Türkiye’ de 15 Temmuz 2016 gecesi fitili Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde ateşlenen, gece boyunca toplumun tümüne yayılan kanlı bir “olay” gerçekleşti. Olayın ülkenin tümünü kapsayan etkilerinin özelde Ortadoğu, genelde dünya için de önemli yansımalara neden olacağı açık. En azından siyasal islam, ılımlı islam tartışmalarının çözümüne yönelik (ya da geniş ölçekli çatışmalara) belirleyici bir etki yaratabilecek gibi.
Ancak olayın ne olup ne olmadığı, üzerinden iki aydan fazla geçmesine karşın belirsizliğini koruyor. Bittiğine dair bir emare olmadığı gibi neye/nereye evrileceği de belli değil. Bu haliyle bir kriz olarak tanımlamak daha doğru gibi. Bu krizin içinde hangi dinamiklerin çatıştığı ve nasıl bir değişime yol açacağı, değişimin geçici mi kalıcı mı olacağı ise belirsiz.
Askeri Darbe Girişimi, kalkışma, iç savaş provası, yönetenler arası süregiden çatışmaların silahlı düzeye çıkması ve olmazsa olmaz komplo ya da sahte darbe gibi kavramlar arasında gidip geliniyor. İktidarı elinde bulunduran RTEakp bloğu 15 Temmuz gecesi Başbakan Binali Yıldırım’ın ağzından durumu ilkin “kalkışma” olarak nitelemişti. Şimdilerde ise “askeri darbe” girişimini tercih ediyorlar. Darbecilerin neden Boğaz köprüsünü tuttukları (o da bir tarafını), neden bakanları gözaltına almadıkları, Erdoğan’ a yönelik saldırının neden o kadar geciktiği (iyi ki gecikmiş o ayrı) gibi sorular belirsizliğin artmasından başka bir işe yaramıyor. Dahası o gece boyunca hükümet ile darbeciler (ve belki de ABD hükümeti) arasında pazarlık yapıldığı iddialarına, TSK komuta kademesinin (örneğin Genelkurmay Başkanının) sabaha kadar ikircikli davrandığı yorumları karışıyor.
Her ne olursa olsun 15 Temmuz gecesi TSK içinden bir grup, seçilmiş hükümeti devirmek için kanlı bir eyleme girişti, çok sayıda sivil insanlık dışı bir şekilde öldürüldü. Geriye yanmış, yıkılmış binalar üç yüze yakın ölü, binlerce yaralı, alt üst olmuş bir toplum ve açık bir devlet krizi kaldı. 16 Temmuz sabahı hükümet ve ideolojik aygıtlarının başlattığı, “Amerika, Fethullah örgütü eliyle darbe yapmaya kalktı, hedef Erdoğan’dı” salvoları, Suriye’de düşülen açmaz yüzünden terk edilmeye başlandı bile. Recep Tayyip Erdoğan sıcağı sıcağına “bu girişim bize Allahın bir lütfu” demişti. İlan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ile Meclis askıya alındı ve RTEakp bloğu tek karar verici, yetkili ve egemen olarak devleti yönetmeye başladı. Hükümetin yapıp ettikleri için illa bir deyimle analoji yapmak gerekirse “körün istediği bir göz Allah verdi iki göz” daha uygun olabilir.
Ordudan, emniyetten, yargıdan, üniversitelerden, eğitimden, bürokrasiden binlerce insan açığa alınıp, ihraç edildi. Çok sayıda devlet kurumu lağvedildi ve yeni kurumlar oluşturuldu, görev ve yetkiler yeniden düzenlendi. Açığa alma, ihraç, gözaltı ve tutuklamalar kısa süre içinde Fethullahçılardan Kürtlere, HDP’ ye oradan solculara yöneldi. Bu gidişle de AKP muhalifi olmak suçlanmak için tek ölçüt haline gelecek gibi.
Moda deyimle büyük resme bakanlar azımsanmayacak denli çok. En dikkat çekeni, bir önceki dönemin “kadri bilinmeyeni”, şimdinin “kahramanı” eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ. Olağanüstü ilgi nedeniyle kitap olarak da yayınlanan bir televizyon söyleşisinde, girişimin asli amacının hükümeti devirmek olmadığını, hatta darbecilerin üstündeki gücün özellikle başarısız bir darbe girişimi planladığını iddia etti. Başbuğ, yakın dönemde Türkiye’nin güney sınırını değiştirmeyi planlayan “büyük güçlerin” önlerinde tek engel olarak TSK’ni gördüklerini söylüyor. Önce Ergenekon ve Balyoz, ardından da güncel darbe girişimi sayesinde TSK’nın tarihinde olmadık denli zayıf düşürüldüğünü düşünüyor. Bu açıklamaların hemen ardından da RTEakp bloğu, askeri ülke sınırları dışına savaşmaya gönderdi. Üstelik de başka bir ülkede süren iç savaşın bileşenlerinden biri olan ve fakat ne oldukları belirsiz bir silahlı güçle ortaklaşa olarak.
Ortada açık bir devlet krizi var. Ancak krizde olan sadece devlet aygıtı değil gibi. 15 Temmuz gecesi olanlar bireyler üzerinde de çok büyük bir sarsıntı ve örselenme yarattı. Bu örselenmenin bireysel/ toplumsal sonuçlarının ne olacağı tartışmalı.
15 Temmuz gecesi başlayan olayın ne olarak tanımlanacağı/tanımlandığı, olaya dair yapılabilecek çözümlemelerin ilk adımı. Bu tanım olayın öncesi (hazırlayıcı, başlatıcı etkenler), oluş anı, oluşa gösterilen tepki ve sonrasındaki gelişmelerin değerlendirilmesi için hayati önemde. Öyle ya da böyle ikisi de İslamcı olan ve 14 yıldır devleti birlikte yöneten ittifak, birbirlerini durduk yerde boğazlamaya kalkmadılar ya. Bir bakıma herşeyi ve herkesi bölüp, düşmanlaştırmakta çok mahir olan RT Erdoğan’ın ABD yönetimini bile ikiye böldüğünü mü söylemeliyiz? Öyle ki, CIA’nın Gülen’i, Pentagon’un Erdoğan’ı tuttuğu gibi yorumlar yapıldı. Ama bu çözümlemeleri yapanların neredeyse hiçbirinin aklına, bu durumda iki grubun da Amerikalıların “bizim çocukları” olduklarının kabul edilmesi gerektiği gel(e)miyor… Bildiğimiz en yalın hakikat, Fethullahçılarla RTEakp bloğu arasındaki çatışmanın, bir tarafın yolsuzluk batağına batması ve diğer tarafın dersanelerine el konulmasından çıkmadığı. Dahası meselenin öyle bireyler üzerinden anlaşılmaya kalkılmasının gerçeği örtmekten başka bir işe yaramayacağı.
Bireylerin psikolojisi ile ilgili üretilen teorilerin toplumsal olaylara olduğu gibi aktarılması nasıl bir genelleme hatasıysa, bireylerin özelliklerinin toplumsal değişimlerde başat güç olduğunun sanılması ve politik çatışmaları da bireyler, üst akıl, muğlak bir devlet mekanizmasıyla açıklamaya kalkmak da başka tür bir indirgeme hatası. Ne ABD yönetimi yekpare bir bütün ve birey gibi davranıyor, ne Fethullahçılar ne de RTEakp bloğu. Çatışmayı Obama, Gülen, Erdoğan kavgası gibi anlamayı bir tür saflık, göstermeye çalışmayı ise politik bir strateji olarak değerlendirmek gerekli. Öte yandan, böylesi büyüklük ve şiddetteki kanlı bir olayın insanların üzerinde bir dizi etkiye neden olmayacağı da düşünülmemeli. Bu etkiler ruhsal örselenme ile sınırlı kalmayabilir. 15 Temmuz bireylerin zihin dünyalarına ekilmiş tohumları çatlatabilecek bir etki yaratma potansiyeli taşıyor olabilir (mi?).
15 Temmuz gecesi
Biraz uzun sayılabilecek bu girişin bir nedeni de 15 Temmuz gecesi yaşananlar üzerindeki sis perdesinin, o gece sokağa çıkanlar üzerine yapılacak çözümlemeleri malul etme riski taşıması. Bütün bu sorunlar, 15 Temmuz gecesi olanların önemini azaltmıyor.
O gece ve sonrasında en azından Cumhuriyet tarihinde daha önce tanık olunmayan çok sayıda yenilikle karşılaşıldı. Asker askerle, polis polisle, asker polisle çatıştı. Ülkenin ordusu ülkenin polis kuvvetlerine bomba yağdırdı. Dahası “Cumhuriyetin koruyucusu” TSK, Cumhuriyetin meclisini savaş uçaklarıyla vurdu. Cumhuriyetin ordusunun “cumhura” hedef gözetmeden, hem de helikopterle, tankla ateş etmesi ise belki de kimsenin hayal edemeyeceği bir durumdu. Bugüne kadar asker (ve polis), ülke içinde sadece “solcu, kürt, gayrimüslim ve aleviye” karşı silah kullanmıştı. Üstelik onlara da vatandaş oldukları için değil, tersine “bölücü, anarşist, komünist, gâvur” oldukları için ateş etmişti. İlk kez dolaysızca “vatandaşına” ateş etti ve çok sayıda sivili öldürüp, binlercesini yaraladı. Geceye ilişkin görüntüler sivil halka acımasızca ve insanlık dışı bir şekilde saldırıldığını kanıtlıyor. Elleri havada askerlere doğru yürüyen siviller yaşlı, genç, kadın denmeden hedef alınıp, vuruluyor. Yaralıları çatışma alanından çıkarmaya çalışanların üzerine ateş açılıyor. Beştepe’de Jandarma Genel Komutanlığı ile Saray arasındaki yolda bulunan sivillere üstelik sabah saatlerinde helikopterlerden doğrudan ateş ediliyor. Youtube’da yer alan bir ses kaydında bir general sivillere yönelik saldırılar için “Allah affeder” diyor! Saldıranların ve onlara karşı çıkanların ağızlarından tekbir eksilmiyor!
Olayı daha önce benzeri görülmemiş hale getiren bir diğer özellik ise sivillerin hükümeti devirmeye kalkışan askerlere karşı çıkması oldu. 15 Temmuz gecesi canı pahasına sokağa çıkarak tankların, F16’ ların, Skorsky helikopterlerin, askerlerin önüne geçenlerin “kim” oldukları, onları ölümü göze almaya iten etkenlerin neler olduğuna dair bir tartışma var. İlk günlerde medyada yer alan sivillerin linç ettiği asker görüntüleri belirsizliğe gömüldü. Ancak yakalanan darbecilere işkenceye varan kaba dayak ve kötü muamele görüntülerine ise hala ulaşılabiliyor. Bu görüntülerden en ünlüsünde bir spor salonuna doldurulup, diz çöktürülmüş subay ve askerlerin rütbelerinin sökülmesi, bir binbaşının, bir generali bir yandan tekme tokat döverken aynı anda özü “ya devlet başa ya kuzgun leşe” olan konuşmaları 1,5 milyona yakın sayıda izlenmiş.
Bir toplumsal olay içinde bu kadar çok yeniyi barındırıyorsa “niteliksel” bir değişimin izlerini sürmek gerekir. Türkiye’ nin 15 Temmuzdan önceki gibi olamayacağı, gerek yönetenler arası gerekse de yönetenler ile yönetilenler arası ilişkinin artık geçmişten farklılaşacağı söylenebilir mi? Böylesi bir değişim gerçek ise, bu gerçeğin 15 Temmuz gecesi birden bire “zuhur ettiğini” düşünmek saflık olur.15 Temmuz gecesi olanlara “halkın” tepkisi, çok önceden toplum içinde ortaya çıkan, niteliksel bir sıçramanın eşiğine kadar gelmiş olan zihinsel/ ideolojik dönüşümün görünür hale gelmesi ve kendi gerçekliğini kabul ettirmesi olarak değerlendirilebilir mi?
Mitos inşası
İktidar, 15 Temmuz gecesi olan çatışmaları askeri darbe olarak tanımlıyor. Darbeye karşı “milletin kendiliğinden karşı çıktığını”, RT Erdoğan’ ın çağrısının da bu karşı çıkışı kitleselleştirdiğini iddia ediyor. Kazananlar, galibiyetlerinin tarihini geçmiş için değil gelecek için yazarlar. Bu yazma eyleminin gelecek tasavvuruyla bağı açık. Mitos, bir topluluğu millet yapan ortak değerlerin anlatıldığı öykü/ler ve bu öykü, bir dizi efsanenin bir araya gelmesiyle inşa ediliyor. Bu inşa yukarıdan (yöneticiler) ve aşağıya (yönetilenler/halk) ekilirken, aşağıdan yukarıya doğru da üretiliyor. Daha yaşanıldığı anda efsaneleştirilen bir tarih!
RTEakp, 15 Temmuz tarihini, kurmayı umduğu “yeni Türkiye’nin miladı” olarak kabul ettirmek için o gece ve sonrasını destanlaştırma derdinde. Geçmiş ile şimdi arasında bir kopuş değil süreklilik olduğu ve geleceğin de bu sürekliliğin doğal sonucu olarak biçimleneceğine dair bir inanış yerleştirilmeye çalışılıyor. Böylesi bir “doğal” akışı var etmek için geçmiş parçaları tutarlılıklarına bakılmaksızın kolajlanıyor.
Mitosa, gerçekte olup bitenden daha çok inanılır. Nitekim askeri darbe girişimine karşı sokağa çıkan, tankın önüne geçen ve ölümü göze alarak darbeyi engelleyen halk imgesi, hemen herkesin gözünü kamaştırmış durumda. Tankı egzoz borusunu tişörtle tıkayarak durdurmaya çalışanlar, çatıdan alçak uçuş yapan F16 uçağına taş atan ve tutmasalar uçağın üzerine atlayacağını anlatanlar… Onca ölümün önüne geçmeye başladı bu kahramanlık hikâyeleri. Bir milletin kaderini yendiğini, artık bir daha kimsenin askeri darbeye yeltenemeyeceğini, bu milleti hafife alanların tarih önünde rezil olduklarını, iki paket makarnaya oy veriyorsunuz diye halkı aşağılayan seçkinlerin insan içine bile çıkmamalarının gerektiğine giden yorumlar, tahliller yağmuru altında kaldık. Sosyoloji diplomanızı yırtın diye alay edenler, bu halkı küçümseyenler ağızlarının payını aldı diyenler… Öyle ki solculara siz niye çıkamadınız sokağa diye sitem eden yaşını başını almış duayen solcular (!) bile var. Bilgiye dayanmayan bu kanaatler hakikatin üzerini örterken iktidarın gerçeğine katkı veriyor.
Sokağa çıkıp tankların karşısına dikilenlerin eylemini, içten içe Adnan Menderes’i kurtaramamış olmanın suçluluğuna bağlamak, bu tür bir girişim. İkinci İstiklal Savaşı tanımlaması çok gözde. 15 Temmuz’un Demokrasi Bayramı olarak ilan edilme çalışmaları, Boğaz Köprüsü’nün adının 15 Temmuz Şehitler Köprüsü yapılması, günlerce sürdürülen “Demokrasi Nöbetleri” bu çabanın ürünü. Demokrasi nöbetlerinde AKP bayrağının yasaklanması, AKP Genel Merkez binasına devasa Atatürk posteri asılması. Sokağa çıkıp darbeyi önleyen halk imgesinin en çok kullanılan sembolü, Dindar (türbanlı) bir kadınla “modern” (başı açık) bir kadının şöför mahallinde oldukları, dindar kadının kullandığı kamyonun, kasasındaki “erkeklerle” darbeyi önlemeye gittiği görüntülerdi.
7 ağustos Yenikapı Mitingi adeta “bir milletin birlik ve bütünlük içinde küllerinden yeniden doğurtulması” töreniydi. Bin bir dil dökerek CHP’nin de katılımının sağlanmasıyla “Yeni Türkiye” Yenikapı’ da bütünleştirilmeye çalışıldı. Mehter marşı çalındı. Bayrak, Atatürk ve Erdoğan üçlemesi bir araya getirildi. Böylece Osmanlı kökleri, İstiklal Savaşı’ nın Gazi’si ve “Demokrasi’ nin Reisi” tarihsel olarak birbirini izleyen halef selefler olarak Türklerin tarihini oluşturmuş oldular! Kürtlere, bu kolajda yer verilmemesi bu bağlamda daha da anlamlı olmuş oldu! Kurucu Dede Osmanlının devamı olan kurtarıcı baba Mustafa Kemal’in düşmandan temizlediği, Türklerin devletinin yeni Reis’i Erdoğan, Müslüman Türk Milleti ve Demokrasisinin kurucu evladı olarak tescillenmiş oldu.
Peki iktidarın yazmaya çalıştığı tarihle gerçekte olan arasında bir yarık var mı? Eğer varsa bu yarık başka bir muhalefetin önünü açmak için bir çıkış noktası imkânını içinde barındırıyor mu?
Sokağa çıkanlar, ölenler, çıkma saatleri
15 Temmuz gecesi çıkan çatışmalarda 240 kişi öldü. Ölümlerin 170’i sivildi. Net bir rakam bulmak mümkün olmamakla birlikte darbecilerden ölenlerin 24 kişi olduğunu söyleyen haberler var. Ölümlerin nerdeyse tümü Ankara ve İstanbul’da. Ancak sivil ölümlerinin hangi saatlerde olduğuna dair bir bilgiye ulaşmak imkansız. Yine de ağırlıklı olarak sivil ölümlerinin RT Erdoğan’ın sokağa çıkın çağrısından sonra olduğunu düşündüren bilgiler var. Örneğin Ankara’da Beştepe’de Cumhurbaşkanlığı önündeki ölümler 16 Temmuz cumartesi sabah gün ağardıktan çok sonra gerçekleşmiş. İstanbul’da Saraçhane ve Boğaz köprüsündeki ölümler, Genelkurmay Başkanlığı önündeki kalabalığa helikopterden ateş açılması, Akıncı jet üssü girişindeki çatışmalar da sokağa çıkın çağrısından sonraya denk geliyor. Ancak TRT önündeki çatışmalarda gerçekleşen ölümlerin daha önce olduğunu düşündüren haberlere de rastlamak mümkün.
Sokağa çıkanlar üç ana gruba ayırılabilir. Boğaz Köprüsü’nün askerlerce kapatılmasıyla Başbakan Binali Yıldırım’ın, NTV’den ‘bu bir kalkışmadır, her şey kontrolümüz altında’ açıklamasını yaptığı saate kadar (saat 23:00) olan zaman ilk bölüm olarak görülebilir. Başbakanın açıklaması, girişimin hükümete (AKP’ye, Erdoğan’a) yönelik, hükümeti devirmeyi amaçlayan bir hareket olduğunu kanıtlamış oldu. Saat 23:45’te TRT’de silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğuna dair bir bildiri spiker tarafından okundu. Başbakanın açıklamasından RT Erdoğan’ın halkı sokağa ve savaşmaya çağırdığı saate kadar olan ikinci bölüm (saat 00:25) ve Erdoğan’ın açık çağrısından sonra, 16 Temmuz öğle saatlerine kadar olan bölüm.
Bu bölümleme olayların seyri ve çatışmaların yoğunluğu açılarından da işlevsel. Nitekim Başbakanın çağrısından hemen sonra internete sınırlama getirildi, facebook ve twitter engellendi. Ancak bu sınırlama ve engellemeler kısa bir süre sonra kaldırıldı. Engelleyen de, engeli kaldıran da hükümet olduğuna göre, iletişimin engellenmesinin darbecilere yarayacağı ve kitleye ulaşıp, onu yönlendirmenin güçleşeceği fark edilmiş olmalı. Hem ağır çatışmaların (Özel Harekât Merkezi, Genelkurmay ve Meclis’in bombalanması), hem de sivil ölümlerin ağırlıklı olarak son bölümde, Erdoğan’ın çağrısından sonra gerçekleştiği anlaşılıyor.
Kayıpların acısı o kadar taze ki, ölümler üzerine konuşmak kalanların yasına saygısızlık riski taşıyor. Böylesi bir duyarlılığın zerresi ise RTEakp cenahında yok. Ölenlerin yakınları için Beştepe’de yapılan törende yakınlara yaşatılan acılara tanık olundu. Sokağa çıkanlar üzerine konuşurken onlara saygısızlık etmemeyi gözetmek gerekli.
15 Temmuz gecesi sokağa çıkanlarla ilgili dört araştırma yayımlandı. AndyAr, Seta ve Konda’nın araştırmaları, olaydan kısa bir süre sonra gerçekleştirilmiş. Üç kamuoyu araştırma raporunda da hemen hemen benzer bir sonuç var. Andy Ar saha çalışmasını 19 Temmuzda yapmış. Katılımcıların %65,7‘si Erdoğan’ın çağrısından sonra sokağa çıktığını belirtmiş. Çağrıya AKP’li olduğunu söyleyenlerin %84,4’ü uymuş. Bu oran MHP’li olduğunu söyleyenlerde % 66, HDP’lilerde % 58,1 ve CHP’li olduğunu söyleyenlerde ise % 37,7. Konda araştırmasını 26 Temmuz gecesi “Demokrasi Nöbeti” için meydanlara çıkan insanlardan Kısıklı, Saraçhane ve Taksim’e gelenler arasında yapmış. Bu çalışmada da katılımcılardan sokağa çıkanların çok büyük bölümü Erdoğan’ın çağrısı sonrası ya da 16 Temmuz sabahı sokağa çıkmışlar. Çağrıdan önce sokağa çıkanların (% 27) %83’ü AKP seçmeniyken, çağrıdan sonra sokağa çıkanların %90’ı AKP seçmeni olduğunu söylemiş. Konda araştırması Demokrasi Nöbeti miting katılımcıları arasında yapıldığından AKP’li oranının yüksek çıkması anlaşılabilir bir durum. SETA araştırması 18- 24 Temmuz tarihleri arasında İstanbul ve Ankara dışındaki illeri de kapsayan ama sadece 146 kişi ile yapılan görüşmelere dayanıyor. Nesnel bir araştırmadan çok bizatihi kendisinin toplumsal algı biçimlendirmesi için yapıldığını düşündüren üslubuna karşın, bu araştırma da sokağa çıkanların ağırlıklı olarak AKP’li ve “ülkücü” (nedense MHP’li denmemiş!) oldukları ve sokağa çıkılmasında başat etken olarak Erdoğan’ın çağrısının rol oynadığı bulunmuş. SETA araştırması sokağa çıkmada Cumhurbaşkanının çağrısından başka camilerden sala okunması ve televizyondan darbe bildirisinin okunmasını da etkili bulmuş. Son araştırma AKP milletvekili Ertan Aydın’ın sahibi olduğu Pollmark araştırma şirketinin. Diğerlerine göre biraz daha ileri bir tarihte yapılmış. 14- 18 ağustos tarihleri arasında, Türkiye genelinde ve 3000 kişiyle gerçekleştirilmiş. Bu son araştırmaya göre de sokağa çıkanlar büyük oranda (%69) AKP seçmeni ve yine büyük çoğunluk sokağa Erdoğan’ın çağrısından hemen sonra (%56,3) ya da 16 Temmuz sabahı (%11,5) çıkmış.
Dört araştırmanın da bulgularına bakıldığında, sokağa çıkan ve çatışmalara giren sivillerin ezici çoğunluğunun aktif, organik bağla AKP’ye bağlı, çoğu parti üyesi kişiler olduğu, ikinci sırada MHP’lilerin geldiği, kendisini bu iki gruptan olarak tanımlamayanların da büyük çoğunluğunun muhafazakâr ve dindar insanlar olduğu ve sokağa çıkılmasındaki en büyük etkenin Erdoğan’ın çağrısı olduğu anlaşılıyor. .
Bu yazıyı yazarken sokağa çıkan ve ölenlerle ilgili yayınlanmış iki kitap vardı. İlki, o gece sokağa çıkan 16 kişi ile yapılan röportajlardan oluşuyor[1]. Sokağa çıkanlardan biri dışında tümü, sokağa Erdoğan’ın çağrısından sonra çıkmışlar. Yine başka biri dışında tümünün anlatımları, muhafazakâr/ dindar kesimden olduklarını düşündürüyor. İkinci kitapta 15 Temmuz gecesi ölen sivil ve polislerden kabul eden yakınlarıyla, ölen kişiler hakkında yapılmış görüşmeler bir araya getirilmiş[2]. Henüz kayıpların yasıyla iç içe olan bu anlatımlar sokağa çıkan ve mücadele edenlerin kim olduklarına dair gerçekçi betimlemeler içeriyor. Hayatını kaybedenler çok büyük oranda dindar/ muhafazakâr, AKP seçmeni ve RT Erdoğan’a ayrıca duygusal olarak bağlı oldukları söylenen insanlar. Hemen hemen hepsi Erdoğan’ın çıkın çağrısı üzerine sokağa çıkmışlar. AKP ile daha yakın bağları olanlarla ilgili anlatımlardan, o gece AKP teşkilatından üyelerine sokağa çıkma ve gidilmesi gereken yerlerle ilgili mesajların yollandığı anlaşılıyor.
Sokağa çıkmayanlar
15 Temmuz gecesi sokağa çıkmayanların büyük çoğunluğunun AKP muhalifi kesimler olduğu açık. Ancak darbe girişimini destekledikleri için sokağa çıkmadıklarını söylemek olsa olsa AKP yanlısı zihinlerin abuklaması olarak görülebilir. Gazi Mahallesi, Okmeydanı gibi politikleşmiş mekânlarda mahalle sakinlerinin kendi güvenliklerini sağlamak için örgütlü bir şekilde sokağa çıktıkları ama çatışma bölgelerine gitmeyip, kendi bölgelerini korumaya aldıkları biliniyor. Benzer davranışların farklı sosyalist ve devrimci gruplarca da benimsendiğine dair gözlemler, anlatımlar var. HDP ve Kürtler de çatışan taraflardan uzak durdular. HDP, Kürtler ve özellikle PKK ile ilgili Fethullahçılarla işbirliği yaptılar, darbenin başarılı olmasını istiyorlardı yorumlarının ise niyet okuma ve propogandadan öte değeri olduğunu gösteren bir kanıt yok.
Hiç sorulmayan soru
Demokrasi için canlarını verip, şehit oldular, Menderes’e borçlarını ödediler vb. mitos inşa çabalarından biraz sıyrılıp, sivil ölümlerin kaçınılmaz olup olmadığını sorgulayan kimse yok. Evet, tabii ki sivil ölümlerin asli suçlusu, üzerine silahsız olarak gelen insanlara tankla, makineli tüfekle ateş eden, helikopterle kalabalıkları tarayan, insanları tank paletleri arasında ezen katiller. Ama şu sorunun sorulması gerekli. Sivil ölümler olmayabilir, engellenebilir miydi? En çok sivil ölüm Boğaz köprüsü, Saraçhane önü, Beştepe bölgesi ve Akıncı jet üssü önünde oldu. Neden çatışma bölgelerinde tek bir AKP’li bakan, milletvekili, üst düzey yönetici yoktu? Sadece TRT önündeki çatışmalara giden Süleyman Soylu ile ilgili bilgi var. Tankın üzerine çıkan Boris Yeltsin gibi biri neden ol(a)madı? Melih Gökçek’in, Dikmen’de sığındığım (saklandığım!) bir gecekondudan hafriyat kamyonlarını sevk ettim, açıklaması mazeret olarak görülebilir mi? Üsküdar’da, Kısıklı’da toplananlara Erdoğan ailesi ve yakın çevresinden neden kimse öncülük etmedi. Erdoğan’ın reklamcısı Erol Olçok ve oğlundan başka kimse cesaret edemedi mi?
Sivil ölümlerin olduğu bölgelerde konuşlanan darbecilere sivillerin müdahale etmesinin psikolojik etkiden başka değeri var mıydı? RT Erdoğan, vatandaşı (kitlesini) İstanbul’da Taksim’e, Ankara’ da Kızılay’ a toplanmaya çağırsa daha büyük bir psikolojik etki elde edilemez miydi? Her iki alanı dolduran yüz binlerin protestosu daha güçlü olmaz mıydı? Siviller, Genelkurmay binasına girmeye çalışmak yerine Kızılay’da bir araya gelerek protestoya başlasalar ne olurdu? Sivil ölümlerin kahredici sayılara ulaşmasını önleyen en önemli etken, emre uyarak sokağa çıkan, olup bitenden habersiz erlerin kararsızlıkları ve çoğunun sivillere ateş etmeyi reddetmeleri. Kendisi durmadıktan sonra bir tankı silahsız olarak durdurup, içindeki personeli etkisiz hale getirerek tankı ele geçirmenin olanaksızlığı ortadayken, darbecileri halkın durdurduğunu iddia etmek başka bir açıdan kayıpların yasına saygı duymamak olarak bile görülebilir.
Sokağa çıkanlar ve sokağa çıkmanın meşrulaşması
Özellikle hayatını kaybedenlerin profili o gece sokağa çıkanların ezici çoğunluğunun dindar/ muhafazakar ve AKP ile bir şekilde ilişkili olduklarını gösteriyor. Sokağa çıkılmasını ve askerleri engellemek için hayatı pahasına mücadele edilmesini sağlayan en önemli etken ise Erdoğan’ın açık çağrısı.
15 Temmuz gecesi Türkiye tarihinde ilk kez “seçilmiş bir liderin” yönlendirmesiyle ona bağlı olanların (seçmenlerin), liderlerinin silahlı bir darbe ile düşürülmesine engel olmaya çalışmalarına tanık olundu. Üzerindeki tüm belirsizliklere, komplo kuşkularına karşın olan bitenin böylesi bir yeniliği var. Bugüne kadar sivillerin asker/polisle çatışmaları sadece solcu, devrimci, Alevi ve Kürt olduklarında görülmüştü. 15 Temmuzda ise devleti yöneten güçler arası bir çatışmada sivillerin bir bölümü çatışmaya taraf oldu, bu uğurda can verdi, can aldı. Linç edilen askerlerin görüntüleri üzerine bir sis perdesi inmiş olsa da gözaltına alınan asker ve subaylara yapılan işkence görüntüleri izlenme ve onaylanma rekorları kırmaya devam ediyor. RTEakp bloğunu devirmek için kan dökücü bir şiddet kullanmaktan kaçınmayanlarla, onları durdurmak için çatışanların şiddetleri arasında niteliksel bir fark bulmak zor. Dahası iki tarafın da eylemlerindeki şiddeti “Allah’ ın affediciliği” ile meşrulaştırdıkları da ortada.
O gecenin ikinci büyük yeniliği ise kadınların da sokağa çıkmaları, çatışmaları, ölümü göze almaları ve ölmeleriydi. Ağırlıklı olarak dindar/muhafazakâr/milliyetçi bir grup içinde kadınların bu denli ön planda olmaları, liderlik etmeleri üzerine düşünmek gerekiyor. Ama en çok düşünmesi gerekenler de söz konusu topluluğun erkekleri. Osmanlı’da ve hatta Kurtuluş Savaşı’nda bile efsaneleştirilen kadın katkısı cephe gerisinde erzak, silah, mühimmat taşıyan, cephede savaşan erkeğine lojistik destek sağlayan kadından öte değildir. Bu kez ise tank namlusunun önüne göğsünü siper eden, generale kafa tutan, en ön safta savaşan kadınlara tanık olundu. Bazı olaylar olup bittikten sonra toplum eskisi gibi ol(a)maz. Meydana gelen olayın kendinden sonrasına yapacağı etki ise her zaman öngörülemeyeceği gibi beklenmedik biçimlere de evrilebilir.
Öte yandan iki dinci grup arasında “Allaha sığınarak, Allah adına” uygulanan şiddetler arasındaki benzerlik korkutucu olsa da şaşırtıcı değil. Çünkü din hala, düşmanı gayriinsanileştirerek ona insanlık dışı davranma hakkını veren en büyük güç. Dünya tarihindeki en kanlı savaşlar din savaşları. Yalnızca İslam dinine özgü olmadığı da herkesin malumu. Gece boyunca camilerden sürekli sala okunması, bu çağrıya gönül verenler için din adına, Allah adına savaşmaya çağrı olarak duyuldu.
Evinin çatısından alçak uçuş yapan F16 uçağına taş attığı görüntülenen kişi daha sonra yaptıklarını şöyle açıklıyor. Ertesi gün yaptığımın ne kadar mantıksız olduğunu fark ettim. Ama o an uçak biraz daha yakından geçse üzerine atlayıp camını kırıp içine girebilecekmişim gibi bir hisse kapılmıştım. Bu sözlerin içtenliğini kabul ettiğimizde bireyi bu denli kendinden geçirip, bir tür trans haline sokabilecek en büyük gücün inanç/ din olduğu gerçeğiyle karşılarız. Bu halin dinin/Tanrı’nın kendinden gelen güce değil de, inanma ediminin bireyi kendinden geçirme, gerçeği değerlendirme becerisini yıkma potansiyeline bağlı olduğunu tartışmanın bir anlamı yok.
Gezi’de sokağa çıkanlar
15 Temmuz gecesi kanlı girişimle sokakta mücadele edenler ve onların yönetici elitleri, Gezi’de sokağa çıkanlarla kendilerini çok sık karşılaştırdılar. Anlaşılabilir bir durum. Çünkü Gezi, katılımın yaygınlığı, süresi ve yarattığı etkiyle en çok da Gezi karşıtlarını sarstı. Bu yüzden 15 Temmuz’da sokağa çıkanlarla Gezi çapulcuları arasında bir karşılaştırma yapmak kaçınılmaz.
İlkin, 15 Temmuz gecesi sokağa çıkılması Ankara ve İstanbul ile sınırlıydı. Bu hali darbeciler sadece bu iki ildeydiler diye açıklamaya kalkmak yersiz ve yetersiz. Darbe karşıtı eylemler ve mitingler diğer illere 16 Temmuz öğleden sonradan itibaren yayıldı. Bu mitingler olup bitmiş ve kazanılmış bir zaferin kutlama törenlerinden öte anlamlı değil. Gezi ise İstanbul’da bir parkta bir ağacın kesilmesiyle başlayıp, Bayburt hariç tüm illere neredeyse bütün ilçelere kadar dalga dalga yayılmıştı. Üstelik bu yayılma karşı propoganda abuklamaları ne iddia ederse etsin, kendiliğinden çoğalan, kendisini eylem anında örgütleyen, teorisini pratik içinde kuran bir isyandı. Kelimenin tam anlamıyla aşağıdan yukarıya doğru bir hareketti. 15 Temmuz’da hem girişimin hem de ona karşı sokağa çıkanların Ankara ve İstanbul ile sınırlı kalması çok anlamlı ve tutarlı. Ankara siyasetin/devletin, İstanbul sermayenin merkezleri ve 15 Temmuz devlet ve devleti yönetenler arası bir krizin patlaması. Gezi ise yönetilenlerin yönetenlere karşı isyanı. Biri yöneticiler arası ittifak içinde kanlı bir hesaplaşma, diğeri bütün olarak iktidara karşı bir isyan. Biri var olan yönetim aygıtına tek başına sahip olma mücadelesi, diğeri başka bir dünya talebi.
15 Temmuzdan sonrası
Bugün Türkiye’de lideri için canını vermeye hazır yığınların olduğu açık. Bu hakikati perçinleyen bir başka özellik daha da görünür oldu o gece. AKP’nin üyesiyle sıkı bağlar kurmuş, onlarla her an iletişim kurabilen, hızlıca örgütleyebilen ve yönlendirebilen bir parti olduğu. Darbe gecesi AKP teşkilatından üyelere sokağa çıkın, şurada toplanın, buraya gelin türü mesajlar yollandığı ve üyelerin de bu talimatlara uyduğu görüldü. Bu haliyle Türkiye’nin en “modern” partisi. Üyesiyle organik bağ kurabilmiş, üyesinin “Akpartili” kimliğiyle özdeşleşmesini sağlayabilmiş ve onun üzerinde etki gücü olan bir örgütlenmesi var. Bu gücü sadece 14 yıldır iktidarda olmasına, iktidarın nimetlerini bölüşmüş olmasına bağlamak aymazlık olur. Yine de bu gücün Ankara ve İstanbul ile sınırlı olduğu, İzmir’de bile o gece işlemediği, merkezin talimatları olmadan harekete geçemediği de ortada. Çağdaş olduğu iddiasındaki CHP’nin örgütlenme anlamında AKP’den alacağı çok ders var, ama almaya niyeti olduğu dahası yöneticilerinde böylesi bir vasıf olduğu çok şüpheli.
Bir diğer gerçek ise RTEakp’nin bu örgütlü gücünü zorda kalırsa rahatlıkla paramiliter bir güce, silahlı milise çevirebileceğini de görmüş olması. Erdoğan’ın başdanışmanı eski AKP milletvekili Şeref Malkoç’un hemen iki gün sonra 17 Temmuz günü, sıcağı sıcağına vatandaşın silah ruhsatı almasını kolaylaştıracak yasal düzenlemeyi hemen yapacağız açıklaması, gördüklerinden ne kadar memnun olduklarını da kanıtlıyor.
15 Temmuz gecesi sokağa çıkanların dindar, dinci, muhafazakâr kesim olması, bu kesimin çatışmalarda kan dökmeye hazır ve gönüllü olmaları Türkiye’ nin önümüzdeki dönem en iyi ihtimalle Pakistan, daha kötüsü Afganistanlaşması riskinin işareti olabilir. O gecenin bir çıkarımı bu elbette.
Ama aynı zamanda “alnı secdeye değmiş olmak” olarak tanımlanan makbul vatandaş imgesine de çok büyük bir darbe, hem de içeriden. Dindar olmanın iyi olmakla eşleştirilmeye çalışıldığı bu son ondört yılın bir anlamda geri tepmesi de. Artık dindar olmak tehlikeli olmakla da eşleşebilecek ve dindar olmamak dolaysızca olumsuzluk olarak görülemeyecek. Kendi haline bırakıldığında kolayca ve kısa sürede sönümlenecek olan bu farkındalığı kalıcı hale getirmek ise siyaset yapmaktan geçiyor.
İkinci olarak AKP erkeklerindeki “Akpartili hanımlar” (bu tanımlama onlara ait) imgesinin sandıkları gibi olmadığının çok canlı bir örneği. Üniversite kapısında türbanı yüzünden içeri giremeyen kadınları alkışlayıp, kendi eğitimlerine devam ettikleri günlerin geride kaldığına dair çok önemli bir gösterge o gece sokağa çıkan kadınlar. AKP erkekliğinin lojistik gücü olarak kalmayacaklarını söylemek mümkün.
Sadece bu kadar değil. “Nasıl olur da benim vergimle alınan silahları bana karşı kullanırsın!” Bu söz neredeyse hemen herkesin ağzından duyuldu. Belki de Türkiye için en yeni söz/tepki bu. Kaynağı Selçukluya kadar götürülebilecek, Osmanlı boyunca ruhunun her hücresine sindirilmiş devletin kulundan, ödediği verginin hesabını soran ve devletle arasına mesafe koyan birey tepkisine bir değişim mi bu söz? Peki bu tepkinin Osmanlı özlemiyle yanıp tutuştuğu, lider tapıncının en yoğun olduğu ve kendisini önce ve sadece Allahı’n kulu olarak gördüğü varsayılan bir kitleden gelmiş olması bir paradoks mu?
Toplumsal değişimler, hele bireyin zihinsel süreçlerinde de değişime neden olanları, akşamdan sabaha ve birden bire olamıyor. Her yeni, gelirken her defasında eskinin içinde bir görünüp bir kaybolarak bazen bir an öne çıkıp, çoğu zaman derinlere itilerek, bastırılmaya çalışılarak kendine yer açıyor. Birey de bireylerden oluşan toplum da yeni karşısında çoğu zaman, yeninin zorlayıcı etkisine daha da eski olana gerileyerek, ona tutunarak dayanmaya çalışıyor.
Altmışlı yıllarda başlayıp, yetmişli yıllar boyunca göç ettiği şehrin baskısı altında tutunamadıkça köyünü hatta oradaki yoksulluğunu özleyen, şehirde köylü gibi yaşamaya çalışanların çocuklarıydı sokağa çıkanlar. Artık şehirde doğmuş ve fakat tıpkı çarpık kentleşme gibi zihinleri de birbiriyle uyumsuz, eklektik parçacıkların kolajı olan bir kuşak. Bünyesinde “modern” olanla en “gerici” olanı bir arada bulunduran esnek, akışkan kimlikler. Eğitimsiz, işsiz ve donanımsız dolayısıyla tutarlı bir değerler dizgesine, gerçekleşeceğine güven duyduğu bir gelecek tahayyülüne sahip olamayan biteviye savrulan, himayeye muhtaç tebaa ile hak ve yükümlülüklerinin bilincinde birey arasında sıkışmış bir topluluk. Bu çalkantı uzlaşmaz şiddette gerildiğinde niteliksel sıçrama oluyor ya da çatlayan tohum ezilip, çürütülüyor.
15 Temmuz amacı, hakikiliği, belirsizlikleri, pazarlıkları her ne olursa olsun birey düzeyinde uzun yıllardır beslenen birbirine zıt iki tohumu da filizlendirmiş gibi. Biri “dünyanın yeniden büyülenmesi” ve dinsel olanın başat olduğu, dinsel zihinlerin egemenliğinde bir gerileme, diğeri ise zihinsel olarak sekülerleşmiş, dinle ve devletle kendi arasına mesafe koyan, büyüden uyanmış, “ilerlemiş” birey.
Siyasal olan ya da siyaset yapılacak olan alan tam da bu iç içe geçmiş duran, eski ile yeni arasında salınıp, savrulan bireyler. Yeniye mi ebelik edilecek, onun doğmasına engel olmaya çalışanların girişeceği kıyıma mı?
DİPNOTLAR
[1] E. Görgülü. 15 Temmuz en uzun gece. Pusula yayınları 2016
[2] İ Özbey, G. Aslan, İ İzci. 15 Temmuz demokrasi kahramanları. Hürriyet yayınları 2016