Türkiye’de Mülkiyet Tartışmaları ve Çalışmaları

Türkiye’de mülkiyet üzerine yapılan tartışmalar kendisine has özgünlükler taşımasına rağmen dünyadaki gelişmeler ve tartışmaların bir uzantısı olagelmiştir. Dünyadaki gelişmeler açısından iki dönüm noktası tespit etmek mümkündür. Birincisi 1789 Fransız Devrimi ile açılan, feodal hak ve yükümlülükleri ortadan kaldıran, ortak faydanın ifadesi kamu yararını öne çıkaran kanunlarca sınırlandırılmadığı sürece özel mülkiyeti eşyadan faydalanmanın ve eşya tasarruf etmenin en mutlak şekli olarak tanımlayan liberal mülkiyet rejimidir. İkincisi ise, 1980’lerle birlikte açılan ve kamusal mülkiyete konu olan varlıkların özel şahıslara satışını, yani özelleştirilmesini, rekabetçi piyasa ile tanımlı yeni bir kamu yararı anlayışının dayatması altında özel mülkiyetin eşyadan faydalanma ve eşya tasarruf etmenin en mutlak şekli olarak tanımlanmasını içeren neoliberal mülkiyet rejimidir.[1] Dünyadaki tartışmalar da bu dönemleme ile koşut ilerlemiştir: 19. ve özellikle 20. yüzyılda tarihsel maddeciliğin çerçevesini belirlediği mülkiyetin çatışmalı dünyasını ele alan üretim tarzı tartışmaları (Asya tipi/feodal/haraççı/kapitalist üretim tarzı, kapitalizme geçiş) ve de 1990’larla birlikte Yeni Kurumsal İktisat’ın çerçevesini belirlediği mülkiyet haklarının etkin tanımlanmasına bağlı iktisadi büyüme anlatısı ve bunun eleştirisi.

Bu çerçevede Türkiye’de de 1990’lara kadar mülkiyet tartışmaları üretim tarzı tartışmaları ile örtüşmüş, toprak üzerindeki mülkiyetin niteliği (devlet mülkiyeti, kişi mülkiyeti) ana başlık haline gelmiştir. Alt başlıklar olarak da küçük köylü mülkiyetinin kapitalistliği, Türkiye ve Osmanlı kırsalındaki küçük mülkiyet veya büyük mülkiyetin hakimliği ve özel mülkiyetin gelişimi konuları ön plana çıkmıştır. Bu başlıkların hepsi güncel kalkınma sorunlarının çözümü ve politika önerilerine odaklanmaktadır. Tartışmaların atmosferini vermek açısından, II. Dünya Savaşı sonrasında kentlerde yeni bir mülkiyet tasarruf şeklini doğuran gecekondulaşmayı doktora konusu seçen Stefan Yerasimos’un, nihayetinde araştırmasını Bizans’a uzayan tarihsel bir perspektifte devlet mülkiyetinin temel alındığı Asya tipi üretim tarzı (ATÜT) yaklaşımı bağlamında yaptığı gösterilebilir.[2]

1990’lı yıllarda Yeni Kurumsal İktisat’ın yükselişi ve tarihsel maddeci kuramdan beslenen iktisat tarihi tartışmalarının (tarihin sonunun geldiği yanılsamasından olsa gerek) gündemden düşmesi ile Türkiye’de mülkiyet üzerine çalışmalar bazı istisnalar dışında neredeyse yapılmaz olmuştur. Ama bu sessiz dönem, 2001 krizi sonrasında sermayenin kentsel ve kırsal alanlarda kamusal ve özel mülkiyete yönelik sınırsız taarruzu ve temellük talepleri ile son bulmuştur. Bu dönemde araştırma başlıkları kamu mülkiyetindeki varlıkların özelleştirmesi, kentsel ve kırsal ortak alanların özelleştirilmesi, küçük özel mülkiyetin çözülmesi ve/veya şirket mülkiyetinde temerküzü gibi konuları içerecek şekilde zenginleşmiştir. Bu araştırmaların 1990 öncesi dönemin kuramsal boyuttaki tartışmalı atmosferinden uzak ama muhaliflikte neredeyse ortak bir tonda gerçekleştiğinin altını çizmek gerekir. Aşağıdaki satırlarda özellikle 1990’lara kadarki süreçte ortaya çıkan mülkiyet tartışmalarının temel başlıklarının üzerinden geçmeye çalışacağız. Son bölümde ise günümüz mülkiyet araştırmalarının kısa bir değerlendirmesini hedefliyoruz.

Üretim tarzları tartışmalarında mülkiyet meselesi

Doğan Avcıoğlu’nun “mesul müdür” olduğu Yön Dergisi 1962’de İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Cahit Tanyol’un Cumhuriyet Gazetesinde çıkmış “önemli bir yazısı”nı övgüyle sütunlarına taşır.[3] Yazı Türkiye’de Batı’daki gibi bir “ferdi mülkiyet” olmadığı için “birikme” ve dolayısıyla da “burjuva sınıfı” olmadığını vurgulamaktadır. Tanyol’a göre:

Türk toplumunda, daha açık bir deyimle, Osmanlı toplumunda mülkiyet, ferdi ve hukuki bir tasarruf olmaktan ziyade, idari bir tasarruf olmuştu. O halde burada işleyen mekanizma mülkiyet esasına dayanmıyordu. Burada işleyen mekanizma idare edenlere göre düzenlenmiştir; ve çatışma da, bir sınıf çatışması değil, idare edenlerle idare edilenler arasında cereyan ediyordu.[4]

Kalkınma tartışmalarının ağırlığı altında Yön’ün bundan çıkardığı sonuç

“[b]atıda olduğu gibi, özel teşebbüse dayanan bir kalkınma[nın] memleketimizde mümkün” olmamasıdır, dolayısıyla “[d]evletçilik zaruridir.”[5] Ama bu yazı tepki çekmekte gecikmez, Ankara Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi eski hocalarından sosyolog Behice Boran’ın eleştirisi, sunuş yazısında yer alan “Türkiye’nin 1962 yılındaki objektif şartlarını ortaya koymak ve sosyalizme geçiş yollarını araştırmak” hedefiyle Yön’de yayımlanır.[6] Boran Batı’da özel mülkiyetin Tanyol’un ifade ettiği gibi burjuvazinin gelişmesine neden olmadığını, aksine burjuvazinin gelişiminin özel mülkiyetin gelişmesine neden olduğunu temel bir eleştiri olarak koyar. Osmanlı toplumunun “sosyal evrimde geri kalması” söz konusudur ama bu sınıfsız bir toplum olduğu anlamına gelmez:

İstihsal münasebetleri sisteminin mevcut olduğu, nüfusun bu istihsal sistemindeki farklı mevkilere göre çeşitli gruplara ayrıldığı ve bu gruplardan fiilen istihsalde bulunup değer yaratan grupların ancak kıt kanaat geçindikleri, konak ve saraylarda samur kürkler içinde yaşayanların ise sosyal gelirden aslan payını aldıkları bir toplum düzeninde sosyal sınıflar yoktur da ya ne vardır?[7]

Türkiye’de özel mülkiyet ve burjuvazinin varlığına dair tartışma Boran’a göre “tarih ve sosyolojiyi ilgilendirir akademik bir konu gibi” görünmekle birlikte “gerçekte pratik, aksiyon için taşıdığı önemli neticeler vardır.” Çünkü özel mülkiyet ve burjuvazi yoksa, işçi sınıfı da olmayacaktır, “[o] zaman sosyalizm, toplumda gerçek bir dayanak ve kuvvetten yoksun, havada kalmış, bir takım “hayırperverane” fikirler ve dilekler sistemi, veya bir seçkinler kadrosu yönetimi hülyası olmaktan ileri geçmez.”[8]

Tanyol bu yazıya burjuvazi ve mülkiyeti tartıştığı iki makale ile cevap verir.[9] Mülkiyet tartışmasında ona göre, Marx’cı doktrini zorlayarak Batı’da meydana gelmiş kalıpların ve sınıfların varlığını söz konusu etmektense, bizde olay nasıl olmuştur, ona dikkat etmek daha doğrudur.” Tanyol’a göre Batı’da Orta Çağ’da toprağa sahip olanlarla olmayanlar arasındaki mülkiyet ilişkisi senyör-serf gibi bir feodal ilişki doğurmuştur; Doğu’da ise toprağı işleyenlerle toprağı işletenler arasında farklı bir ilişki vardır, bu toprağa sahip olmak değil, toprağa hakim olmak üzerine kurulu bir ilişkidir.  Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarında devlet-köylü ilişkisi vardır, “[d]evlet ve köylü toprağın bir nevi mütevellisidir. Ama sahibi değildir. Birisi hakimiyet hakkına, diğeri emek hakkına sahiptir.” Diğer taraftan Tanyol şöyle yazar: “Türkiye’de mülkiyet münasebeti tamamiyle ayrı bir alanda cereyan etmiş, daha açık bir deyimle, ferdi mülkiyet teşekkül etmemiş ve ancak devletin yıkılış anlarında devlet mülkleri talan edilmek suretiyle ortaya çıkan bir hastalık olmuştur.”[10]

Bu iki makaleye Boran da iki makale ile karşılık verir.[11] Metodolojik tartışmanın yer aldığı ilk yazısının vurgusu, bilimin “‘tip’lerin tesbiti” ve somut gerçeklerin de bu ‘tip’lere göre tasnifi ile ilgilendiğine dairdir. Soyutlama sürecinde “[s]oyut kavramla somut gerçek arasında, genel olanla özel arasındaki çatışma ve birlik vardır.” İkinci vurgusu ise Marx’ın mülkiyeti bir şey olarak değil, bir ilişki olarak ele almasına dairdir, bu anlamda üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkileri terimleri de birbirleriyle “sıkı bağlılık” içindedir.[12] Boran, Osmanlılarda mülkiyeti tartıştığı ikinci makalesinde ise mülkiyet ilişkilerinin “üretimi yapan emekçinin yarattığı ürünlerden bir kısmını başkalarına kaptırdığı anda ve yerde başla”dığını ifade eder. Bu çerçevede serf-senyör ilişkisi şöyle şekillenir:

Serf’in toprak üzerinde bir intifa hakkı vardır ve beye karşı mükellefiyetleri yerine getirdiği müddetçe bu hak ondan alınmamaktadır. Bu mükellefiyetleri yerine getirdiği müddetçe de kendi toprağını işlemekten edindiği ürünlere, yetiştirdiği hayvanlara, yaptığı aletlere sahiptir. Köle gibi pazarda alınıp satılmaması da durumunun önemli bir vasfıdır. Ama beye karşı mükellefiyetlerinin ağırlığı dolayısıyla emeğinin yarattığı değerlerin aslan payı bey sınıfına gitmektedir.[13]

Dolayısıyla feodal toplumlarda toprakta “tam mülkiyet hakkı” hiçbir sınıfa ait değildir, ama toprak mülkiyeti bir “haklar hiyerarşisi”ni, “serf” ile “senyör” sınıflarını, senyör sınıfı içinde de ayrı bir ayrışmayı yaratmıştır. Boran’a göre bu “vasıflar Batının mahalli derebeyliği kadar bizim merkezi Osmanlı İmparatorluğu için de doğrudur; buna dayanaraktır ki Osmanlı İmparatorluğu feodal tipte bir toplumdur.” Boran’a göre Osmanlı İmparatorluğu’nda “hür köylüler”in hakim olduğu tezi “toprak mülkiyeti ve toprak işçileri üzerinde değerli etütler yapmış olan İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden Prof. Ömer Lütfü Barkan”a aittir. Boran şöyle yazar:

Barkan […] reayanın toprağa bağlı olduğunu, bırakıp gitmek hakkı bulunmadığını, bu bağlılığın babadan oğula geçtiğini, “reaya oğlu reayadır” kaidesi uygulandığını, toprağını bırakıp giderse geri getirildiğini, kendisinden bu sebeple çift bozan resmi ve iki öşür vergi alındığını yazıyor. Kaçan reaya on yıl içinde bulunursa geri gönderiliyor, oysa bazı Batı memleketlerinde serfler bir yıl bulunamazsa hürriyetlerini kazanıyorlardı. Reaya “tımar” sahibi olamazdı. Bir karışıklığa gelir de olursa ve ileride reaya olduğu ispat edilirse tımarı elinden alınırdı. Tımar, babadan oğula ırsi olan sipahiliğin hakkıydı. Ama serfin dışardan evlenmemek, senyöre angarya çalışmak, ölümünde senyörün mirasa girme hakkı gibi hürriyetsizlikleri varmış. Hangisi daha önemli, reaya ile serf arasındaki ortak vasıflar mı, yoksa farklar mı?[14]

1960’ların kalkınma ve sosyalist siyaset tartışmalarında, yukardaki tartışmanın da gösterdiği gibi, mülkiyet meselesi tartışmasını ön plana çıkmıştır. Yön Dergisi sayfalarına yansıyan tartışma 1990’lara kadar uzanan tartışmanın da kamplarını ve argümanlarını özetlemiş gibidir. Tanyol’un görüşleri kuramsal boyutta geliştirilerek Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) taraftarları tarafından ortaya konmaya devam etmiştir. Burada tetikleyici Eylem Dergisi’nde 1965’de Selahattin Hilav’ın Batı’daki sosyal bilimcilerin hararetli tartışmalarının bir yansıması olarak kaleme aldığı ATÜT yazısı olmuştur.[15] Tanyol’da olduğu gibi Hilav’ın da analizinin başlangıç tespiti, Marx’ın gazete yazıları ve mektuplaşmalarından esinlenen çalışmalar doğrultusunda, Asya tipi toplumlarda özel mülkiyet olmamasıdır:

Derebeyliğe karşıt olarak, üretim şartlarını ellerinde tutan köylüler özel mülk sahipleri karşısında değil, ortaklaşa toprak mülkiyetini sürdüren ve koruyan devlet karşısında bulunmakta ve bundan dolayı Devlet, toprak rantını almak için ekonomi dışında bir zorlamaya başvurmak zorunda kalmamakta ve köylü ancak teba olarak yükümlülük (mükellefiyet) duymaktadır. Bundan ötürü, Derebeylik düzeninin toprak kölesi (serf’i) ya da küçük köylüsü, Asya-tipi toplum köylüsünden daha çok politik baskı altında bulunmakta ve bu baskıya boyun eğmek zorunda kalmaktadır.[16]

Bu yaklaşımın Osmanlı toplumu bağlamındaki tartışmasını ise İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden Sencer Divitçioğlu 1967’de yazdığı kitapta ortaya koymuştur.[17] Ona göre “Osmanlı toplumunda; i) tımar sahibi ne toprağın mülkiyetine ne de tasarruf hakkına sahiptir[,] ii) Tımar toprak verasetle geçmez”; toprağı işleyen köylü de tasarruf hakkına sahiptir ama mülk sahibi değildir; “toprağın mülkiyeti devlete aittir.” Bu çerçevede köylü bireysel olarak hürken, devletle ilişkisi bağlamında sömürülmektedir ve “kişinin kişiyi sömürmesi söz konusu değildir.” Dolayısıyla, Osmanlı toplumuna “feodalite damgasını vurmak hatalıdır.”[18]

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi asistanlarından Kurthan Fişek’in Divitçioğlu’nun kitabı ile aynı yıl yayımlanan makalesine göre ise “Anadolu toplumlarında Asya-tipi üretim biçiminin egemen olduğunu söylemek geçerli değildir.”[19] Tasarruf ve mülkiyet özdeştir, 16. yüzyılda toprak üzerinde tasarruf hakkı bulunan “[s]avaşa asker gönderme dışında hiçbir yükümlülüğü olmayan ve de üstelik merkezi yönetimce (miras dışında) eylemleri kısıtlanmayan dirlik sahiplerinin gerçekte derebeyi olduklarını görmemek mümkün değildir.”[20] Diğer taraftan kapitalizmin gelişmesi çerçevesinde özel mülkiyet ortak mülkiyetin farklı biçimlerinden evrilmektedir: “üretim biçimlerinin evrim yasası, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, ortak mülkiyetin sayısız biçimlerinden itibaren gelişim eğilimidir.”[21] Fişek 1969’de yayımlanan kitabında Anadolu toplumlarının bir üretim biçimi olarak kapitalistleşmesinde gözlenen temel gelişmeler arasında “toprak üzerinde ortak ya da devlet mülkiyetine dayanan mülkiyet biçiminin giderek yerini özel mülkiyete bırakması”nı sayar:

Toprak üzerinde devlet mülkiyetinin giderek yerini özel mülkiyete bırakması kökenlerini, ikta topraklarının vakıflara dönüştürüldüğü Selçuklu İmparatorluğu’nda bulur. Birinci (Kanuni) Süleyman döneminde özel mülkiyete ödünler verilmesi, 1694 yılında malikane uygulamasının başlatılması, 1808 Sened-i İttifakı’yla feodal bey niteliğindeki Ayanların yasal varlıklarının tanınması, II. Mahmut zamanında tımar düzeninin ortadan kaldırılması ve nihayet 1858 yılında toprak üzerinde mutlak özel mülkiyetin tanınması, bu evrensel yönelimin Anadolu toplumlarındaki evreleridir.[22]

Görüldüğü gibi 1960’larda Türkiye’de mülkiyet tartışmaları, ister üniversite içinden gelsin ister üniversite dışından, üretim tarzı tartışmaları ile iç içe geçmiş şekilde sosyalist strateji tartışmaları bağlamında gündeme gelmiştir.[23] Ama tartışmaların derinleşmesi, yeni başlıkların açılması ile mülkiyet tartışmaları ya ikinci planda kalmış ya da yapılmaz olmuştur. ATÜT ve feodal üretim tarzı yaklaşımlarının açıklayıcılığını Avrupa dışı toplumlar için sınırlı bulan Samir Amin gibi bazı sosyal bilimcilerin, 1970’ler sonrası geliştirdiği haraççı (vergisel) üretim tarzı yaklaşımının Osmanlı bağlamında tartışılması mülkiyet tartışmasının ikinci planda kalmasına iyi bir örnektir. Örneğin Şevket Pamuk’a göre, haraççı üretim tarzı ile feodal üretim tarzı arasındaki temel farklılık mülkiyetin niteliğinden kaynaklanmamakta, “tarımsal artığın hangi ekonomi-dışı unsurlar yoluyla üreticilerden çekilip alındığı belirlenirken ortaya çıkmaktadır.”[24] Osmanlı toplumunu feodal üretim tarzı üzerinden inceleyerek ATÜT’e eleştirel bir yaklaşım geliştiren Oğuz Oyan gibi araştırmacılar, haraççı üretim tarzı yaklaşımına da eleştirel yaklaşmış, onu ATÜT’ün bir varyantı olarak değerlendirmişlerdir.[25] Ama her iki üretim tarzı arasındaki temel farklılık mülkiyet üzerinden tanımlanmadığı için Pamuk’la Oyan arasındaki 11. Tez sayfalarında yer alan tartışmada mülkiyet tartışması geri planda kalmıştır. Su yüzüne çıktığı bölümlerde ise ATÜT-feodal üretim tarzı tartışmasındaki mülkiyet tartışmasına yeni bir şey eklemenden tekrarlanmıştır.[26]

Mülkiyetin tartışılmadan geçildiği diğer bir örnek ise 1969’da başlayan, 1970’lere damgasını vuran, 1980’lere kadar devam eden Korkut Boratav ve Muzaffer Erdost arasındaki küçük köylü işletmelerinin niteliğine dair tartışmadır: Bu işletmeler kapitalist ilişkilerin mi yoksa feodal ilişkilerin mi hakimiyeti altındadır? Erdost’a göre Türkiye’de küçük tarım işletmeleri meta üretmedikleri ve de üretim araçları sermaye olmadığı için “bizzat üretim ilişkisi bakımından kapitalist değil, prekapitalisttir” ve kapitalist bir toplumda ataerkil, feodal ve yarı-feodal üretim ilişkilerinin mevcut olduğu bölgelerde, verimin yüksek olduğu yerlerde ve yıllarda görülmektedir.[27] Erdost, Boran ve Fişek gibi Osmanlı toplumunu feodal üretim tarzı ile açıklasa da, Türkiye’ye kapitalist ilişkilerin gelişimini tartışırken onlardan ayrılmakta, kırsal kesimde feodal ilişkilerin devamlılığını vurgulamaktadır. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Boratav ise, Boran ve Fişek gibi Türkiye’de kapitalist ilişkilerin hakim olduğunu ileri sürmekte ama onlardan farklı olarak bunun küçük meta üreticileri üzerinden olduğunu vurgulamaktadır.[28] Boratav’a göre Türkiye’de en yaygın üretim ilişkisi küçük meta üretimi olmasına rağmen, hakim üretim biçimi ilkel ve geri bir kapitalizmdir: “Zira, ülkemizde artı-ürüne el koyma biçimlerinin en yaygını, kapitalist üretim biçiminin en ilkel türleri olan ticaret ve tefeci sermayesi tarafından temsil edilmekte ve özellikle tarımdaki küçük üreticilerin sömürülmesinde belirmektedir.”[29] Görülüyor ki tartışma mülkiyet sahibi küçük üreticilerin tabi oldukları üretim biçiminde kilitlenmekte, küçük üreticilerin mülkiyet sahipliği üzerine ayrıca bir tartışma yapılmamaktadır.

Bu çerçevede Boratav’dan farklı olarak 19. yüzyıla kadar ATÜT’ün Osmanlı formasyonundaki geçerliliğini ileri süren, ama onun gibi 1950’lerde küçük köylülüğün küçük meta üreticisi haline gelmesini mülkiyet sahipliğinin pekişmesi üzerinden anlatan Çağlar Keyder’e ayrı bir parantez açmak iyi olacaktır.[30] Keyder’e göre kapitalizm öncesi toplumsal oluşumlarda, Osmanlı İmparatorluğu gibi merkezi devletin güçlü olduğu durumlarda mülkiyet hakları her an geri alınabilir kullanım hakları niteliğindedir. Devletin topluma mutlak hakimiyetinde özel mülkiyet hakları gayet yavaş bir süreçte gelişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’de toprak bol olduğu için özel mülkiyet hakkı edinmeye yönelik çaba ortaya çıkmamış; 1913-1923 arası nüfusun azalmasıyla topraklar boş kalmış, “emval-i metruke”den dolayı mülkiyet hakları belirsizleşmiş, tasarrufların belgelenmesi sorunlu hale gelmiş; özel mülkiyetin herkes tarafından kabul edilir bir hukuka dayanması gerekse de, Türkiye’de yoksul köylünün zenginden toprak hakkı talebi söz konusu olmamıştır. Ama bu şema 1950’lerde değişmiştir. Tarım alanlarının genişlemesi ile toprak kıtlaşmış, mera ve ormanlara el konulmuştur. Bu durumda devlet hazine arazisini daha iyi kontrol eder hale gelmiş, devlet ve şahıs arazisi arasındaki sınırlar belirginleşmiş; ortakçılığın azalması ile kırsal eşitsizlik sahneden silinmiş, her köylü kendi mülkiyet hakkını savunur olmuştur. Bu süreci  kadastro çalışmalarının gündeme gelmesi ve tapulama çalışmaları hızlandırmıştır. Bunlara ilaveten Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tapulu özel mülkiyet sahibi olan küçük meta üreticileri yaratmada önemli bir etken olmuştur. Bu genel çerçevede mülksüzleşme gündeme gelmemiş, aksine küçük meta üreticilerinin kendi kendini sömürme mekanizması sayesinde, şahıslar proleterleşse dahi hanenin mülksüzleşmesine izin verilmemiştir.[31]

Bu tür küçük meta üretiminin gelişimi anlatısı ise Boran ve Fişek yaklaşımının bir uzantısı olarak Oya Köymen’de ve Oğuz Oyan’da eleştiri bulmaktadır. Köymen’e göre 1950’lerde traktörleşme sonucu araziler satın alma yoluyla genişlemiş, bu genişleme küçük işletmelerin aleyhine olmuş, küçük meta üretiminin yerleşmesinden ziyade “toprak temerküzü artmıştır.”[32] Ortakçıların işsiz kalması ve büyük çoğunluğunun kentlere göç etmesi ile ortakçılık azalmış, traktör sahibi olanların arazi kiralaması yaygınlaşmıştır. Bu dönemde kırsal gelir dağılımı da bozulmuştur; meralarda hayvanlarını otlatabilen küçük üreticiler, meralar tarlaya dönüştürüldükten sonra bu yan gelirden yoksun kalmış, böylece tarımsal gelir adaletsizliği daha da artmıştır. Oyan’ın araştırması da Köymen’le aynı yöndedir: 1950’lerden sonra traktör sahibi zengin toprak sahipleri yeni toprakların üretime açılmasından faydalanmışlar, topraksız ve küçük toprak sahibi köylüler ise son tahlilde kırdaki güç ilişkilerinin belirleyiciliğinde zarar görmüşlerdir.[33] Bir tarafta mülkiyet parçalanması ve mülkiyetsizleşme ile proleterleşen bir kitle ortaya çıkarken, diğer tarafta bölgelere göre farklılaşan ölçüde büyük toprak sahipleri tarafından toprak temerküzü ortaya çıkmıştır. 1950’ler büyük toprak sahiplerine büyümeleri ve işletmeleri dönüştürmeleri için bir fırsat sunmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük arazi mülkiyeti ve özel mülkiyetin gelişimi üzerine tartışmalar

Üretim tarzı tartışmalarının bir alt başlığı olarak düşünebileceğimiz küçük köylülük ve küçük meta üretimi bahsi, mülkiyet tartışmasının tarihsel perspektifte Osmanlı toplumu bağlamında yürütüldüğü iki konuya daha pencere açar: çiftlikler ve 1858 Arazi Kanunnamesi.[34]

Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında gözlemlenen “büyük zirai mülk ve işletme çiftlikleri”nin oluşumu ve işleyişi tarihçiler için yukardaki tartışmalar bağlamında çözülmesi gereken bir mesele olarak durmaktadır. Ortaya konan yaklaşımları özetlemek gerekirse; Fernand Braudel  ve Traian Stoianovich, Osmanlı Balkanları’nda çiftliklerin bir “kolonizasyon” süreci ile deniz kıyısına yakın ovalar, bataklıklar, göl kenarları, nehir ve ırmakların geçtiği nemli vadilerin tarıma açılması sonucu ortaya çıktıklarını belirtirler.[35] Bruce McGowan ise Balkanlar’daki çiftliklerin oluşum mekanizmalarını şöyle detaylandırır: sipahi çiftlikleri ve değirmenleri gibi işletmelerin genişlemesi; otlak, orman gibi ortak alanların gaspı; vergi ve borç ödemeleri gibi nedenlerle terk edilen toprakların işgali; vergi tahsildarları ve eşkıyalara karşı koruma ve kollama sağlama karşılığında köylülerin topraklarına el konulması; borç karşılığında rehin verilen toprakların borcunu üstlenerek el konulması; satın alma yolu.[36] Batı Anadolu’da ise Karaosmanoğulları’nın çiftliklerinin oluşum yollarını Yuzo Nagata toprak genişlemesi açısından şöyle sıralar: eski köyde çiftlik kurulması; başka aileye ait çiftliğin satın alınması; koru ve merada çiftlik kurulması; vakıf toprağında çiftlik kurulması.[37] Batı Anadolu’da İngilizlerin çiftlik sahibi olması sürecini inceleyen Orhan Kurmuş, İzmir-Aydın demiryolunun inşası ve 1867’de yabancıların emlâk sahibi olabilmesine izin veren kanuni düzenleme sonrası satın alma yoluyla çiftliklerin yoğunlaştığını gözlemler.[38] Bu yaklaşımlara eleştirel yaklaşan Halil İnalcık, küçük köylü üretim birimlerine dayalı çift-hanelerin hakimiyetini savunur, plantasyon tipi çiftliklerin Balkanlar ve Anadolu’da oluşumunun, geleneksel çift-hanelere bölünmüş eski miri toprakların dışında yerleşim yerlerinden uzak mevat (sahipsiz) arazilerin ıslahı ile (istisnai şartlarda) gerçekleştiğini vurgular.[39] Benzer şekilde Ömer Lütfi Barkan, “büyük zirai mülk ve işletme çiftlikleri”nin oluşumunda reaya çiftliklerine dayalı toprak rejiminin dejenerasyonu ile iltizam sisteminin yaygınlaşması sonucu miri arazilerin mülk arazi özellikleri kazanmasının, satın almalar yoluyla toprakların biriktirilmesinin, savaş ve karışıklık halinin zirai hayatı malikanelerde yoğunlaştırmasının yattığını ileri sürer.[40] Yine küçük köylülüğün Osmanlı toplumunda hakimiyetini savunan Çağlar Keyder’in çiftlikler üzerine yapılan bir toplantıdan çıkardığı sonuç çarpıcıdır: Çiftlik kafa karıştırıcı, “birbirinden farklı o kadar çok olguyu tarif etmek için kullanıl”mıştır ki “tüketilmiş bir kavram”dır; konjonktürel gelişmelere bağlı ve merkezi otoritenin zaafıyla ortaya çıkmış ve gelişigüzel gelişmiştir.[41]

1858 Arazi Kanunnamesi, 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda modernleşme, yarı-sömürgeleşme, kapitalizmin gelişimi, dünya kapitalist sistemine entegrasyon gibi hangi tarihsel yaklaşım bağlamında olursa olsun fark etmeksizin özel mülkiyetin Türkiye’de yerleşmesine dair tartışmalı bir konu olmuştur. İlginçtir ki bu tartışmalar üretim tarzı ve küçük köylülük tartışmalarının uzantısı olmakla birlikte, ortaya konan görüşler farklı kamplar arasında görüş koşutluğu içerir. Muzaffer Erdost, Kurthan Fişek, Stefan Yerasimos ve Şevket Pamuk, Kanunname ile özel mülkiyetin tesis edildiğini tespit ederken, Ömer Lütfi Barkan ve Halil Cin miri arazilerin özel mülk araziye iyice yaklaştığını ortaya koymuşlardır. Doğan Avcıoğlu, Şevket Pamuk ve Çağlar Keyder, Kanunname ile yerel elitlerin güçlerinin kırılması ve küçük köylü mülkiyetinin korunmasına vurgu yaparken, Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık, Stefan Yerasimos ve Oğuz Oyan Kanunname’nin özellikle uygulanma sürecinde büyük toprak mülkiyetini desteklediğinin altını çizmişlerdir. Keyder’in yine farklı yorumuna göre ise 1858 Kanunnamesi küçük köylülüğü koruyucu şekilde özel mülkiyeti tanısa bile, devlet ve köylü arasındaki “sözleşme” nedeniyle özel mülkiyetin toplumca kabulü 1858’den epey sonra gerçekleşmiştir. Diğer taraftan Tosun Arıcanlı’ya  göre Kanunname ile

[d]ağıtılan tapular, ihlal edilemez mülkiyet haklarının verildiğinin göstergesi değil, toprağın kesintisiz olarak işlenmesi koşuluna bağlı tasarruf haklarının ifadesiydi. Bu, merkezdeki güçlerle taşradakiler arasında herhangi bir çatışma ya da ittifak olmaksızın devletin gelir tabanını genişletmeye yönelik bir politikadan başka bir şey değildi.[42]

Aynı toplantıda Arıcanlı da, çiftlik tartışmasında Keyder’in aldığı pozisyona benzer bir şekilde, Türkiye tarımının dönüşümünün ve küçük köylülüğün yaygınlaşmasının, bu coğrafyaya ait bir kavram olmayan “özel mülkiyet” kavramı kullanılmadan daha iyi anlaşılır olacağı görüşünü savunmaktadır. Ona göre “çeşitli sınıfların tarımsal artıktan aldıkları payı arttırmak için girdiği mücadele, Türkiye’deki dönüşümü, yüzyılımızda ortaya çıkan özel mülkiyetten daha iyi açıklamaktadır.”[43]

Son dönem Osmanlı ve erken dönem Cumhuriyet’te mülkiyet tartışmaları

Bu çerçeve dahilinde 1960-1990 arasında ortaya çıkan hararetli üretim tarzı tartışmaları aslında eski derebeylik nizamı tartışmasının kalkınma sorunu ve sosyalizm stratejileri bağlamında yeniden gündeme gelmesidir. Batı’nın derebeylik nizamı ile Osmanlı coğrafyasının devletçi nizamı son dönem Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi tarihçileri tarafından da tartışılmıştır. Cevdet Paşa, Abdurrahman Şeref, Mustafa Nuri Paşa, Ebul’ula Zeynelabidin, Diran Loussararian, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Ömer Lüfti Barkan ve Halil İnalcık derebeylik nizamı ve mülkiyeti tezini reddederler. Örneğin, Halil İnalcık’a göre,

“[u]mumiyetle Osmanlı İmparatorluğunda, garb feodalitesinde görülen ve köylünün şahsı üzerinde de Senyöre bir takım haklar veren servaj müessesesi kat’iyyen mevzuu bahsolamaz. […] Köylü yüzlerce senedir atalarının işlediği toprak üzerinde kiracı vaziyetinde kalmaktadır.”[44]  Barkan ise şöyle yazar:

Son derece teşkilatlı bir devletçilik nizamının hükümran olduğu (Barkan, 1937/1980, 738) […] Osmanlı İmparatorluğu’nda raiyet esas itibariyle devlete ait telakki edilen bir toprak üzerine yerleştirilmiş bir kiracı, toprağa bağlı bir kolon olmakla beraber; bu bağlılıklar ve mükellefiyetler hiçbir zaman tetkik ettiğimiz memleketlerdeki soysuzlaşmış ve şahsileşmiş tabiiyetler şeklini almamıştır.[45]

Diğer taraftan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura Kürt aşiretleri özelinde, Edip Serdengeçti, Hüseyin Avni Şanda, Şevket Süreyya Aydemir ve İsmail Hüsrev Tökin Osmanlı-Türkiye coğrafyası genelinde derebeylik rejimi ve mülkiyetinin geçerliliğini savunmuşlardır. İsmail Hüsrev Tökin’in yaptığı incelikli analizi gözden geçirmek Erken Cumhuriyet dönemindeki tartışmanın seviyesini görmek için önemli olacaktır.[46] Tökin’e göre Türkiye’deki köy iktisadiyatında dört çeşit mülkiyet şekli vardır: kapitalist işletmeler, küçük toprak mülkiyeti, toprak ağalığı ve derebeylik mülkiyeti. Kapitalizmin 19. yüzyılda Türkiye’ye nüfuzuyla, meta ekonomisi gelişmiş, emek gücü de metalaşmıştır; girişimci üreticiler sermayedarlaşırken, artan borçluluk köylüleri mülksüzleşmeye sürüklemiş, kırsal alanda yeni toplumsal ve iktisadi ilişkiler doğurmuştur. Meta ekonomisi yerleştikçe, Batı Anadolu ve Adana bölgesinde uluslararası işbölümüne bağlı olarak ücretli emek kullanan, kâr güdüsü ile üretim yapan kapitalist büyük tarım işletmeleri ortaya çıkmıştır.[47] Bu gelişmeye rağmen Batı, Kuzey ve Orta Anadolu’da küçük aile işletmelerinin küçük mülkiyetleri (cüce işletmeler) meta ekonomisi içinde yer alsalar da aile emeği dışında emek kullanmamaktırlar. Bu tür işletmeler varlıklarını kâr odaklı kapitalist işletmelerin yanı sıra devam ettirebilmişlerse de kapitalist sistem içinde bunların geleceği ya mülksüzleşerek işçileşme ya da kapitalist işletmeye evrilme yönünde olacaktır.[48] Diğer taraftan Batı ve Orta Anadolu’da üretimin ortakçılıkla gerçekleştirildiği büyük toprak mülkiyeti de mevcuttur. Tökin’e göre Osmanlı dönemi derebeyliği bir dönüşüm içinden geçerken, bu bölgede köylünün toprak sahibine hukuki bağları ortadan kalksa da iktisadi bağları varlığını sürdürmüştür. Bu şekilde toprak ağalığı altında büyük arazi mülkiyetinde çalışan ortakçı aileler meta ekonomisindeki dinamiklere bağlı olarak ücretli işçilik ile kiracı çiftçilik arasında salınmaktadırlar.[49] Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da derebeylik düzeni hakimiyeti süregelmektedir. Bu bölgede aşiret reisleri ve ağalara iktisadi değil zora dayalı hukuki bağlarla bağlı olan köylüler üretimi gerçekleştirmektedir. Bunlar diğer mülkiyet tiplerinin aksine meta ekonomisinin dışında, doğal ekonomi çerçevesinde varlıklarını sürdürmektedir.[50]

Sonuç yerine: 1990’lardan günümüze “tartışmasız” mülkiyet çalışmaları

Behice Boran’ın 1961 Anayasası’nın özel mülkiyet ve özel teşebbüs haklarına dair maddelerini incelemesi sonucu vardığı sonuç, kuvvetli kamu yararı sınırlamaları ve sosyal devlet ilkesi altında Anayasa’nın “kapitalist yoldan kalkınmaya kapalı […] sosyalizme ise açık” olmasıdır.[51] 1983 Anayasası’nın temel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı karakteri herkesin malumudur ama mülkiyet hakları ile ilgili en önemli değişiklik epey sonra IMF ile yapılan stand-by anlaşması sonucu 13 Ağustos 1999’da gündeme gelmiştir. Bu değişiklik 1961’den bu yana değişen dünyayı çok iyi anlatmaktadır: Anayasa’nın üçüncü bölümünü oluşturan “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” bölümünün “Kamu Yararı” adlı kısmı altındaki 47. Maddenin başlığı “devletleştirme” iken “devletleştirme ve özelleştirme” olarak yeniden düzenlenmiştir. Bu temel düzenlemeye ek yasal mevzuat, Yeni Kurumsal İktisat’ın dünyadaki her şeyi mülkiyet hakları tanımlayarak piyasalaştırmayı öngören yaklaşımını kendisine kuramsal destek alarak, özellikle 2001 krizi sonrası dönemde AB, IMF ve Dünya Bankası denetiminde uygulamaya konmuştur. Bu süreçte mülkiyet haklarına ilişkin gelişmeler oldukça hızlı ve sınır tanımazdır: özel-ortak-kamusal mülkiyetteki araziler imara açılmış, santrallerin veya madenlerin hedefi olmuştur; eski kent merkezleri ve gecekondu mahalleleri kentsel dönüşüm uygulamalarına tabi kılınmıştır; köylü üreticilerin ortak mülkiyetindeki tohumlar ve fidanlar şirket mülkiyetindeki tohum ve fidanların taarruzuna maruz kalmıştır.

Bütün bu gelişmeler Türkiye’de sosyal bilimlerle uğraşan eleştirel perspektifli araştırmacıları bu konular üzerine çalışmaya itmiştir. Bu eleştirel yazın nitelikli çalışmalar içerse de, 1990 öncesi mülkiyet tartışmalarındaki tarihsel perspektife dayalı kuramsal farklılıkları bu çalışmalarda görmek pek mümkün değildir. Yapılan çalışmalar ağırlıklı olarak küçük toprak mülkiyetine bağlı köylülüğün çözülmesi ve buna karşılık köylü direnişini gözlemlemektedir. İkinci olarak David Harvey’in “el koyarak birikim” kavramını ya da yine bu kavramla akraba “ilk birikimin sürekliliği”ni merkeze alan yaklaşımlar bu çalışmaların neredeyse ortak kuramsal çerçevesini oluşturmaktadır. Bu anlamda ortaya çıkan bu yeni literatürde sermaye taarruzuna karşı ortak kuramsal temel üzerinden bir tepki ve mücadele çağrısının hakim olduğunu söylemek mümkündür.

Yeni Kurumsal İktisat’ın yalnızca dünyadaki gidişat üzerinde değil iktisat tarihinde de hakim kuramsal yaklaşım haline gelmesi, Türkiye’de iktisat tarihi çalışmalarının 1990’lar sonrası seyrekleşmesi ile örtüşmektedir. İlginçtir, Yeni Kurumsal İktisat anlatısı üzerinden Osmanlı-Türkiye tarihi incelemeleri epey nadirdir. Örnek olarak sayabileceğimiz Timur Kuran’ın çalışmaları İslam Hukuku’nun zayıf mülkiyet hakları tanımlayarak piyasa ilişkilerinin gelişmesini ve iktisadi büyümeyi engellediğini vurgulamaktadır.[52] Diğer taraftan eski üretim tarzı tartışmalarının uzağında, Yeni Kurumsal İktisat’ın pürüzsüz iktisadi büyüme anlatısını sorgulayarak mülkiyet ilişkilerinin çatışmalı dünyasına tarihsel perspektifte (ağırlıklı olarak 19. yüzyıl Tanzimat sonrası gelişmelere) vurgu yapan çalışmalar ön plana çıkmaktadır.[53] 19. yüzyıl kırsal toplumlarını aşağı yukarı benzer perspektiften çalışan iktisat tarihçilerinin büyük çoğunluğu aynı zamanda Balkanlar ve Batı Anadolu’da büyük arazi mülkiyetinin iktisadi ve toplumsal dinamiklerdeki belirleyiciliğine dikkat çekmektedir ama bu yapının 20. yüzyıldaki evrimini incelememektedirler.[54]

Öte yandan, Türkiye’de 2000’li yıllarda sosyal bilimciler arasında genel olarak kimlikler/cemaatler/ azınlıklar üzerine yapılan araştırmaların artması ve özel olarak Ermeni meselesinin daha fazla araştırma konusu haline gelmesi ile “emval-i metruke” başlığı üzerine geniş bir literatür ortaya çıkmış, mülkiyet çalışmalarında yeni bir başlık açılmıştır. Son dönem Osmanlı İmparatorluğu ve Erken Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan ilgili yasal mevzuat ve uygulamalar mülksüzleştirme ve/veya sermaye transferi bağlamında değerlendirilmiştir.[55]

Toparlayacak olursak, Türkiye’de 19. yüzyılda büyük toprak mülkiyetinin hakimiyetini tespit edenlerle, 21. yüzyılda küçük toprak mülkiyetinin mücadelesini gözlemleyenler arasında kuramsal yaklaşım ve anlatı açısından bir kopukluk ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla güncel mülkiyet çalışmalarının 1990’lar öncesinde olduğu gibi uzun dönemli tarihsel analiz yapmaktan uzak olduğu, kendilerini dönemsel analizlerle (ya 19. yüzyıl ya da 21. yüzyıl) sınırlamakta olduğunun altını çizmek gerekir. Bu tür bir sınırlamanın bu çalışmaların çoğu zaman disiplinlerarası niteliğine de yansıdığı aşikardır; sosyoloji/siyaset bilimi/şehircilik araştırmaları kendini güncel ile, tarih/iktisat tarihi araştırmaları ise, sorunsalını güncelden alsa da, kendini güncel olmayanla sınırlamaktadır. Mülkiyet çalışmalarının güncel araştırma konuları çerçevesinde birbiriyle diyalog halinde eski tartışmalı (hatta polemikçi) günlerine dönmesi ve disiplin içi uzmanlaşmaları aşarak yine eskisi gibi disiplinler arası bir niteliğe kavuşması “parsel parsel bölünmüş” ve bunalım içerisindeki bir dünyada fikir ve nefesimizin açılması için gerekli görünüyor. Yoksa başka neyimiz kaldı ki?

 

DİPNOTLAR

[1] Bu dönüşümün tartışması için bkz. Alp Yücel Kaya, “Neoliberal Mülkiyet ya da Acele Kamulaştırma Nedir?”, Toplum ve Bilim, 111 (2011), 194-236.

[2] Stefan Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye (İstanbul: Gözlem Yayınları, 1974).

[3] Yön, 36 (22.08.1962), 4-5.

[4] Cahit Tanyol, “Şahsi Teşebbüs İmkanı”, Cumhuriyet (17.08.1962).

[5] Yön, 36 (22.08.1962), 5.

[6] Behice Boran, “Türkiye’de Burjuvazi Yok mu?”, Yön, 39 (12.09.1962), 8-9.

[7] Boran, “Türkiye’de Burjuvazi”, 8.

[8] Boran, “Türkiye’de Burjuvazi”, 9.

[9] Cahit Tanyol, “Türkiye’de Burjuva Meselesi”, Yön, 44 (17.10.1962), 6-7; Cahit Tanyol, “Türkiye’de Mülkiyet Meselesi”, Yön, 46 (31.10.1962), 7-8.

[10] Cahit Tanyol, “Türkiye’de Mülkiyet”, 7-8.

[11] Behice Boran, “Metod Açısından Feodalite ve Mülkiyet: Marksist Metod Nedir?”, Yön, 50 (28.11. 1962), 13; Behice Boran, “Metod Açısından Feodalite ve Mülkiyet: Osmanlılarda Mülkiyet Meselesi”, Yön, 51 (05.12. 1962), 13.

[12] Boran, “Metod Açısından Feodalite ve Mülkiyet: Marksist”, 13.

[13] Boran, “Metod Açısından Feodalite ve Mülkiyet: Osmanlılarda”, 13.

[14] Boran, “Metod Açısından Feodalite ve Mülkiyet: Osmanlılarda”, 13.

[15] Selahattin Hilav, “Asya-Tipi Üretim Biçimi Üzerine Açıklamalar”, Eylem (1.3.1965). Bkz. Selahattin Hilav, Felsefe Yazıları, 4. baskı (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008), 139-149.

[16] Hilav, Felsefe, 143.

[17] Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu (İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2010 [1967]).

[18] Cümle sırasıyla; Divitçioğlu, Asya, 28, 37, 37, 40, 54, 28.

[19] Kurthan Fişek, “Asya Feodalitesi ve Emperyalizm (Anadolu Toplumlarının Evrimi Üstüne Düşünceler)”, SBF Dergisi, 22 (1), 1967, (173-229) 218.

[20] Fişek, “Asya”, 219.

[21] Fişek, “Asya”, 177.

[22] Kurthan Fişek, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve İşçi Sınıfı (İstanbul: Doğan Yayınevi, 1969), 10-11.

[23] Yukardaki isimlere ek olarak ATÜT tarafında İdris Küçükömer, Stefan Yerasimos, Taner Timur, Asaf Savaş Akat, Çağlar Keyder-Huricihan İslamoğlu, feodal üretim tarzı tarafında Doğan Avcıoğlu, Muammer Sencer, Oya Sencer (Baydar), Mübeccel Kıray, Halil Berktay sayılabilir.

[24] Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1993 [1988]), 21.

[25] Oğuz Oyan, “Osmanlı İktisat Tarihi Üzerine”, 11. Tez, (8), 1988, 280-301.

[26] Şevket Pamuk, “Üretim Tarzı ve Karşılaştırmalı Tarih”. 11. Tez, (9), 1989, 277-282. Pamuk-Oyan tartışmasının bir başka versiyonu Chris Wickham ile Halil Berktay arasında aşağı yukarı aynı dönemde yürümüştür, mülkiyet tartışması yine ikincil planda kalmıştır (Chris Wickham, “The Other Transition: From the Ancient World to Feudalism” Past & Present, (103), 1984, 3-36; Chris Wickham, “The Uniqueness of the East”, The Journal of Peasant Studies, 12(2-3), 1985, 166-196; Halil Berktay, “The Feudalism Debate: The Turkish End – Is ‘Tax – vs. – Rent’ Necessarily the Product and Sign of a Modal Difference?”, Journal of Peasant Studies, 14 (3), 1987, 295-333.

[27] Muzaffer Erdost, “Türkiye Tarımında Hakim Üretim İlişkisi Üzerine”, Aydınlık Sosyalist Dergi, 13, Kasım 1969, (34-58) 43, 44-45.

[28] Korkut Boratav, “Tarımda Üretim İlişkileri Üzerine”, Proleter Devrimci Aydınlık, 15, Ocak 1970, 177-217.

[29] Boratav, “Tarımda”, 180.

[30] Çağlar Keyder, “Türk Tarımında Küçük Meta Üretiminin Yerleşmesi 1946-1960”, Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000), der. Şevket Pamuk ve Zafer Toprak içinde (Ankara: Yurt Yayınları, 1988).

[31] Keyder, “Türk Tarımında”, 167-169, 170.

[32] Oya Köymen, Kapitalizm ve Köylülük, Ağalar, Üretenler ve Patronlar (İstanbul: Yordam Kitap, 2008), 136-139.

[33] Oğuz Oyan, ”Le Développement du Capitalisme dans l’Agriculture de Turquie” (Thèse de Doctorat d’Etat ès Sciences Economiques, Université de Paris-I Panthèon-Sorbonne, 1978).

[34] Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük toprak ve servet sahiplerinin menkul ve gayrimenkul tasarruflarına devlet tarafından el koyma usulü olarak ortaya çıkan müsadere uygulamaları ve 1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ya da daha geniş bağlamda “toprak reformu”), kentsel imar planları ve gecekondulaşma mülkiyeti konu alan çalışmalar da diğer alt başlıklar olarak öne çıkmaktadır. Bu analizler üretim tarzı tartışmaları ve küçük meta üretimi tartışmalarının bazen açık bazen örtülü uzantıları olarak tartışma yürütmektedir.

[35] Fernand Braudel, La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II (Paris: Armand Colin, 1949), 642; Traian Stoianovich, “Land Tenure and Related Sectors of the Balkan Economy, 1600-1800”, The Journal of Economic History, 13 (4), 1953: 452-453.

[36] Bruce McGowan, Economic Life in Ottoman Europe: Taxation, Trade, and the Struggle for Land, 1600-1800, Cambridge: CUP, 1981, 137-141.

[37] Yuzo Nagata, Tarihte Ayanlar, Karaosmanoğulları Üzerine Bir İnceleme (Ankara: TTK, 1997), 95-105.

[38] Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi (İstanbul: Yordam Yayınları, 2007), 146-150.

[39] Halil İnalcık, “Çiftliklerin Doğuşu: Devlet, Toprak Sahipleri ve Kiracılar”, Osmanlı Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım, Ed. Ç. Keyder ve F. Tabak, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998), 20-22.

[40] Ömer Lütfi Barkan, “Çiftlik”, Türkiye’de Toprak Meselesi, (İstanbul: Gözlem Yayınları, 1980), 793-4.

[41] Çağlar Keyder, ““Giriş: Osmanlı İmparatorluğu’nda Büyük Ölçekli Ticari Tarım Var Mıydı?”, Osmanlı Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım, Ed. Ç. Keyder ve F. Tabak, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, 1-2.

[42] Tosun Arıcanlı, “19. Yüzyılda Anadolu’da Mülkiyet, Toprak ve Emek”, Osmanlı Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım, Ed. Ç. Keyder ve F. Tabak (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998), 134.

[43] Arıcanlı, “19. Yüzyılda”, 138.

[44] Halil İnalcık, “Tanzimat Nedir?”, Tarih Vesikaları (1941), 250

[45] Ömer Lütfü Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Çiftçi Sınıfların Hukuki Statüsü”, Türkiye’de Toprak Meselesi (İstanbul: Gözlem Yayınları, 1980 [1937]), 766.

[46] İsmail Hüsrev Tökin, Türkiye Köy İktisadıyatı (İstanbul: İletişim Yayınları, 1990 [1934]).

[47] Tökin, Türkiye, 134-135, 146-151, 194.

[48] Tökin, Türkiye, 139–140, 194–195.

[49] Tökin, Türkiye, 186–194.

[50]  Tökin, Türkiye, 176–181, 193–194. Coğrafi bölgelerdeki hakim mülkiyet ilişkileri üzerinden 19. yüzyıla dair benzer bir sınıflandırma ve analiz için bkz. Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820-1913) (İstanbul: Yurt Yayınları, 1984).

[51] Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları (İstanbul: Yordam Kitap, 2016 [1968]), 332-333.

[52] Timur Kuran, Yollar Ayrılırken, Ortadoğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslam Hukukunun Rolü (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2018).

[53] Bir kaç örnek vermek gerekirse Roger Owen (ed.), New Perspectives on Property and Land in the Middle East (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 2000); Huricihan İslamoğlu (ed.), Constituting Modernity: Private Property in the East and West, (Londra: I. B. Tauris, 2004); Martha Mundy, Governing Property, Making the Modern State: Law Administration and Production in Ottoman Syria (London: I.B. Tauris, 2007); Elias Kolovos (ed.), Ottoman Rural Societies and Economies, Halcyon Days in Crete VIIIth, a Symposium held in Rethymno, 13-15 January 2012 (Rethymnon: Crete University Press, 2015); E. Atilla Aytekin, “Agrarian Relations, Property and Law: An Analysis of the Land Code of 1858 in the Ottoman Empire”, Middle Eastern Studies, 45, (2009), 935-951; Yücel Terzibaşoğlu ve Alp Yücel Kaya, “19. Yüzyılda Balkanlarda Toprak Rejimi ve Emek İlişkileri”, İktisat Tarihinin Dönüşü: Dünyada ve Türkiye’de Yeni Yaklaşımlar ve Araştırmalar, Ulaş Karakoç ve Alp Yücel Kaya (derl.) içinde (İstanbul: İletişim Yayınevi, yayına hazırlanıyor).

[54] Antonis Anastasopoulos (ed.), Çiftliks in the Balkans and Western Anatolia, Halcyon Days in Crete X Symposium, Resmo, 12-14 January 2018 (Resmo: Crete University Press, yayına hazırlanıyor).

[55] Birkaç örnek vermek gerekirse: Nevzat Onaran, Emval-i Metruke Olayı, Osmanlı’da ve Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (İstanbul: Belge Yayınları, 2010); Taner Akçam ve Ümit Kurt, Kanunların Ruhu, Emvali Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek (İstanbul: İletişim Yayınları, 2012); Pınar Kaya Özçelik, “İlk Birikim Sorunsalı Bağlamında ve Türk Ulus Devletinin Kurulma Sürecinde Gayrimüslim Azınlıklar”, Praksis, 39 (2015), 45-102. Diğer taraftan Kürt-Ermeni coğrafyasının toplumsal dinamiklerini daha geniş bir perspektifte “toprak/tarım meselesi” üzerinden ele alan çalışmaların da 2000’ler sonrası artması söz konusudur, örnek olarak şu iki çalışma gösterilebilir: Yaşar Tolga Cora, “Osmanlı Taşrasında Ermeniler Üzerine Olan Tarihyazımında Sınıf Analizinin Eksikliği”, Praksis, 39 (2015), 23-44; Nilay Özok Gündoğan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908 Devrimi’ne ‘Çevresel’ Bir Yaklaşım: Devrim Sonrası Diyarbekir’de Köylü Arzuhallerindeki Toprak Anlaşmazlıkları,” Osmanlı Döneminde Diyarbekir’de Toplumsal İlişkiler (1870-1915), Joost Jongerden & Jelle Verheij (derl) içinde (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016).