Türkiye’de İslam ve sol/sosyalizm ilişkisi, 2000’li yıllarda görülmeye başlamıştır. Bu ilişki, diğer Müslümanların çoğunlukta yaşadığı ülkelerle kıyaslanınca görece geç kalmış bir deneyimdir. Bu geç kalmada, Türkiye’nin 1945-1980 yılları arasında yaşanan Soğuk Savaş döneminde Batılı, yani kapitalist, bloktan yana tavır almasının etkisi yadsınamaz. Bu süreçte, İslam ve sol/sosyalizm birbirine düşman şekilde kodlanmıştır. Bu yazıda, öncelikle genel olarak İslamcılık ideolojisinin çerçevesi çizilecek, akabinde 1945-1980 yılları arası İslam ve sol ilişkisi/çatışması ele alınacaktır. Son olarak ise, 1980 sonrası İslam-kapitalizm ve 2000’lerdeki İslam-sol/sosyalizm ilişkisi tartışılacaktır.
I.
İslamcılığın bir ideoloji olarak kurgulanması 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başına tekabül eder. Cemaleddin Afgani ve onun öğrencisi Muhammed Abduh, İslam’ı Müslümanları mobilize edebilecek bir ideolojiye dönüştürmüşlerdir. Aslında İslam’ın ideolojiye dönüşme sürecinde temel etken, Batılı devletlere duyulan tepkidir zira o dönemde Müslümanların çoğunlukta yaşadığı devletlerin neredeyse tamamı Batılı devletlerin sömürgesi konumundadır. İslamcılık, Batılı devletler karşısında Müslümanların çoğunlukta olduğu devletlerin geri kalmasını sorgulamış; onların bağımsızlığını kazanmalarını ve Batı’ya karşı üstünlük elde etmelerini amaçlamıştır. Dolayısıyla İslamcılık, ortaya çıkış süreci incelendiğinde, Batı’ya tepki duyan anti-emperyalist bir ideolojidir. Batıya olan bu tepkinin aynı zamanda Batı’nın ekonomik sistemi olan kapitalizme karşı olması da beklenir. Hatta İslamcılığın, Batı’nın ekonomik sistemine karşı çıkışı temsil eden sosyalizmle de iyi ilişkiler kurması beklenir zira her ikisi de ortak düşman olan Batı’ya karşı mücadele yürütmektedirler. Nitekim bu durum, İslamcılığın çıkış sürecinde yaşamış olan Hintli İslamcı Müşir Hüseyin Kidvai tarafından da dile getirilmiştir. Kidvai (2017, s. 38-40), özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin sosyalizmin üç ana ilkesi olduğunu belirtir ve Kuran’ın da bu üç ana ilkeyi temel aldığını ileri sürer. Ona göre, İslam özünde demokratik bir din olup birçok sosyalizan kanun koymuş; Peygamber Muhammed de, bunları kendi döneminde uygulamıştır. İslam-sol/sosyalizm ilişkisini, hem Ortadoğu’da hem de Afrika’da birçok devlet “İslam sosyalizmi” adı altında Soğuk Savaş sürecinde temel ideoloji olarak benimsemiştir. Bunların en ünlüsü, Abdülnasır’ın Mısır’ıdır. Bununla birlikte Türkiye’de İslamcılık, sağ ile ilişkilenmiştir. Sağ ile ilişkilenmesinde Soğuk Savaş süreci temel etken olmuştur.
II.
Soğuk Savaş’ın yoğun bir şekilde yaşandığı dönem 1945-1980 yılları arasıdır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası; Truman Doktrini, Marshall yardımları ve en son NATO’ya girerek “tutsak dünya”ya karşı “hür dünya”da yerini almıştır. “Hür dünya”nın temel ideolojisi ise literatüre McCarthyism olarak da geçen anti-komünizmdir. Anti-komünizm, Soğuk Savaş sürecinde iktidara gelen hükümetlerce yoğun bir şekilde uygulanmıştır. Anti-komünizm, Türkiye’de hem Türk sağını oluşturan hem de yeri geldiğinde bir araya getiren kurucu ötekidir. Anti-komünist politikalar toplumu sağcılaştırmaya yönelik bir işleve de sahip olmuştur (Cesur, 2016, s. 51). Türk sağındaki bu anti-komünizm, anti-sol temellidir. Başka bir ifadeyle, solun her rengi Türk sağının anti-komünist politikalarının gadrine uğrayacaktır. Türk Sağının Üç Hali’nden (Bora, 2009) biri olan İslamcılık da (diğerleri; muhafazakârlık ve milliyetçilik), bu süreçte kendisini anti-komünizm üzerinden kurmuştur. Üstelik İslam komünizme karşı mücadelede temel unsur olarak kurgulanır.
Soğuk Savaş sürecinde, İslam ve sol/sosyalizm birbirine karşıt şekilde kodlanmıştır. Bu süreçte, İslam aracılığıyla sosyalizm ötekileştirmeye çalışılır. Şerif Mardin (2014, s. 169-170), bu topraklarda eskiden beri “en ciddiye alınan radikalizm şeklinin din aleyhtarlığı” olduğunu belirtir. Türk sağı da, komünizmle mücadelede komünizmi din karşıtı göstererek ötekileştirmeye çalışır. Bu süreçte çıkan İslamcı dergiler incelendiğinde, komünizmin İslam karşıtı bir ideoloji olduğu sık sık dillendirilir. Ayrıca, belirtilmelidir ki, Soğuk Savaş sürecinde neşredilen sağ dergiler incelendiğinde, bu dergilerin olmazsa olmaz özelliklerinden biri sık sık komünizmi eleştirmeleridir. Bu durumu, birkaç yazıyla örneklendirilelim. İslam Dünyası adlı derginin 27 Şubat 1953 tarihinde çıkan 49. sayısındaki “Din ve Komünizm” başlıklı yazıda, Müslüman bir kişinin komünist olamayacağı, komünizme azıcık inandığı andan itibaren de Müslüman kalamayacağı belirtilir. Dönemin önde gelen İslamcı dergisi Sebilürreşad’da da, benzer şekilde, konu ele alınır: Mart 1949’da çıkan 34. Sayısındaki “Kızıl Tehlikeye Karşı Din ve Ahlâk Cephesi” başlıklı yazıda komünizmin girdiği yerde kök salabilmesi için ilk taarruzunu başlıca düşmanı olan dine yaptığının malum olduğu vurgulanır ve dolayısıyla komünizme karşı özellikle gençliğin din ve ahlâkının güçlendirilmesi gerektiğinin altı çizilir. Yine aynı derginin Temmuz 1948 tarihli 9. sayısında, dünyanın komünizm tehlikesi ile karşı karşıya olduğu belirtilir ve komünizmin korktuğu yegâne cephenin ise İslam kalesi olduğu öne sürülür. İslam’ın da en kuvvetli memleketinin Türkiye olmasından dolayı komünizmin bütün kuvvetini Türkiye’ye yönelttiği yazıda belirtilir. Derginin bu yazısında, eğer Türkiye komünizme yenilirse, bütün İslam aleminin yenileceği ima edilir ve komünizmle mücadelede Türkiye’ye özel misyon yüklenir. Sebilürreşad’ın aynı sayısında, komünizme karşı dinî kuvvetlerin seferber ve işbirliği halinde olması gerektiği belirtilir ve buna yönelik Amerika’da düzenlenen ve Türkiye’yi temsilen Hamdullah Suphi Tanrıöver’in katıldığı “Dinlerarası Konferans”a uzun uzun yer verilir. Dönemin diğer önemli dergisi İslam’ın 1965 yılındaki nüshalarında Dr. Fehmi Cumalıoğlu, “İslam Komünizmin Panzehiridir” adlı bir yazı dizisi kaleme alır. Bu yazı dizisinde, komünizm ve İslam arasında anti-nomi kurulur. Başka bir deyişle birinin olduğu yerde diğerinin yaşamayacağı bir ilişki oluşturulur. Üstelik bu anti-nomi seçim meydanlarında da sıkça kullanılır. Sözgelimi, Süleyman Demirel, 1965 seçimleri öncesinde yaptığı konuşmalarda, “Ülkenin %98’nin Müslüman olması sebebiyle komünizmin bu ülkeye giremeyeceğini” belirtir.
İslam ve sol/sosyalizmin karşıt olarak kodlandığı bu süreçte, İslamcılar da dâhil olmak üzere Türk sağı, komünizme karşı düzeni savunmuştur. Düzenden kasıt ise, “din, aile ve mülkiyet”tir. Başka bir ifadeyle son kertede, Türk sağı, komünizme karşı kapitalizmi savunur. Üstelik bu savunmada, gerektiğinde saldırıya geçmekten de çekinilmemektedir. Nitekim Kanlı Pazar, Türk sağının solculara karşı düzeni savunmak adına saldırmasının acı bir örneğidir. Kanlı Pazar, 16 Şubat 1969 günü Dolmabahçe’de demirlemiş 6. Filo’yu protesto etmek isteyen solculara milliyetçi-muhafazakâr kesimden bir grubun saldırmasıyla gelişen hadiselerdir. Saldırı sonrası Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürülür ve birçok kişi de yaralanır. Mehmet Şevki Eygi, Bugün gazetesindeki “Kalkın ey ehl-i İslâm, davranın” başlıklı yazısında “komünizm küfrüne karşı derhal silahlanılması” gerektiğini, İslâm’da askerliğin mecburi olduğunu dolayısıyla her Müslümanın ezanları susturmaya çalışan komünistlere karşı mücadele etmesi gerektiğini belirtmiş ve Kanlı Pazar’ın kışkırtıcılarından olmuştur. Ayrıca, saldırıyı organize edenler arasında Türk sağının üç halini de barındıran şemsiye örgütler; Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Millî Türk Talebe Birliği vardır. Kanlı Pazar, Türkiye’de İslam ve sol birlikteliğine giden süreci sekteye uğratmış zira İslamcılar ve solcular iki düşman kampta konumlanmış ve aralarında çatışma meydana gelmiştir.
Milliyetçi-muhafazakâr kesim içerisinde Kanlı Pazar’a açıktan tavır alan kişi Nurettin Topçu’dur. Topçu, Kanlı Pazar sonrası, Hareket dergisinin Mart 1969’daki sayısında, Kanlı Pazar’ı kınar ve “İslâm dinini kendi nefisleri ile hırsları için böyle şuursuzca alet yaparak Amerikan donanmasına yaranırcasına” savaşanları şiddetli bir şekilde eleştirir.[1] Topçu’nun Kanlı Pazar’a tavır almak dışında, İslam ve sol ilişkisi açısından kendine has bir yeri vardır. Topçu, 1945-1980 yılları arasında, milliyetçi-muhafazakâr kesimde sola açık neredeyse tek düşünürdür. Topçu komünizmi, enternasyonal, materyalist ve Anadolu kültürüne uzak olması sebebiyle çirkef çukuru olarak eleştirir. Sosyalizmi ise, Ahlâk Nizamı adlı eserinde, özel mülkiyetin kamusallaştığı, sınıfsal eşitsizliğin ortadan kalktığı dayanışmacı bir sistem olarak tanımlar ve İslam’ın üzerine bina ettiği “Ruhçu sosyalizmi” savunur. Topçu’nun bu “aykırı duruşu”, milliyetçi-muhafazakâr kesimde tepkilere yol açmış; sözgelimi, Büyük Doğu dergisi 24 Kasım 1964 tarihli sayısında Topçu’nun “İslamiyet’le sosyalizmi evlendirme çabasını” eleştirmiştir. Topçu’nun tezleri, günümüzde İslam ve sol ilişkisini savunanlar için zemin oluşturabilir niteliktedir. Topçu’yu kenara koyarsak Türk sağı ve aydınları, Soğuk Savaş boyunca, genel olarak, sosyalist, sol, demokrat insanları/yapıları; kısaca solun her rengini komünizm düşmanlığı içerisinde değerlendirmiş ve kriminalize etmiştir. Öyle ki, CHP dahi komünizm sepetine konulmuş; Ortanın Solu politikasının son kertede komünizme hizmet ettiği ileri sürülmüştür.
Toparlayacak olursak, Soğuk Savaş süreci boyunca anti-komünizm İslamcıları sağcılaştırmış ve Türk sağı içerisinde konumlanarak komünistlere karşı mücadele etmesine zemin hazırlamıştır. Türk sağı, komünistleri “mutlak kötü” olarak kodlamış ve onlara karşı düzenin (kapitalizmin) bekçisi olmuştur. Bu süreçte de, devletle işbirliğine de gitmişlerdir. Dolayısıyla 1945-1980 yılları arasında, Müslümanların çoğunlukta olduğu Ortadoğu ve Afrika ülkelerinin bir kısmında “İslam sosyalizmi” deneyimi yaşanırken, Türkiye’de ise, İslamcılar ve solcular iki ayrı kampta yer almış dönem dönem de çatışmışlardır. Özellikle İslamcıların anti-komünizm çerçevesinde sağcılaşması; düzenin/kapitalizmin bekçiliğini üstlenmeleri ve sola düşmanca tavır almaları, İslam ve sol terkibin ertelenmesine sebebiyet vermiştir.
III.
1980 öncesi süreçteki İslam ve sol/sosyalizm arasındaki “düşmanlık”, 1980 sonrası süreçte yerini “mesafeye” bırakmıştır. Ayrıca, 1980 öncesi İslamcılar, sola karşı düzeni savunmak gerekçesiyle kapitalizmi savunmuş olmakla birlikte, İslam ve kapitalizm arasındaki ilişkinin tam olarak kurulması, 1980 sonrası sürece tekabül eder ki zaten İslam-kapitalizmin terkibinin karıldığı noktada, ona koşut olarak İslam-sol/sosyalizm terkibi gündeme gelecektir.
12 Eylül sonrası neoliberalizm, askerî diktatörlük altında hegemonik hale getirilir ve bu süreçte İslam ve kapitalizm arasındaki ilişki gelişmeye başlar. Türkiye’de İslam-kapitalizm terkibinin harcının karılması husunda Turgut Özal’ı anmak gerekir. Özal, 1980 sonrası Türkiye’nin girdiği küreselleşme ortamında serbest piyasa ve İslami ahlâk arasında bir bağ kurmuştur. Bu mantığa göre, serbest piyasa İslam’da daha iyi işlemekte ve Batı’daki kadar acımasız olmamaktadır (Taşkın, 2007, s. 302). Ayrıca, Özal’ın sarfettiği “zengin bir Müslüman fakir bir Müslümandan daha iyidir” cümlesi, dönemin anlayışını ortaya koymaktadır. Özal, muhafazakâr kitlelere kentlileşme, orta sınıflaşma yolunu açmış, onları yeni sağ değerler ve piyasayla buluşturmuştur (Taşkın, 2007, s. 295). Bu buluşmadan İslamcı kapitalist işinsanları çevresi doğmuştur. Bu çevre 1990’larda Erbakan’ı, 2000’lerde ise Erdoğan’ı desteklemiştir. Patrick Haenni’nin (2011) “Piyasa İslamı” dediği süreç Türkiye’de bu şekilde başlar. Bu, aslında sol-İslamcılığa giden sürecin de başlangıcıdır. Neoliberal politikalara uyum sağlayan İslamcılar’ın bir kanadı zenginleşerek “Piyasa İslamı”nı doğururken, diğer bir kanadı ise “sol-İslam”ı temsil edecektir. Müstakil İşadamları Derneği (MÜSİAD) adı altında kendi sermaye kuruluşlarını kuran İslamcılar, 90’lar boyunca yükselişe devam ederler. Ayrıca MÜSİAD’ın mantığını anlayabilmek için kurucu başkanı Erol Yarar’ın şu sözleri bizi aydınlatacaktır: “Elhamdülillah patronum; biz Müslümanlar, artık bir hırka-bir lokma değil, bin hırka-bin lokma istiyoruz”.
Bununla birlikte İslam ve sol ilişkisi, 1990’larda değil, 2000’lerde İslamcı bir iktidarın yönetiminde deneyimlenmeye başlanacaktır. Bunda, 1990’ların ikliminin de etkisi vardır. 28 Şubat sürecinde, İslamcıların üzerinde baskı kurulması, İslam’ın sınıfsallaşmasına izin vermeyecek, baskı şartlarında Piyasa İslamı ve sol-İslam, gönülsüz de olsa yan yana durmaya devam edecektir. İslamcılar içindeki asıl ayrışma, 2000’lerde; AKP yönetimiyle birliktedir.
IV.
İslamcı bir tandansa sahip AKP iktidarı, 28 Şubat’ın sonrasındaki süreçte, İslamcılara alan açmıştır. Bu alan açma, ilerleyen süreçte İslamcılar içerisinde sınıfsal ayrışmaya gidecek süreci başlatacaktır. AKP’nin Piyasa İslamı’ndan rahatsız olan bazı İslamcılar buna itiraz edecektir. Piyasa İslamı genel olarak “sermaye”ye vurgu yaparken, sol-İslamcılık ise, “emeğe” vurgu yapacaktır. Sol-İslamcılıkla ilgili belirtilmesi gereken temel husus, bu akımın İslami temelli olmasıdır ki sol-İslamcılığın ana kitlesi İslamcılardır. Dolayısıyla sol-İslamcılık, genel olarak, bazı İslamcıların sol değerlere yönelmesiyle ortaya çıkmıştır. Ana kitleyi İslamcıların temsil ettiği bu akımda, tek tük bazı solcular (Cem Somel, Zeki Kılıçarslan gibi) yer almıştır. Kabaca bu şekilde çerçevesini çizebileceğimiz sol-İslamcılığın Türkiye’deki seyri 2000’lerle başlar.
İslami çevreden AKP’nin neoliberal Piyasa İslamı’na ilk itiraz 2006’nın sonunda Ertuğrul Günay ve Mehmet Bekaroğlu’nun başını çektiği Yeni Siyaset Girişimi’nden gelir. Yılların CHP’lisi Günay ile yılların İslamcısı Bekaroğlu’nun siyaset yapmak için bir araya geldiği bu oluşum basında “Müslüman-Sol Hareketi” olarak bilinir. Hareket, üyeleri tarafından finanse edilen bir parti kurmayı hedefler ve kimlik siyasetini kenara koyup insanların özgürlüğünü, güvenliğini ve ekmeğini garanti altına alan vaatler çerçevesinde siyasi çizgisini belirler. Kısaca eşitlik, adalet, farklılık ve özgürlük vurgusu yapılır. Ancak bu girişim, Ertuğrul Günay’ın AKP’ye geçmesiyle sonuçsuz kalır. Bekaroğlu’nun 2009 Yerel Seçimleri’nde SP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adaylığı sürecinde, sosyal adalet temelli bir siyasi hat izlemesi, Piyasa İslamı’na ikinci itiraz şeklinde yorumlanabilir. Ancak sol-İslamcılığın Piyasa İslamı’na karşı en çok ses getiren çıkışı, HAS Parti deneyimidir.
HAS Parti, sol-İslamcılığın partileşmesini simgeler. Numan Kurtulmuş’un başını çektiği ekip, SP içerisinde yaşanan anlaşmazlık sonucu, partiden ayrılarak 2010 yılında HAS Parti’yi kurar. Parti, program itibariyle sosyal adalet temelli bir oluşumdur. Programında, günümüzde siyasetin tahakküm ve çıkar amaçlı kullanıldığını dile getirmiş, çıkar ve kimlik yerine, “Herkese özgürlük, herkese adalet ve refahın hakça bölüşümü” merkezli bir siyaset anlayışını savunduklarını belirtmiştir. Ayrıca üretim sürecinde emeğin birincil, sermayenin ise ikincil faktör olduğu vurgulanmış, üretim sürecinde yer almasına bağlı olmaksızın, toplumda üretilen refahtan ve var olan servetten tüm toplum bireylerinin pay sahibi olduğunun altı çizilmiştir. Kürt meselesi, işsizlik, yoksulluk, azınlık hakları gibi konular partinin eğildiği temel meseleler olmuştur. Partinin programı ve izlediği siyasi hat incelendiğinde bu girişim, İslamcılığın, bir kanadının da olsa, sağcılıktan koptuğunu ve sol bir İslamcı çizginin parti düzeyinde yapılabileceğini gösterir. Ayrıca, Cem Somel, Zeki Kılıçarslan gibi solcuları da bünyesinde barındırarak, hem sol değerleri savunmuş hem de İslamcıların ve solcuların birlikte siyaset yürütebileceği bir merkez olmuştur. Bu, HAS Parti’nin ayırt edici noktasıdır. Bununla birlikte, Erdoğan’ın davetiyle, parti kendisini fesh etmiş ve AKP’ye katılmıştır. Ancak, Mehmet Bekaroğlu, Hayri Kırbaşoğlu, Cem Somel, Zeki Kılıçarslan, Cihangir İslam gibi şahsiyetler AKP’ye geçmemiş ve sol-İslam hattını sürdürmeye çalışmışlardır. Hayri Kırbaşoğlu, HAS Parti siyasi tecrübesinin başarıya ulaşamamasında birinci dereceden sorumluların sosyalist, Alevi veya Süryani üyelerin olmadığını, sorumluların, çoğu Millî Görüş geleneğinden gelen ama AKP içinde kendilerine yer bulamadıkları için HAS Parti’de fırsat kollayan, fakat iktidara giden treni kaçıran bu gibiler için AKP’nin bir “ek sefer” düzenlemesiyle, bu trene binmede hiç tereddüt etmeyen sözüm ona İslamcılar olduğunu belirtmiştir. Kırbaşoğlu’nun da sözlerinden anlaşılacağı üzere, HAS Parti, sol-İslamcı bir hatta siyaset yürütmekle birlikte tabanı bu görüşte değildir. Daha çok, Numan Kurtulmuş ismi etrafında toplanmış bir grup İslamcıdan oluşmuş bir kesimdir. Parti yönetiminin politikalarıyla hem kendi tabanını dönüştürmeye ve sol-İslamcı bir çizgiye çekmeye hem de daha geniş kitlelere ulaşmaya çalıştığı iddia edilebilir. Ancak buna ulaşamadan parti kendisini fesh etmiş ve AKP’ye katılmıştır. 2011 yılı şartları düşünülünce, HAS Parti’nin kapatılmasına çok fazla tepki gelmemiştir. Bu da, sol-İslamcılığın dar bir kitleye hitap ettiği gerçeğini ortaya koyar. Bununla birlikte, HAS Parti’nin yarattığı iklimde Emek ve Adalet Platformu (EAP), Antikapitalist Müslümanlar (AKM) gibi sol bir İslamcılığı savunan gruplar ortaya çıkmıştır.
Sol-İslamcılığın iki tarz-ı siyasete sahip olduğu iddia edilebilir. Birincisi, Mehmet Bekaroğlu çizgisine yakın, entelektüel yönü ağır basan ve sosyal demokrat bir çizgide olan EAP; ikincisi ise İhsan Eliaçık’a yakın, eylem yönü ağır basan ve sosyalist bir çizgide olan AKM’dir.
EAP, temel slogan olarak “kula kulluğa ve sömürüye karşı” ifadesini benimsemiştir. Adını da, solun özel önem atfettiği “emek” ve İslamcıların vurguladığı “adalet” kavramlarının bir araya gelmesinden alır. Dolayısıyla bu platformla amaçlanan, İslamcılarla solcuların ortak çatı altında hareket edebileceği bir yapı kurmaktır. Platform, kendi web sitesinden yayınladığı İlkeler’inde kendisine amaç olarak şunları benimsemiştir: “Her türlü haksızlık ve zulme karşı verilen toplumsal adalet mücadelelerine katkı sunmak ve bu mücadeleye omuz veren farklı kişi, grup ve kurumlar arasındaki düşünsel ve eylemsel temassızlığı kırmaktır”. Dolayısıyla EAP, İslamcı ve solcu mahalleler arasında geçişkenliği sağlama amacında olmuştur. Ortak değerler etrafında farklı kesimden insanları bir araya getirme amacında olan bu platform, ara ara okuma grupları, konferanslar, söyleşiler düzenlemektedir. Ayrıca, “entelektüelliğe” odaklanmanın yanı sıra, pratiğe yönelik olarak; zaman zaman eylemler düzenlemektedirler. Odaklandıkları konular ise, emekçiler, özellikle taşeron işçiler, yoksullar ve evsizlerdir. İslam-kapitalizm ilişkisini eleştiren eylemlere de imza atmışlardır. EAP, sıradan ve marjinal olmayan dikkat çekici eylemlerde bulunmaya gayret etmektedir. Platform’un en ses getiren eylemi, 2011 yılının Ağustos ayında yapılan “Lüks Otel Önü İftarları”dır. Bu eylemle Taksim’deki lüks otellerin önüne sofralar serilerek iftar açılmış ve lüks otellerde asgari ücret fiyatına iftar açılması eleştirilmiştir. “Oruç Kapitalizmi, Kapitalizm Orucu Bozar”, “Ağzınızın Tadını Bozmaya Geldik” gibi pankartlar açılmıştır. Sonraki yıllarda da bu eylemleri farklı boyutlarda devam ettirmişlerdir. Bu iftarlar, aynı zamanda, 2013 yılında AKM tarafından düzenlenen Yeryüzü Sofraları’nın da öncüsüdür. Bunun dışında, evsizlere, taşeron işçilere dikkat çeken eylemler düzenlemişlerdir. Son dönemde, “Barış İçin Akademisyenler” bildirisine imza attığı için işinden ihraç edilen akademisyenleri destekleyen bir basın açıklaması düzenlemişlerdir. Ayrıca, EAP’nin bazı üyeleri veya bu yapıya yakın kişiler de KHK ile işten atılmıştır.
Sol-İslamcılığın diğer tarzını temsil eden oluşum AKM’dir. “Allah, ekmek, özgürlük” düsturunu benimseyen AKM, EAP’ye göre daha popülerdir ve radikal kanadı temsil eder. İsimlerini 2012 yılında 1 Mayıs İşçi Bayramı’na katılarak duyurmuş ve popüler olmuşlardır. Genellikle solcuların mekânı olarak bilinen 1 Mayıs İşçi Bayramı’na İslami menşeli bir grubun katılması oldukça dikkat çekmiş ve AKM, o süreçten sonra popüler olmuştur. 2012 1 Mayıs’ından sonraki süreçte, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin mirasını reddetmek –yukarıda belirtildiği üzere özellikle Kanlı Pazar’ın- maksadıyla Kapitalizmle Mücadele Dernekleri adı altında örgütlenirler ve temel metinleri olan “Antikapitalist Müslümanlar Manifestosu”nu yayınlarlar. Bu metinde, kapitalizme itirazlarını belirtirler: Kapitalizmi, Allah’ın, insanlığın, doğanın, yoksulun, açın, mahrumun düşmanı olarak kodlarlar. Ayrıca kapitalizmin yanı sıra sınıflı topluma “Lailaheillallah”, yani Allah’tan başka hiçbir egemen tanımama çerçevesinde karşı dururlar. Kapitalizme ve sınıflı topluma karşı mücadele ederken de sol/sosyalist gruplarla bir araya gelmeye meyillidirler. İhsan Eliaçık ve eserleri, bu grubun örgütlenmesinde önemli rol oyar. Eliaçık, sol bir İslamcılık tarzının Türkiye’deki ideoloğu olarak ünlenmiştir. AKM, 1 Mayıs’lara katılmasıyla ünlenmiş olmak birlikte, esas olarak Gezi Parkı sürecinde ve akabinde düzenlediği “Yeryüzü Sofraları”yla ön plana çıkacaktır. AKM’nin Gezi Parkı protestolarına katılması, bu eylemlerin “din karşıtı” olduğu tezini çürütmesi açısından ve böylece Gezi’nin “dindar-dindar karşıtı” bir çizgiye çekilmesini önlemede önemli rol oynar. Bu grup Gezi’nin önemli bir rengi olur. Bir Antikapitalist Müslüman’ın Gezi devam ederken, sosyal medya hesabından “ezan okunuyor alana gitmeliyim” sözlerini paylaşması onların İslam’ı sol bir şekilde yorumladığını ve yaşadığını gösterir. Eliaçık (2013, s. 195-197), “Gezi: Ütopik Parkta 19 Gün” isimli yazısında, Gezi Parkı’nda polisin ve hiyerarşinin olmadığını, yemenin-içmenin, revirin, kütüphanenin ücretsiz olduğunu, herkesin ihtiyacından fazlasını verdiğini, flamaların, bayrakların çoğulculuğu temsil ettiğini belirtir. AKM, Yeryüzü Sofraları’yla Gezi ruhunun devam ettirilmesine katkı sağlar ve Ramazan’ı farklı kesimden insanların hep birlikte karşıladığı bir eylem biçimine dönüştürür. Gezi ile birlikte AKM, iktidarın menziline girmiş; başta Erdoğan olmak üzere iktidar ve yandaşları, AKM’yi karalayan söylemlerde bulunmuşlardır. Öyle ki Eliaçık, bu süreçte “mürted” ilan edilmiştir. Bununla birlikte AKM, Gezi sonrası süreçte popülaritesini kaybetmiş ve kendi içinde birkaç kere bölünmüştür. Bu bölünmelerin de verdiği havayla, günümüzde neredeyse hiç gündeme gelmeyen; söylem ve faaliyet üret(e)meyen bir AKM söz konusudur.
V.
Sol-İslamcılık, özellikle neoliberal politikaların etkisiyle 1980 sonrası dönemde ortaya çıkmış bir akımdır. İslami kesim içerisinde sınıfsallaşmayı temsil eder. En büyük özellikleri, sağ’dan farklı olarak sol bir İslamcılığın olabileceğini göstermeleridir. Temel özellikleri, “sermaye” yerine “emeğe” vurgu yapmalarıdır. Eleştirilerini de kapitalizme yöneltmekte ve anti-otoriter duruş sergilemektedirler. Ayrıca ana akım İslamcılığa göre, kadına daha fazla yer ve değer vermekte ve eşcinsellik konusunda da, ana akım İslamcılardan daha ileridirler. Sol-İslamcılar, amaçlarına ulaşmak için solcularla ittifak kurmaktan çekinmemektedirler. Özellikle, Soğuk Savaş sürecinde birbirine düşman olarak kodlanan İslamcılar ve solcular, sol-İslamcılık akımıyla birlikte, bir kısmı da olsa, 2000’lerle birlikte ortak hareket edebilmektedirler.
Sol-İslamcılık, günümüzde çok fazla gündeme gelememekte ve siyaset üretememektedir. Sol-İslamcılık için önemli bir merhale olan HAS Parti deneyimi çok kolay harcanmıştır. Mehmet Bekaroğlu, CHP’ye geçmiş ve oradaki ilk döneminin aksine, CHP’nin politika yapım sürecine katıl(a)mamakta ve dolayısıyla pasif bir konumdadır. Eliaçık ise, yeni söylem üretmekte zorlanmakta ve “marjinal” bir görüntü çizmektedir. Kimi sol-İslamcılar dahi Eliaçık’ı bazı söylemlerinden dolayı artık ciddiye almamaktadırlar. EAP, mütevazı bir şekilde varlığını sürdürse de, daha çok “entelektüel” faaliyetlerde bulunması ona pasif bir yapı görüntüsü vermektedir. Ayrıca platform, kitleselleşmekten ziyade kadro yetiştirmek derdinde gibidir. AKM ise sönümlenmiş bir hareket görüntüsü vermektedir. Hareket, adeta saman alevi gibi bir dönem parlamış ve ortadan kaybolmuştur. Bunda, üzerinde mutabakat sağlanan derinlikli bir programın olmamasının da etkisi vardır. Sol-İslam siyasi hattını bu gibi noktalarda eleştirirken, onlar üzerindeki baskıyı ve genel olarak ülkenin içinde bulunduğu durumu da göz önüne almak gerekir. Türkiye’de son yıllarda, bırakalım küçük grupları, HDP gibi bir partinin bile siyaset üretmesine izin verilmediği bir iklim söz konusudur. Bu şartlarda, dar bir kesime hitap eden İslam’ı soldan yorumlayanların siyaset yapamaması normaldir. Nitekim kimi sol-İslamcılar da, ülkenin içinde bulunduğu şartlardan dolayı, “büyük” partilerde siyaset yapmayı tercih etmişlerdir. Bekaroğlu’nun CHP’de, Ayhan Bilgen’in Cem Somel’in de HDP’de siyaset yapmaları buna örnektir. Ayrıca, ülkedeki bu baskı sol-İslamcılara da doğrudan yönelmiş durumdadır. Eliaçık’a Kayseri Kitap Fuarı’nda “allahsız, dinsiz” sloganları ile saldırılması, AKM aktivistlerinden Zeynep Duygu Ağbayır’ın tutuklanması ve kimi sol-İslamcı veya ona yakın kişilerin KHK’larla ihraç edilmesi bu baskılara örnektir.
Sol-İslamcılık, siyasetin kamplaştığı dönemlerde kendisine alan bulamayan ya da gelişmesine izin verilmeyen bir akımdır. Sol-İslamcılık, Türkiye’de “gri alan”i temsil etmektedir. Siyasetin kutuplaştığı şartlarda, insanlar “gri alandan” ziyade, geleneksel çizgilerine dönmekte veya ehven-i şer de olsa, başka parti(ler)yi desteklemektedirler. Ayrıca, bu dönemlerde siyaset daraldığı ve genellikle siyah-beyaz şeklinde kodlandığı için “gri alan” siyasette yer bulamamaktadır. Sözgelimi siyasetin kutuplaştığı Soğuk Savaş şartlarında, sol-İslamcılığın esamesi bile okunmamış, günümüzde ise, sol-İslamcılığı savunanlar AKP gibi bir iktidara karşı, “gri alanda” siyaset yapmak yerine HDP ya da CHP’de siyaset yürütmeyi tercih etmişlerdir. Dolayısıyla, Türkiye’de sol-İslamcılık gerçek kitlesine ancak siyasetin ve toplumun rutin seyrinde devam ettiği şartlarda ulaşabilir.
Sol-İslamcılık, İslami cenah arasında söylem üstünlüğüne sahiptir zira AKP’ye yakın İslamcılar, “entelektüel” üretim yapmaktan ziyade, iktidarı savunmaya ve hâkimiyeti devam ettirmeye yönelmişler dolayısıyla “yol, köprü, havalimanı yaptık” demenin dışında herhangi düşünsel çıktı ortaya koy(a)mamışlardır. Sol-İslamcılar ise, eleştirilerine devam etmekte, “iyi bir toplum” için mücadele etmektedirler. Ayrıca, İslamcılığı içine girdiği “iflas”tan çıkarma ihtimaline sol-İslamcılar ve onlara çok da uzak olmayan Mücahit Bilici, Mehmet Efe, Edip Yüksel, Dücane Cündioğlu, Cihan Aktaş, Alev Erkilet, Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi yeni muhalif İslamcı entelektüeller sahiptirler ve bunlar İslamcılık için “yeni söz” söyleyebilirler. Tüm bu üstünlüğüne rağmen sol-İslamcılık, hala AKP ve onun Piyasa İslamı’na alternatif olamamıştır. Ayrıca AKP’nin İslam’ı kullanarak insanlara zulmettiği ve İŞİD’in İslam adına kafa kestiği şartlarda, toplum İslam’ın bütün renklerine karşı tavır alabilir. Dolayısıyla AKP’nin ve İŞİD’in bagajı, sol-İslamcılığın da omuzlarına yüklenme ihtimalini barındırmaktadır.
Sonuç olarak sol-İslamcılık, AKP’nin “Piyasa İslamı” aracılığıyla kitleleri mağdur ettiği ve yolsuzluğa battığı şartlarda dahi bir imkân sunamamış ve alternatif olarak belirmemiştir. Bu da, sol-İslamcılığın başarısız olduğunu ortaya koymaktadır.
DİPNOTLAR
[1] İleride anacağımız Antikapitalist Müslümanlar da Kanlı Pazar’a karşı net tavır almıştır.
Kaynakça
Bora, T. (2009). Türk Sağının Üç Hali. İstanbul: Birikim Yayınları.
Cesur, E. (2016). Komünizmle Müdele Dernekleri Türk Sağında Antikomünizmin İnşası. İstanbul: İletişim Yayınları.
Eliaçık, İ. (2013). “Gezi: Ütopik Parkta 19 Gün”, Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler, Özay Göztepe (Der.), Ankara, Notabene Yayınları, s: 195-198.
Haenni, P. (2011). Piyasa İslamı -İslam Suretinde Neoliberalizm-, Çev: Levent Ünsaldı, İstanbul, Özgür Üniversite Kitaplığı.
Kidvai, S. M. (2017). İslam ve Sosyalizm. (S. Çelik, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Mardin, Ş. (2014). Siyaset ve Sosyal Bilimler. İstanbul: İletişim Yayınları.
Taşkın, Y. (2007). Anti-Komünizmden Kürelleşme Karşıtlığına Milliyetçi Muhafazakâr Entelijansiya, İstanbul, İletişim Yayınları.