2016 yılının sonbaharında büyük bir değer kaybı yaşayan Türk lirasındaki hareketlilik hem Türkiye ekonomisindeki temel sorunların tekrar tartışılmasına vesile oldu, hem de uzun bir zaman sonra Türkiye’de yeniden bir ekonomik krizin başladığı düşüncesinin yaygınlaşmasını hızlandırdı. Bu düşüncenin temelsiz olmadığı 12 Aralık’ta açıklanan büyüme rakamlarıyla doğrulandı. Gayrisafi yurtiçi hasıla 2016 yılı 3. çeyrekte tam 7 yıl sonra % 1,8 oranında azalırken, ekonomik daralmanın boyutu, Türkiye İstatistik Kurumu’nun yeni hesaplama yöntemiyle açıklandığı için olduğundan daha az gösterildi.
3. çeyrekteki daralmayı takip eden aylarda, özellikle Kasım ayında Lira’nın değer kaybının hızlandığını ve döviz açık pozisyonu aynı zamanda 213 milyar ABD dolarını (bundan sonra dolar) aşan özel sektörü bir borç çevirme telaşının sardığını biliyoruz. Konuyu ayrıntılandırmanın ve muhtemel gelişmeleri öngörmenin yolu farklı boyutlarda tartışmayı sürdürmekten geçiyor. Bu kısa değerlendirmede üç boyutu vurgulamak istiyorum: Birincisi Türkiye ekonomisinin temel yapısal sıkışmışlığı ve nükseden istikrarsızlıkları, ikincisi Türkiye’deki siyasal iktisadi yönetim anlayışı ve yatırımcı demokrasisinin etkileri, sonuncusu da 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında siyasal İslamcı iktidar çevrelerindeki politika tartışması ve kapasite yetersizliği.
Bu üç boyut zamansal olarak, ilerleyen kısımlarda açıklamaya çalışacağım üzere, daha uzun vadeli bir dönüşümden daha kısa vadeli bir arayışa doğru sırayla farklılaşıyor. Ayrıca birbirleri içine geçen, birbirlerinin desteklediği eğilimleri dönem dönem derinleştiren ve hızlandıran, kriz ve istikrarsızlıkların temposunu biçimlendiren unsurlar olarak ele alınabilir görünüyorlar. Aynı zamanda muhtemel bir alternatif arayışının nereden güç devşirebileceği yönlü bir soruya da ilk cevapların verilmesi için göz önünde bulundurulması gereken hususlar olarak arz edilebilirler.
Sermaye girişlerine bağımlı ekonomi
Yukarıda belirttiğim birinci boyut, Türkiye ekonomisinin geç kapitalistleşen bir ülke ekonomisi ve dünya ekonomisinin merkezlerine yakınsamaya çalışan bir ekonomi olarak benzer konumdaki ülkelerle paylaştığı özellikleri ima ediyor. Uluslararası finansal kuruluşların terimlerini kullanacak olursak orta gelir düzeyi olarak ele alınan, ya da “yükselen piyasa” olarak görülen küresel Güney ülkeleri dünya kapitalizminin merkezlerinde alınan politika kararları ve bunlarla bağlantılı sermaye hareketlerinden derin bir şekilde etkileniyorlar. Bu etkilenim doğallaştırılmaması ve son 40 yılda dünya ekonomisindeki dönüşüm ve finansal mimariyle ilişkilendirilmesi gereken bir özellik.
Birey tercih ve özgürlüklerine vurguda bulunarak kolektif eylemliliğin bastırılması ile birlikte piyasa inşası, piyasalaştırma/serbestleştirme ve işler durumdaki piyasanın desteklenmesi olarak da tanımlanabilecek neoliberalizmin küresel ölçekte dayattığı unsurlardan birisi; geç kapitalistleşen ülkelerde piyasaya tabi hale getirilmiş politikaların savunusuydu. Söz konusu önerilen/dayatılan politika demeti sermaye girişlerine uygun bir zemin hazırlanması ve hızlı kalkınma için gerekli fonların sağlanması anlamına gelmekteydi. Sonuç olarak önce 1990’ların sonundaki Asya krizi ve benzerlerine kadar, yaşanan çöküntü ve takiben 11 Eylül sonrasındaki dolar bolluğunun da etkisiyle 2008-09 uluslararası finansal krizine kadar katlanarak artan sermaye girişleri ile bu ülkelerdeki şirketlerin ve devletlerinin borçlarının çevrilmesi göreli olarak daha uygun koşullarda gerçekleşti.
Bu dönemde, Türkiye ekonomisi sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi sonrasında yaşanan çevrimlerle ekonomik canlanmanın cari açığı arttırdığı ve ani duruşlar ya da sermaye çıkışlarıyla karakterize olunan çöküşlerin yaşandığı bir dizi kriz ve istikrarsızlık döneminden geçti. 1994 ve 1999-2001 kriz dönemleri ile bu bu krizlerin öncesi ve sonrasındaki canlanmalar bu dalgaları biçimlendirdi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ilk döneminde, küresel dolar bolluğunun da etkisiyle sahip olunan finansman kolaylığı benzer bir canlanma yarattı, uluslararası finansal krizin dalgalarının Türkiye’ye vurduğu 2008 son çeyreğinden itibaren takip eden bir yıllık dönemde ise Türkiye tarihinin en ağır ekonomik daralma dönemlerinden biri deneyimlendi (ayrıntılar için bkz. Akçay ve Güngen, 2016).
Kısacası çok sayıda liberal ve yeni kurumsalcı tarafından bir başarı dönemi olarak gösterilen 2002-2007 yılları arasındaki canlanma ya da ilk AKP döneminin ekonomi politikaları Türkiye ekonomisinin sermaye girişlerine bağımlılığını azaltmadı, bu bağlamda bir dönüşüm yaratmadı. Doğrudan yatırımların (esasen bu yıllarda bankalara ortaklıklar ve özelleştirme sürecinde Türkiye’ye giren sermayenin) ağırlık taşıdığı yatırımların söz konusu temel yapısal sorunu ortadan kaldırmadığı bu dönem ve takip eden yıllarda bir kez daha açık bir şekilde görüldü.
Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinin 40 yıla yaklaşan neoliberal uygulamaların 30 yıla yaklaşan sermaye serbestliğinin biçimlendirdiği patikada yaşadığı temel yapısal sorun bir yandan da dünya ekonomisiyle bütünleşme biçiminin dayattığı bir sorun haline geldi. Bu biçim ekonomik canlanmanın merkez ülkelerdeki politika tepkileri ve kararları ile son derece yakından ilgili olduğu, ülke içindeki aktörlerin tepkilerinin bu kararlara göre karlı pozisyonlar alarak istikrarsızlıkları savuşturmak şeklinde açıklanabileceği bir bağlam yaratmıştı. Türkiye’de son aylardaki istikrarsızlığı ve son yıllardaki siyasal iktisadi tartışmayı bu temel zemine oturtmak gerekmektedir. Önemli bir nokta siyasal İslamcı ve çeşitli faşist iktidar temsilcilerinin söylemleri ve Türkiye ekonomisine dair verdikleri rakamların her daim bu zemin üzerinde ele alınması gerekliliğidir.
Devletin finansallaşması sürecinde bir veçhe: Yatırımcı demokrasisi
2008-09 uluslararası finansal krizi ve sonrasında, söz konusu arka planda, siyasal iktisadi yönetim anlayışının tasarrufları devam etti. Değinmek istediğim ikinci boyut yapılacakların ve alınacak önlemlerin yatırımcılara güven vermesi gerekliliği anlayışı üzerinden doğrudan yatırımcılarla birlikte tartışılarak karara bağlanmasıdır. Başka bir ifade kullanacak olursak politika yapım süreçlerinin finansal piyasa standartları doğrultusunda biçimlendirildiği ve finansal sektör isteklerinin esas kabul edildiği bir dönemin – devletin finansallaşmasının – unsuru olarak siyaset yapıcılar uluslararası yatırımcılar ve finansal fön yöneticilerine hesap verme sorumluluğu taşımaktadır. Bu yatırımcılar için demokrasi, toplumun geniş kesimleri içinse otoriter bir dayatma anlamına gelse de, aynı toplumsal kesimlerin finansal sistemle bütünleştirilmesi projesinde bir aksaklık olmadığı müddetçe, yatırımcı demokrasisinin toplumsal fayda için gerekli reformların uygulanması şeklinde sunulması mümkündür.
Kredi çöküşü sonrasında miktarsal genişleme ile piyasalara savrulan dolarlar aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkelere akarken, Türkiye bu sayede 2010 ve 2011’de (eski yöntemle sırasıyla % 9,2 ve % 8,8) rekor büyüme oranlarına ulaştı. Krizin ikinci aşamasında Avro Bölgesi’ndeki daralma Türkiye’ye de ihracat kanalı ile etkide bulunurken, bu dönemde Türkiye ekonomisi tarihsel ortalamasının da altında bir büyüme platosuna oturdu. Üçüncü aşama olarak da adlandırılan 2014 sonundan itibaren başlayan dönemde ise geç kapitalistleşen ülkelere sermaye girişlerinde yaşanan yavaşlama ve hatta 2015’teki çıkış yönlü hareket bu ülkelerdeki aktörlerin finansman kaynaklarına daha zor ulaşması anlamına geldi. 2007-14 arasında şirketler kesiminin borcunun Çin’den sonra en hızlı artış gösterdiği ülke olan Türkiye için bu çıkış yönlü hareket, özel sektörün döviz yükümlülükleri hızla arttığı ve döviz açık pozisyonu artmaya devam ettiği için özellikle ağır bir sorun teşkil etmekteydi.
Korkut Boratav’ın (2016) Merkez Bankası ödemeler dengesi tablolarından yaptığı hesaplara referansla son yıllardaki sermaye girişlerini ve bunların karakterize ettiği çevrimleri hatırlayalım: 2013 Nisan’ından 2014 Nisan’ına kadar olan dönemde bir önceki 10 aylık dönemin ortalamasına göre yabancı sermaye girişlerinde % 43,6 oranında bir düşüş gözlendi. Bu dönem zamanın başbakanının faiz indirimi konusunda daha fazla konuşma yaptığı, ABD Merkez Bankası’nın miktarsal genişleme programını bir takvime bağlayarak sonlandıracağını beyan ettiği dönemdi aynı zamanda. 2014 Mayıs’ından itibaren sekiz aylık dönemde bir artış gözlenmesine karşın, 2015 Şubat’ından itibaren yine ortalamalar üzerinden yapılan bir hesapla yabancı sermaye girişlerinde % 55,5’e varan bir oranda radikal bir düşüş gözlenmiştir. 2016 yılı başında girişler artmıştır. Darbe girişimi sonrasında da portföy yatırımları ağırlıklı girişler bir süre daha devam etmiştir. Ancak 2016 sonbaharının rakamlarının çıkış yönlü olacağı, ABD’de faiz artışı beklentisi yanı sıra Donald Trump’ın başkan seçilmesi sonrasında görülen merkeze dönüş eğilimi nedeniyle de neredeyse kesindir.
Bu çıkış, Türkiye’de kredi kaynaklarına erişimin daha zorlaşması anlamına gelmektedir. Söz konusu boyut bağlamında vurgulanması gereken iki nokta bulunuyor: Türkiye ekonomisine giriş ve çıkışların temposu küresel Güney’deki başka ülkelerle paralellikler sergilemektedir. Türkiye bu nedenle bir kişinin ağzından çıkanların büyük alt üst oluşlara yol açtığı bir ülke olarak görülmemelidir. Türkiye siyasetinin iç çalkantıları tempoyu etkilemekte ama yönü değiştirmemektedir. İkinci nokta da iktidar partisi kadroları ve siyasal İslamcılar tarafından dillendirilen yeni-kalkınmacı ya da müdahaleci politika önerilerinin ancak ve ancak sermaye girişlerine bağımlı ekonomi zemininde ve devletin finansallaşması sürecine tabi bir şekilde gündeme gelebilmesidir. Bu nedenle iktidar çevrelerindeki “yeni” Türkiye’nin ihtiyaçlarına uyumlu kalkınmacı öneriler (iktidarın faiz oranını doğrudan düşürmesi, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının kaldırılması, kilit sektörlere doğrudan devlet yatırımı ve/veya açıktan devlet desteği, fiyatlar ve vergi oranlarıyla müdahaleci bir anlayış uyarınca oynamak vb.) görece daha yüksek sesle dillendirilmelerine karşın henüz yaşama geçirilmemişlerdir (bkz. Güngen ve Akçay, 2016) ve daha büyük alt üst oluşlar görülmeden yaşama geçirilmeleri de pek olası değildir.
Türkiye’de ekonomik büyümenin sermaye girişlerine olan bağımlılığı siyaset yapıcıların sürekli olarak yatırımcılara hesap vermesi yükümlülüğünü doğurmaktadır. Bu nedenle örneğin Mehmet Şimşek 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında 560 fon yöneticisiyle saatler süren bir toplantı düzenlemek zorunda hissetmiştir ve bu tarz toplantılar düzenli bir hal almaya başlamıştır.
Darbe girişimi sonrası: küresel okyanusta kayıp bir balık
Bundan önceki iki boyut Türkiye’de eleştirel siyasal iktisatçılar tarafından neoliberal dönem boyunca sıklıkla dillendirildi. Üçüncü boyut bu ikisinin üzerine binen ne yapacağını bilememe durumudur. Kifayetsiz muhteris sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu bildiğimiz iktidar kadroları arasında piyasacılığın ötesinde düşünme yetisi içeriği boş kalkınmacılık salvolarını aşarak gelişmemiştir. Uluslararası sistem içinde Türkiye’nin değişen bir ittifaklar dizgesi içinde bölgesel güç olmasına ilişkin iktidar partisinin hevesleri küresel çalkantılar karşısında kullanılabilecek bir donanım ihdasına henüz yetmemektedir.
Mevcut arayışların “yeni” Türkiye tanımlamasıyla daha yüksek sesle dillendirildiği bir ortam darbe girişiminin siyasal İslam’a hayat öpücüğü vermesi ile ortaya çıktı. Son aylarda ekonomi yönetimi alanında neoliberal yeni kurumsalcılıkla içeriği belirsiz yeni kalkınmacılık arasında halihazırda mevcut gerilimde ikinci hat görünürde giderek ağırlık kazanmaya başladı. Ancak bu, yatırım ortamının iyileştirilmesi adı altında yeni teşvik programlarının tasarlanmasını engellemedi ya da bir süredir bekletilen emek piyasasına ilişkin yeni düzenlemelerin tamamen rafa kaldırılması anlamına gelmedi. Türkiye’de iç politika malzemesi olarak kullanılan hamasi çıkışlara karşın yatırımcı demokrasisinin temel ayakları sağlamlaştırılmaya devam etti ve ekonominin sermaye çıkışları karşısındaki kırılganlığı daha görünür hale geldi.
Bu bağlamda küresel okyanusta sürekli olarak ihtişamlı bir geçmişi arayan politika yapıcılar bu arayış sırasında alınan yolla kayıp sıfatını daha da hak eden bir ekonomik ortama katkıda bulundular. Darbe girişimi sonrasında alınan önlemler geçici ve parçalıydı ve esas sorunlara (sermaye akımlarına bağımlılık ve yatırımcılara hesap verme zorunluluğu içindeki piyasacılık) dokunmaktan uzaktı (bkz. Güngen, 2016). Uluslararası gelişmelerin ağırlıkla etkide bulunduğu Lira’nın değer kaybını hızlandıracak kofluktaydı.
Olayları ve önlemleri kısaca hatırlatmak gerekirse:
- Ağustos ayında öncelikle konut kredisinde faiz oranlarının indirimi için kampanya başlatıldı; şirketler yeni kampanyalar düzenlemeye başladı; ancak, OHAL koşullarında bu çağrıya uyan bankaların sayısının artmasına karşın düşüş siyasi iktidarın hedeflediği yıllık % 9-10 bandına gerileme anlamına gelmedi.
- Eylül 2016’dan itibaren görülen sermaye çıkışları ve öncelikle FED’in faiz artışı beklentisi Türkiye’yi derinden etkilemeye başladı.
- 23 Eylül günü Moody’s Türkiye’nin notunu yatırım yapılabilir seviyenin altına çekti.
- Hükümet Eylül ayı sonunda tüketici kredilerinin yapılandırılması ve kredi kartı taksit düzenlemeleriyle bireysel borçların ötelenmesinin önünü açtı. Bu önlemler 2010-13 yılları arasında kredi genişlemesi, artan cari açık ve cari açığın ağırlıkla portfolyo yatırımları ile karşılanmasının yarattığı endişelerin karakterize ettiği ortamdan ne kadar uzaklaşıldığının da simgesiydi.
- Ekim başında açıklanan Orta Vadeli Program (2017-19) 2017 yılı için büyüme oranı artışı (% 4,4), enflasyon oranı düşüşü (% 6,5) cari açığın milli gelire oranının artışının engellenmesini (% 4,2) öngördü, 2016 yılı içinde dar tanımlı işsizliğin % 10,5’te tutulacağı tahminini ilan etti. Cari açık dışındaki hedef ve tahminler sadece 1 ay içinde tamamen geçersiz/anlamsız hale geldi. 2016 yılı 3. Çeyrekte ekonomik daralma ihtimali bu dönemde açıktan konuşuluyordu.
- Kasım ayında ABD başkanlık seçimleri ve merkez kapitalist ülkelerdeki politika tepkisi beklentileri geç kapitalistleşen ülkelerden sermaye çıkışlarını hızlandırdı.
Sonuç olarak, Kasım ayı içinde (Merkez Bankası’nın faiz artırımına karşın) Türk lirasının dolar karşısında devalüasyon oranı % 11,5’e ulaştı. 1 Aralık 2013’ten 1 Aralık 2016’ya kadar olan süre göz önünde bulundurulduğunda devalüasyon oranı % 43’ten fazlaydı. Bu rakam Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki büyük devalüasyonlarla karşılaştırılabilir olmasına karşın 3 yıllık bir süreye yayılmıştı.
Ekonomik kriz ihtimalinin güçlendiği koşullarda hükümetin Ekonomik Koordinasyon Kurulu toplantısıyla aldığı kararlar, 64. ve 65. Hükümetlerin genel ekonomi politikası anlayışının devamı olmakla birlikte başlayan telaşı da simgelemekteydi. Özel sektörü teşvik (ihracat kredilerinde kapsamlı teminat, özel sektörün prim ödemelerine erteleme, KOBİ’lere 3 yıllık ve ilk 12 ayı ödemesiz kredi vb.) ve özel sektörün maliyet ve risklerinin kısmen üstlenilmesinin (Kredi Garanti Fonu aracılığıyla kefalet sağlanması) ötesinde bir anlam ifade etmeyen kararlar kamu harcamalarının sağlayabileceği ekonomik etkinin görülmediğini (devletin nihai tüketim harcamaları % 23,8 artarken ekonomi aynı dönemde % 1,8 daralmıştı) ve buna çözüm getirebilecek bir anlayışın politika yapıcılarda bulunmadığını gösteriyordu. Ayrıca üstü örtük bir şekilde kamunun riskleri arttırılmaktaydı. Öte yandan kamunun, kamu bankalarında kullanılan mevduatlarına getirilen % 7,5’luk faiz sınırı ile kamu bankaların mevduat toplamada maliyetleri kısmen azaltılarak aradaki farkın yine aynı bankaların kredi kampanyaları ile (aynen 2008-09’da yapıldığı üzere) belirli sektörlere aktarılmasının önü açıldı.
Alternatif tartışması: Nereden başlamalı?
Toparlamak için tekrar belirtilmesi gereken nokta Türkiye’de ekonomik istikrarsızlığın temel nedeninin ekonomik aktivitenin sermaye girişlerine bağımlı olarak canlanması ve çökmesi olduğudur. Bu bağımlılık politika yapıcıların tercihleriyle yaratılmıştır ve politika yapım sürecinin sürekli olarak geniş halk kesimlerini dışlayan, yatırımcıları içeren bir formda sürmesi zorunluluğunu getirmektedir. Bu bağlamda 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında alınan palyatif önlemler ve ufuk darlığı Türkiye’den sermaye çıkışlarıyla birleşerek ağır bir devalüasyona yol açmıştır. Verili koşullar altında sorun siyasal iktidarın bizzat kendisidir. Ancak durum kimi muhalif liberallerin ifade ettiği üzere iktidarın “yapısal reform”ları gerçekleştiremeyişi ya da piyasayı rayından çıkartması değildir. Tam tersine sorun, siyasal İslamcıların ve faşistlerin kapasite yetersizliğinden ziyade siyasal iktidarın özel sektörün risklerini üstlenme tercihinde açık olduğu üzere kriz ya da istikrarsızlığın maliyetlerinin emekçilere yüklenmesidir.
Bu anlatı Türkiye’de çok geniş kesimlerin hak verebileceği bir anlatıdır ve sosyalistlerin hatta kimi sosyal demokratların dillendirdiği bir kriz ve istikrarsızlık döngüsüne işaret etmektedir. Ancak sorumlunun ve maliyeti ödetenin siyasal iktidar olduğunun tescili ve geniş kitlelerce kabulü otomatik bir şekilde alternatiflerin değerlendirilmesine, farklı politik seçeneklere teveccüh gösterilmesine yol açmamaktadır. Alternatif ekonomi politikası tartışmasını derinleştirmek ve somut öneriler üzerinde durmak gerekmektedir.
Uluslararası finansal kuruluşların beklentisi, 2017’de Türkiye ekonomisinin düşük büyüme platosunda salınmaya devam etmesidir. Ancak veriler ve FED’in muhtemel faiz artışını takiben yaşanabilecekler Türkiye’de ekonomik krizin derinleşebileceğini göstermektedir. Bu koşullar altında somut ve kamusal yönü ön planda bir ekonomik programa ve talepler bütününe ihtiyaç bulunmaktadır. Planlamacı bir perspektifin kamucu bir anlayışla içeriğinin doldurulması gerekmektedir. Stratejik sektörlerde, özel zararların toplumsallaştırılmasına karşı kamusallaştırmanın savunulması elzemdir. Burada devlet mülkiyeti savunusunun ötesine geçilmesinden, çalışanların denetiminden ve ortak kararlaştırılan bir yarar doğrultusunda faaliyet anlayışından söz edilmektedir. Bu nedenlerle bizzat iktidar tarafından da uygulandığı üzere kamu bankalarının kriz koşullarında devreye girmesi ya da bazı kamu kurum ve kuruluşlarının özel destek mekanizmaları tasarlamasının kamusallaştırma anlayışıyla bir ilgisinin bulunmadığının altını çizmek gerekmektedir.
Türkiye’de kapitalist rekabette geri kalmamaları uğruna insanlık dışı koşullarda işçi çalıştıran, her türlü çamura batmış, yolsuzluğu amentü bellemiş çok sayıda özel şirketin ayakta kalması için kamu kaynaklarının kullanılması alışageldik bir uygulama haline gelmiştir. Bu şirketlere kamu adına el konulmasının hem içinde yüzdüğümüz borç batağını sonlandırmak hem de gündelik yaşamımızda deneyimlediğimiz çok sayıda absürdlüğün ortadan kalkması için gerekli olduğunu bir ortak duyu unsuru haline getirmenin yollarını bulmalıyız. Alternatif ekonomi politikası tartışmasının yeşereceği zemin bu arayışta yatmaktadır.
REFERANSLAR
Akçay, Ü. ve Güngen, A. R. (2016) Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği, 2. Baskı, Ankara: NotaBene
Boratav, K. (2016) “Finans Dalgaları: Batı’da Türkiye’de”, Birgün Gazetesi, 19 Ağustos 2016
Güngen, A. R. (2016) “Ekonomik Çöküntü ve Hazırlık”, kriznotlari.blogspot.com.tr, 17 Kasım 2016
Güngen, A. R. ve Akçay, Ü. (2016) “Türkiye’de Ekonomi Politikasında Arayışlar, Çıkmazlar ve Alternatifler”, Tören, T. ve Kutun, M. (der.) Yeni Türkiye’de Kapitalizm, Devlet ve Sınıflar, SAV: Istanbul, ss. 246-280