Türkiye’de Siyasal Barışın Yüz Yıllık Koşulları

Halkların Demokratik Kongresi’nin açıkladığı demokratik özerklik bildirgesi, AKP’nin propaganda makinesinin gücü, devletçi refleks taşıyan AKP dışı politik konumlanışların her demokratik söze kapalılığı gibi nedenlerle içeriğine hemen hiç girilmeden, dolayısıyla tartışılmadan savaş makinesinin dişlilerinin arasına kondu.[1] Doksan üç yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kuruluşunun en ciddi meselesi olan Kürt meselesinin bir kez daha savaş makinesinin çarkına sokulması, binlerce insanın ölümü ve haklarının gaspı anlamına gelen bu suskunluğun uzun bir tarihi vardır. Fakat cumhuriyetin tarihinden daha kısadır. Gerçekte sınıflar, etnik unsurlar ve cinsiyet farklarıyla bir araya gelmiş bir siyasal topluluğun ‘tek’leştirilmesinin öyküsü olan Türkiye siyasal-anayasal tarihindeki kurucu istisna olan 1921 Anayasası; 1924’te kurulan, kendini 1961 ve 1982’de konsolide eden rejimin karşısında bugün de güçlü bir biçimde durmaktadır. Demokratik özerklik bildirgesi bunun yaklaşık bir asır sonra yeniden formülasyonundan başka bir şey değildir. Dolayısıyla cumhuriyetçilerin demokratik özerklik bildirgesinde ifade edilenlere karşı olmalarını anlamak bir açıdan zor, bir açıdan da kolaydır. Başta CHP olmak üzere, Türkiye’de cumhuriyetçiliğin sancaktarlığını yapanlar, birbirine karşıt iki cumhuriyetten birini seçmek durumundadır. Bu iki cumhuriyet, farklılıkların özgürce bir arada yaşamasını savunan, sınıfsal ve etnik olarak parçalı bir siyasal topluluğun demokratik varoluşunu temel alan -Türkiye tarihinde “1921 kuruluşu”na denk gelir- kuruluş ile sınıfsal, etnik ve cinsiyet farklılıkların reddine dayanan tekçi “1924 kuruluşu”dur. CHP, bu tercihte, 1924’ten bugüne süren tekçiliğin tarafında yer aldığında bugün AKP’nin elinde bulunan siyasal devlet mekanizmasını güçlendiren bir pozisyonu tutacağına ve tarih karşında böyle yargılanacağını bilmelidir.

Cumhuriyetin ikinci kuruluşuna ilişkin siyasal karar, 1920’de TBMM’nin açılmasından itibaren var olan rejimi açıklığa kavuşturan 29 Ekim 1923 tarihli Kanundur. Cumhuriyeti ilan eden kanun yaygın olarak bilindiği biçimiyle cumhuriyetin ilanı ile sınırlı değildir. Bu kanun aynı zamanda devletin dilini de Türkçe olarak ilan eder. Bunun gerisinde Kürtlerin Misak-ı Milli içinde eşit yurttaşlar olarak temsilini, hatta kendi kendilerini yönetme hakkını savunacak bir minvalde ilerleyen tartışmaların Lozan’da sonlanması vardır. Musul’un yeni ülkenin sınırlarının dışına çıkacağı belli olana kadar Türk Kürt ulusal sınırı savunusu geçerlidir. Lozan’daki en temel uyuşmazlık olan Musul meselesinde İsmet İnönü’nün söyledikleri bunu kanıtlamaya yeter. İsmet İnönü’nün, İngiliz temsilcisine gönderme yaptığı “İngiliz Hükümetinin yaptığının tersine, Türk Hükümeti, Kürtlere özerklik vermek isteğinde hiç de değilmiş” kinayeli ifadesiyle, Kürtlerin bir sömürge toprağında yaşamak yerine parlamentoda eşit söz sahibi oldukları, yönetimine katıldıkları bir devlette Türklerle birlikte yaşamak istediğini ve buna karar verdiğini belirtmiştir.[2] İlan edildiğinden itibaren Türk-Kürt ulusal sınırı[3] olarak kabul edilen Misak-ı Milli’den Kürdistan’ın parçalarının çıkması 1924’te kurumlaşan siyasal kararın temel nedeni olarak görülmelidir. Lozan Antlaşması’ndan 1924 Anayasası’na varan süreçte, cumhuriyetin kurucu ideolojisi olan halkçılık farklılıkların çatışmalı birliğini varsayan ve ezilenden yana olan bir ideolojinin tam karşında konumlandırılarak sınıfsal, etnik ve cinsel farklılıkları homojenleştirmeye dönük bir ideoloji haline getirilmiştir. 1924 Anayasası ve onun tekçiliğini esas alan Cumhuriyetin diğer iki anayasasının bu minvalde biçimlendiği aşağıda kurucu meclis tartışmaları ve Anayasa Mahkemesi kararları bağlamında sunmaya çalışacağım. Fakat öncelikle cumhuriyetin birinci kuruluşuna 1921 Anayasası ve onu doğuran siyasal karara bakmak gerek.

Cumhuriyetin Birinci Kuruluşu

Türkiye’de cumhuriyetin iki karşıt kuruluşu olduğu varsayımını destekleyecek temel tartışmalar kurucu kararlarda bulunabilir. Anayasayı, devlet örgütlenmesini ve temel hakları tanımlayarak iktidarı sınırlandırma görevi taşıyan bir metin olarak görmek yerine, bir siyasal topluluğun kurucu kararı olarak gören bir teorik yaklaşım[4] bu kurucu kararları analiz etmek için bir pencere işlevi görür. Bu pencerenin kurucu meclis tartışmalarına açılan kanadı ile kurulu iktidar için anayasal güvence olan Anayasa Mahkeme kararlarına açılan kanadına bakıldığında tekleştirmenin siyasal tarihi ve hukuku açık bir biçimde görülecektir.

Türkiye’de kurtuluş savaşının örgütlenmesi bakımından verilen temel karar Türk Kürt siyasal birliğine ilişkindir. Gerek Erzurum gerek Sivas Kongrelerinin birinci maddelerine bakıldığında bu açıkça görülür. Erzurum Kongresi’ni örgütleyen derneğin yazışmaları bunu tartışmaya yer vermeyecek biçimde ortaya koymaktadır.[5] Bu birliktelik önce döneme hakim olan ilk fikir olan Wilson’un liberal ‘ulusların özgürce gelişme hakkı’ bağlamında, emperyalistlerden umudun kesildiği 1920 başlarıyla birlikte de Lenin’in sosyalist ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ bağlamında düşünülmüştür. Bunun en önemli kanıtı Mustafa Kemal’in 1922’de Meclis Başkanı olarak bizzat imzaladığı talimattır:

  1. Tedricen bütün memlekette ve vasi mikyasta doğrudan doğruya halk tabakatının alakadar ve müessir olduğu surette idarei mahalliyeler ihdası siyaseti dahiliyemiz icabındandır. Kürtlerle meskûn menatıkta ise hem siyaseti dahiliyemiz ve hem de siyaseti hariciyemiz noktai nazarından tedricen mahalli bir idare ihdasını iltizam öngörmekteyiz.
  2. Milletlerin kendi mukadderatlarını bizzat idare etmeleri hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar idarei mahalliyeye ait teşkilâtlarını ikmâl etmiş ve rüesa ve mülteneffizanı bu gaye namına bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve reylerini izhar ettikleri zaman kendi mukadderatlarına zaten sahip olduklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talib olduklarını ilân etmelidir. Kürdüstandaki bütün mesainin bu gayeye müstenit siyasete tevcihi Elcezire cephesi kumandanlığına aittir.
  3. Kürdistanda Kürtlerin Fransızlar ve tabsisen Irak hududunda İngilizlere karşı husumetini müsellâh müsademe ile gayri kabili tadil bir dereceye vardırmak ve ecnebilerle Kürtlerin itilâfına mani olmak, tedricen mahalli idareler tesisi esbabını ihzar etmek ve bu suretle kalben bize merbuiliyetlerini temin etmek, Kürt rüesasının, mülki ve askeri makamatla tavzif ederek, bize merbuiliyetlerini tarsin etmek gibi hututu umumiye kabul olunmuştur.
  4. Kürdistan siyaseti dahiliyesi Elcezire cephesi kumandanlığı tarafından tevhid ve idare edilecektir. Cephe kumandanlığı bu bapta Büyük Millet Meclisi Riyaseti ile muhabere eder. Vilâyetler tarafından takip olunacak hattı hareketi tanzim ve tevhid edeceğinden rüesayı memurini mülkiyenin bu hususta mercii de cephe kumandanlığıdır.
  5. Elcezire cephe kumandanlığı, idari ve adli veya mali tadilât ve ıslâhata lüzum gördükçe bunun tatbikini hükümete teklif eder.

Elcezire cephesi kumandanı Mirliva Nihad Paşa Hazretlerine.

            Zata mahsustur.

            Büyük Millet Meclisi Reisi

            Mustafa Kemal[6]

Söz konusu siyasal karar ile 1921 Anayasası’nın bağlantısı ise Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey tarafından açıklıkla kurulmuştur. Hasan Hayri Bey, 1921 Anayasası’nın özerkliğe ilişkin maddelerinin görüşülmesine başlamadan hemen önce Kürtlerin siyasal birlikteliği için 1921 Anayasası’nın özerkliğe ilişkin maddelerin bir an önce geçirilmesini şart koşan bir konuşma yapar:

Efendim, dâvayı muhik ve meşruumuzun semere ve neticei kudsiyesini iktitaf için Meclisi âli iki mesele karşısında bulunuyor. Meselenin birincisi üç şartı ihtiva ediyor: Bu şartların da birincisi; sebat, ikincisi sebat, üçüncüsü yine sebattır. Meclisi âli öteden beri buna azmetmiştir, ikincisi de cephelerde çarpışan, cephelerde vatan uğrunda fedayi can eden din kardeşlerimize bir ihtiyat kuvvetiyle onlara yardım etmektir. Bunun için de bu ihtiyat kuvvetten; Meclisi âliniz emin olabilir ki; yirmi bin, otuz bin kişilik bir kuvvetin Dersimde mevcut olduğunu arzederim. Bu kuvvetin biran evvel kabili istimal bir hale getirilmesi iki şeye mütevakkıftır. Birincisi; bu halkçılık programını biran evvel hitama erdirerek tatbiktir, ikincisi: Eğer bunun müzakeresi biraz uzun sürecek olursa Meclisi âliye takdim ettiğimiz takririn Heyeti Vekileye havale edilmesiyle biran evvel bir neticei haseneye raptı hususudur. Bu iki şeyden hangisi olursa arkadaşlarımla beraber Heyeti âliyenize bu kuvvetin temin edileceğini vaat ediyorum.[7]

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı bağlamında biçimlenen bu siyasal karar 1921 Anayasası tartışmalarını da biçimlendirmiştir. Bu anayasanın özerkliğe ilişkin en önemli maddesi, anayasanın temeli olan birinci maddedir. Anayasa tarihimizde bir istisna olan bu madde. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu ifadesiyle yetinmez. İdare usulünün bizzat ve bilfiil halkın kendi kaderini belirleyebileceği ilkesine dayandığını söyler. İşte Anayasadaki özerkliğin bütün dayanağı budur. Halkın doğrudan idaresi. Bu idarenin realize olması için bugün HDP tarafından önerilmiş olan halkın doğrudan yasa yapması anlamına gelen halk inisiyatifi ve halkın onay hakkı önerileri Rousseaucu bir anlayışla Mesut Bey tarafından önerilmiş fakat bunlar erken öneriler olarak görülmüştür.

Birinci maddedeki halkın kendi kaderini doğrudan ve bizzat belirleme ilkesine dayanan idare bölümü tamamen demokratik özerk bir yönetime dayanır. Bu ilkeye dayanan ve taslaktaki tam özerklik ifadesinin bağımsızlık olarak anlaşılacağı gerekçesiyle değiştirilmiş olan özerklik sadece vilayetlere değil nahiyelere de verilmiş ve nahiye komün olarak anlaşılmıştır. Özerkliğin kapsamı oldukça geniştir: Eğitim, sağlık, ziraat, bayındırlık, sosyal yardım. Bu özerkliğin kullanılması da vilayet şuralarına bırakılmıştır. Şura sözcüğünün başta kullanılan Meclis sözcüğüne tercih edilmesinin nedeni de komşudaki İnkılabı Kebir ile Sovyet devrimiyle ilişkilendirilmelidir.[8]

Bu anayasa sadece Kürtlere değil, Türkiye’deki bütün halklara özerk ve doğrudan yönetim imkanı sağlayacak, devrimci cumhuriyetin sınıfsal ve etnik olarak parçalı ‘kamu’nun özgürce belirleneceği gerçek anlamda cumhuriyetçi bir temelde gelişmesinin zemini olacak bir temel olarak okunmalıdır. Bugün HDK tarafından gündeme alınan Demokratik Özerklik Bildirgesi’ne göre geri olmayan bu metnin Cumhuriyetçiler tarafından görülmemesi kabul edilebilir değildir. Türkiye halklarının onurlu barışını yüz yıl geciktiren gelişmeler, cumhuriyetin ikinci kuruluşu içinde ‘tekleştirme’ kavramıyla özetleyebileceğimiz anayasal kararlarla 1923’ün hemen ertesinde başlamıştır.

Cumhuriyetin İkinci Kuruluşu

Yukarıda Lozan tutanaklarından ve cumhuriyeti açıklığa kavuşturan kanunun anlamından çok kısaca bahsetmiştim. 1924 Anayasası’nı oluşturan siyasal kararın asıl olarak Lozan sonrasında Kürdistan’ın dört parçaya ayrılmasının ardından ortaya çıktığı kanaatini savunmak için birçok neden var. Ama kesin olan 1923 sonlarında parçalı ve çatışmalı bir halk gerçeğini tekçi bir ulusa indirgemeye dönük siyasal kararın biçimlendiğidir. Mustafa Kemal’in Halk Partisi’ni kuracağını açıkladığı 1922 Aralığından itibaren kademeli olarak gelişen bu anlayışın ideolojik temeli halkçılığın tekçi yorumuna geçilmiş olmasıdır. Artık zengin-fakir, Kürt-Türk, kadın-erkek ‘tek’ olan Türk ulusu içinde anlam kazanacaktır. Bu kadarla kalmaz. Birinci Meclisin feshine giden gelişmeler Mustafa Kemal’in bütün Meclisi belirleyeceği, parti devletine doğru gidişi de ortaya koyar. Olayların ayrıntısına girmeden Tekçi düzenin temel dayanak noktalarını göstermekle yetineceğim.

Birinci Meclisin feshinin ardından oluşan ve neredeyse sadece Mustafa Kemal’in onayladığı adayların girebildiği Meclis, ikinci kuruluşun temelini atmıştır. 1924 Anayasası bu kuruluşun bedenidir. Anayasa Türkiye Devleti’nin Türklerin olduğunu açıklığa kavuşturmuş, Vatandaşlığa ilişkin maddeye ruhunu veren Hamdullah Suphi’nin ifadesiyle ‘Sünni Hanefi Türk özkardeşliği’ kimlik olarak belirlemiştir.[9] 1924 Anayasası’nı yapanlar özerkliğe ilişkin hükümleri hiç tartışmadan kaldırmışlar ve bugünkü tekçi kuruluşun temellerini atmışlardır. 1921’deki Türkiye halklarının kendi kendini yönetmesine ve demokratik birlikteliğine dayanan kuruluş terk edilerek dışlayıcı ve tekçi bir kuruluş yerleştirilmiştir.

Cumhuriyetin ikinci kuruluşunun bu temeli düşünüldüğünde 1961’in tuhaf tartışması anlam kazanacaktır: Tartışma iki kurucu meclis üyesinin arasında geçmektedir: Kürt bölgesinden gelen Abdülhadi Toplu milliyetçiliğin anayasaya girmesini savunurken ilginç bir yorum yapmıştır:

Ben %80’i Kürtçe konuşan bir bölgenin çocuğuyum. Bu bölgenin halkı, Türk olmakla iftihar ediyor. Biz ekalliyet fikrini şuurumuzda yaşatmıyoruz, beyler. Biz Lozan Antlaşması sınırları içinde bir, beraber ve hür bir Türkiye’ye inanıyor ve Türklüğümüzle iftihar ediyoruz. Bu bakımdan burada çıkıp bizim adımıza ittihadı anasır davası çıkarmak asla doğru değildir.[10]

Buna Tarık Zafer Tunaya’nın verdiği yanıt Cumhuriyetin asimilasyoncu politikasının hangi derinlikte işlediğine çok iyi bir örnektir:

Toplu arkadaşımız, Güneyde, yaşadığı yeri ve gezdiği diğer vilayetleri ifade ederek bahsettikleri husus hakkında hiç kimsenin bu konuda bir iddiaya sahip olduğu işitilmemiştir. Bilhassa beynelmilel alanda kendi kendine idare (self determination) şeklinde anlaşıldığı ve infiratçılığa yol açacağı için bunun konmasını istemediğimizi söyledik. Abdülhadi Toplu arkadaşımız belki bilirler, yabancı bazı kitaplarda, Güney-Doğu hudutlarımızdan Diyarbakır’a kadar bir kısım topraklarımızla İran, Irak ve Suriye’nin bir kısmını içine alan bir harita çizilerek burada ayrı bir milletin varlığından bahsederler. Biz bu mesele üzerinde durmak istedik. Toplu arkadaşımızın mensup bulunduğu bölgenin gençlerini gayet iyi tanırım… Onların böyle bir iddiaları yok. Fakat bir Anayasa gelecek yıllar için değil, gelecek nesiller için yapılır.[11]

Nesiller için yapılan söz konusu 1961 Anayasası’nı, tekçiliği her satırında uç noktaya taşımış olan 1982 Anayasası takip etmiş ve bu her iki anayasa döneminde 1961 Anayasası ile kurulmuş olan Anayasa Mahkemesi’nin verdiği parti kapatma kararları özellikle Kürt partilerine yönelik bir rejimi kurumsallaştırmıştır. Bu rejimi özetleyen tipik karar HEP’in kapatılmasına ilişkin karardır. Karar, 1924’ten itibaren kurumsallaşan tekçiliği açıklamaya gerek kalmayacak şekilde sergiler:

Anayasa’daki ulus bütünlüğü, ilkesinden uzaklaşıp, Türk ve Kürt ulusları ayrımına gidilemez. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, bir devlet ve bir ulus vardır. Bir devlette, birden çok ulus olamaz. Türk ulusu içinde değişik kökenli bireyler olsa da hepsi Türk yurttaşıdır. Tarihsel bir gerçek olan Türk Ulusu olgusu yerine ırkçılığa dayanan ayrılıklar ve Türk vatandaşlığı niteliğini değiştiren savlar geçersizdir. Anayasa, bölgeler için özerklik ve özyönetim yöntemlerine-biçimlerine kapalıdır. Kimi siyasal nedenlerle dış etkenlerden kaynaklanan, kimi varsayım, yorum ve bahanelere dayanan, insan hakları ve özgürlük savlarıyla yoğunlaştırılan sakıncalı amaçlara geçerlik tanınamaz. Devlet “TEK”dir, ülke “TÜM”dür, ulus “BİR” dir.[12]

Sonuç

Bu kısa yazıda, çok daha kapsamlı bir çalışmada geniş bir çerçevede yürüttüğüm bir tartışmanın temel varsayımlarını sunmaya çalıştım. Amacım, Hişyar Özsoy’un Ayrıntı Dergi’nin bu sayısında yer alan röportajında da benimsediği, aslında cumhuriyet tarihçiliği ve anayasacılığında yaygın olan 1921 Anayasası’nın bir savaş istisnası olduğu görüşüne karşı, bu anayasanın özerkliğin çalışır bir siyasal makine olarak cumhuriyetin kurucu iradesince tasarlandığını ortaya koymaktı. Cumhuriyetin iki kuruluşu arasındaki mücadele; 1921 ile 1924 arasındaki mücadele sürmektedir. Siyasal bir barışın yüz yıl öncesine varan koşullarının açıkça ortaya konduğu bu anayasa, Türkiye’de sadece Kürtler açısından değil, bütün ezilenler açısından doğrudan demokrasinin sesi olması itibariyle Gezi’nin sesidir de.

 

DİPNOTLAR

[1] Bu yazı, ‘Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve dinamik Cumhuriyet Kavrayışı’ başlıklı doktora tezime dayanmaktadır.

[2] Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar, Belgeler, Takım 1, C. 1, Kitap 1. AÜSBF Yayınları, Ankara 1973, s. 347-348. Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’nın Konferans’taki bu konuşmasından bir hafta önce 16/17 Ocak’ta İstanbullu gazetecilerle yaptığı ve Kürtlerin Teşkilatı Esasiye Kanunu kapsamında özerk olarak kendilerini yöneteceğine ilişkin kısmı dikkate alındığında İsmet Paşa’nın burada ne ifade etmek istediğine açıklık kazandırmaktadır.

[3] Amasya Görüşmeleri’nin ikinci protokolü ülkenin sınırını Türk-Kürt ulusal sınırı olarak çizmekte ve Kürtlerin serbestçe gelişim hakkının tanındığını, ayrılıkçılığa meyledebilecek Kürtlere bunun duyurulması gerektiğini kabul etmektedir. Bu metnin ulusların kendi kaderine tayin hakkına gönderme yapan kısmı yokmuş gibi davranılması siyasal birliğin 1924 sonrası başlayan etnik homojenleştirilmesine paraleldir. Örneğin protokollerin metnini veren Heyet-i Temsiliye Kararları adlı eser -metnin bundan sonraki üç sayfasının defterden koparılmış olduğunu belirterek ‘serbest gelişim hakkı’ ifadesini metinde vermemiştir. Baykal, Bekir Sıtkı, Heyeti Temsiliye Kararları, s. 26.

[4] Carl Schmitt Anayasa Öğretisi başlıklı eserinde bu yaklaşımı geliştirmiştir.

[5] Bu yazışmaların içeriği Ermenilerin bölgede herhangi bir egemenlik hakkı elde etmelerini engellemek için “Anadoluluların” özelde de Türklerin ve Kürtlerin birleşmesini sağlamaya dönüktür. Erzurum Müdafaai Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin gönderdiği ilk telgraf Trabzon ve Erzurum’un birbirinden ayrılmazlığı argümanıyla ırki, dini tarihi birlik ve beraberliğe dayanmaktadır. Trabzon’dan gelen yanıt “…Cenab-ı Hakk’ın inayetine ve yekdiğerine süver-i adîde ile merburiyetlerini her zaman izhar eden Anadoluluların azm-ü sebatına” dayanmaktadır. Erzurum’dan gelen ikinci telgraf ise meseleyi açıklığa kavuşturur: “…Vilayat-ı Şarkiye’deki hukuk-ı mukaddese-i İslamiye’nin müdafaa ve muhafazası vazife-i tarihiye ve milliyesi, “kan, tarih ve din iştirakıyle yekvücut olan Türk ve Kürt’e teveccüh ettiği”ni belirterek kurtuluşun bu iki unsurun birleşmesinde aranacağını işaret etmektedir. Belgeler için bakınız, Kırzıoğlu, Fahrettin, Bütünüyle Erzurum Konferansı Cilt I, s. 53-57; Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi, s. 230-232.

[6] TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. 3, 22.7.1922, s. 551.

[7] TBMM ZC, D.1,  C.6, 07.12.1920, 260. Hasan Hayri Bey’in siyasi yaşamı, aktarılan ifadelerle birlikte düşünüldüğünde cumhuriyetin iki kuruluşu bakımından önemlidir. Birinci Meclis’te Türkler ile Kürtlerin birliğini, her sırası geldiğinde vurgulayan ve bizzat Mustafa Kemal tarafından teşvik edilen Hasan Hayri Bey’in İkinci Meclis’e girememesi için çaba sarf edilmiş ve İkinci Meclis’e Dersim halkının desteğine rağmen girememiştir. Hasan Hayri Bey, 1925 Kürt İsyanı ile ilişki kurmuş, Kürt bağımsızlığı için örgütlenen Azadi üyesi olmuş, “asilerle işbirliği yapmak” ve “cumhuriyet aleyhinde olmak” iddiasıyla İstiklal Mahkemesi’nce yargılanmış, 23 Kasım 1925’te idam edilmiştir. Göldaş, İsmail, Takrir-i Sükun Görüşmeleri, s. 214-219.

[8] Ayrıntı Dergi’nin 6. Sayısında yer alan ‘Rejimi Adandırmak’ adlı yazıda belirttiğim gibi bu anayasayı yapan I. TBMM’nin İslamcı olarak sunuluşu AKP’nin ideolojik bir hamlesidir. Birinci Meclis ‘Biz Allah’ın yetkilerini bu meclise verdik’ diyecek kadar laik bir meclistir.

[9] 1924’ün vatandaşlık kurgusunun sonrasına göre daha ilerici olduğunu söylenmiştir. Bunun nedeni 1961 ve 82’deki ‘Türk’tür’ ifadesinin yerinde 1924’te ‘Türk denir’ ifadesinin yer almasıdır. Ne yazık ki bu ifadenin anayasada yer alması ırkçı bir gerekçeye dayanır. Bu gerekçe ‘Ermenilerin, Rumların Türk olamayacağı’dır.

[10] Öztürk, Kazım,13 Cilt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1966, s. 1044.

[11] A.g.e., s. 1053.

[12] E. 1992/1. K. 1993/1. K.G. 14.07.1993. R.G. 18.08.1993.