Yeğenoğlu, ‘The Neoliberal Restructuring of Turkey’s Social Security System’, Monthly Review, 60(11) (Nisan 2009), s. 34-47; Gamze Yücesan-Özdemir, ‘The Social Policy Regime in the AKP Years: The Emperor’s New Clothes’, Silent Violence. Neoliberalism, Islamist Politics and the AKP Years in Turkey içinde, Simten Coşar and Gamze Yücesan-Özdemir (der.) (Canada: RQB, 2012), s. 125-152. Sosyal politika rejimi ve aileci tercihlerle ilgili olarak bkz. Simten Coşar ve Metin Yeğenoğlu, ‘“New Grounds for Patriarchy in Turkey? Gender Policy in the Age of the AKP,” South European Society and Politics, 16 (4) (Aralık 2011), s. 555-573; Berna Yazıcı, ‘The Return to the Family: Welfare, State and Politics of the Family in Turkey’, Anthropological Quarterly, 85(1) (Kış 2012), s. 103-140; Ece Öztan, ‘Türkiye’de Ailecilik, Biyosiyaset ve Toplumsal Cinsiyet Rejimi’ Toplum ve Bilim (130) (Haziran 2014), s. 176-188.

[16] ‘Davutoğlu: Doğum Yapan Kadın Aslında Vatani Hizmetini Yapıyor’, bianet (3 Şubat 2016), https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/171777-davutoglu-dogum-yapan-kadin-aslinda-vatani-gorevini-yapiyor Erişim: 30 Ekim 2017.

[17] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik (İstanbul: Küre Yayınları, 2001).

[18] AKP 2013’te Gezi Direnişi’yle yüzleşme deneyiminden itibaren otoriterlikten tekcil yönetime ve faşist hata doğru inişli çıkışlı olsa da tutarlı meyline kadar ‘olmakta olan bir siyasal parti’ olarak tanımlamak yerinde olabilir. Bu tercihin arkasında AKP gibi bir siyasal partinin ancak olmakta olmaya devam ettiği müddetçe olabileceği savı yatar. Diğer bir ifadeyle, ortaya çıkışından otoriter siyasette istikrara erdiği evreye kadar – neoliberal sosyo-ekonomik tercihler ve muhafazakâr kültür politikaları dışında – süreğen bir dalgalanma içeren politika tercihleri AKP’nin tek bir siyasal kimlik üzerinden tanımlanmasını zorlaştırıyordu. Burada, hemen, ‘dalgalanma’dan kastımın bugün içerisinde yaşadığımız gerçeğin tersyüz edildiği bir siyaset alanında, her kavramın her anlama sıkıştırılabildiği, doğru bilinegeleninyanlışa dönüverdiği, hakikat iddiasının gerçek-dışı, gerçek-ötesi, gerçek-aşırı içeriklerle desteklendiği bir siyasal ortamda gözlemleyebildiğimiz tutarsızlık olmadığını söylemem gerekiyor. Daha ziyade, İslamcı köklerini geride bırakmaya çalışırken bu köklerden kopamayan, Türk-İslam Sentezine mesafalenirken bu sentezin belirleyiciliğinden payını alan, ülke içine seslenirken kullandığı cesaret ve hamle dilini ülke dışıyla irtibatında kesik kesik kullanırken dış politikanın işleyişinde aynı şahinliği yakalayamayan bir siyasal partiye işaret etmek için kullanılabilir. Bugün artık bu tür dalgalanmalardan ziyade kriz ekonomisiyle başa çıkma çabalarında içeriye ve dışarıya dönük sesini, ancak lider bildiği şahsın vokalinde gittikçe saldırganlaştıran bir siyasal partiden bahsedebiliyoruz.

[19] Burada Sentezin birdenbire ortadan kalkmasından, tedavülden kalkmasından bahsetmiyorum. Türkiye’de siyaseten hükmetme pratiği açısından artık etkin rolünün olmadığına işaret ediyorum.

[20] Claude Levi Strauss’tan aktaran Michael McGuire, ‘Mythic Rhetoric in Mein Kampf: A Structural Critique’, The Quarterly Journal of Speech, 63(1) (Şubat 1977), s. 2.