Türkiye’nin Alt-Emperyalizm Macerasının Finaline Doğru?

1990’larda siyaseti, toplumu, akademik çalışmaları ve medyayı saran küreselleşme söylem ve tartışmalarından sonra, 2001 Afganistan ve 2003 Irak işgalleriyle birlikte emperyalizm tekrar akademik ve günlük siyasal söylemlerin konusu oldu; ama 1970’lerin kavramlarından olan alt-emperyalizm kavramı, bu iki ana tartışma konusunun gölgesinde kaldı. Oysa, 2000’lerden itibaren yarı-çevre olarak tanımlayabileceğimiz Brezilya, Güney Afrika, Türkiye gibi ülkelerin kendi yakın çevrelerini de aşan ekonomik ve askeri yayılma çabaları alt-emperyalizm tartışmalarının önem kazanmasına yol açmıştı. Bu önemli konu Türkiye’de az sayıdaki akademisyen tarafından ele alındı, Türkiye’nin dış ve güvenlik politikası analizlerinde akademik anaakım Realizm ağırlığını sürdürürken, siyaseten muhalefet partileri ise değil bu türden bir tanımlamlama üzerinden hareket etmeyi, AKP hükümetinin milliyetçi çizgiye oturmuş bu politikasının arkasında durdular.

Emperyalizm ve Alt-emperyalizm

Emperyalizm dinamik bir nitelik taşır ve kapitalizmin küresel gelişimiyle birlikte yeni içerik kazanarak dönüşür. Bu yüzden her bir tarihsel dönemde yeniden tanımlanması gerekir. Emperyalizm kavramı özündeki bazı unsurları korumakla birlikte günümüze gelinceye kadar farklı şekillerde tanımlanmıştır ve bu maddi ilişkilerdeki dönüşümün getirdiği bir zorunluluk olmuştur. Klasik emperyalizm döneminde, yani 1870’lerden Birinci Dünya Savaşına kadarki dönemde, merkezi emperyalist devletler kendi aralarında bir paylaşım mücadelesine girmişlerdir ve bu da iki büyük savaşa neden olmuştur. Bu dönemde Hobson, Hilferding, Lenin, Buharin, Luxemburg gibi isimler kaçınılmaz olarak emperyalizmi incelerken, kapitalizmin o dönemdeki işleyişine, tekelleşme olgusuna, merkezi kapitalist ülkelerin yayılmasına, bunun içteki işçi sınıfı üzerindeki etkilerine ama özellikle paylaşım mücadelelerine yoğunlaştılar. Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi, merkezi kapitalist ülkelerin dünyayı paylaşması ve bunun yarattığı çatışmayı temel alan Leninci emperyalizm teorisiyle açıklamak mümkün olmamış, bu yüzden Neo-Marksist ve Bağımlılık Okulu gibi yaklaşımlara ihtiyaç duyulmuştur. En basitleştirilmiş şekliyle emperyalizm erken kapitalistleşmiş merkez ülkelerin daha az gelişmiş ülkeler üzerinde, finansal, yatırım, doğal kaynaklar vb yolla elde ettikleri artı değeri yine merkeze aktardıkları ve bunun için gerekli olan askeri/siyasal araçları kullandıkları uluslararası bir iktisadi sömürü mekanizmasıdır. Temelinde kapitalizmin yayılma, yeni alanlara açılma, pazarlar elde etme, üretim maliyetlerini azaltma, doğal kaynakları işletme, el koyma gibi ihtiyaçları yatar. Bu zorunluluk merkezi kapitalist şirketler arasında rekabet yaratır ve bu siyasallaşarak devletler arası gerilim görünümünde kendisini gösterir. Emperyalizmin bu özelliği, kapitalizmin doğasından kaynaklanır ve dünya sistemindeki derin dönüşümlere rağmen değişmemiştir.

Kapitalizmin 1960’lardan itibaren aldığı yeni biçim sonucu tamamlayıcı kavramlara ihtiyaç duyulmuştur. Bunlardan biri Brezilyalı iktisatçı Ruy Marini’nin 1965’te ortaya attığı “alt-emperyalizm” ile I. Wallerstein’in, daha önce ortaya attığı merkez-çevre kavramına ek olarak geliştirdiği yarı-çevre kavramıdır. Adından da anlaşılabileceği gibi, bu kavramlar küresel kapitalist sistem içinde nüfus, ekonomik gelişme ve coğrafi konum gibi özellikleriyle öne çıkan bazı Üçüncü Dünya ülkelerinin hem merkez hem de çevre ülkelerinin özelliklerini taşıdığı, bulundukları bölgelerdeki çevre ülkeleriyle merkez ülkeler arasında aracı bir rol oynadıkları, bu rol sayesinde sistemin daha etkili çalışmasını sağladıkları, bunun yanında yine bölgesel jeopolitiğe katkıda bulundukları anlaşılmıştı. 1970’lerin koşullarında alt-emperyalist bir ülke, bir yanda kendi ekonomik gelişmesinde belli aşamalar kaydetmiş, askeri güce sahip ve aynı zamanda emperyalist merkez ile bölgesel konularda uyumlu hareket eden ama kendi özerk alanını da inşa eden ülke tipiydi ve buna uygun ülke sayısı çok azdı. Marini’nin de işaret ettiği gibi Orta ve Latin Amerika’da bir tek Brezilya bu rolü oynayabilirdi. ABD 1970’lerde “çifte sütun” adını verdiği bir politikayla İran ve Suudi Arabistan için böyle bir rol öngördü ve Körfez’in güvenliğini bu iki müttefiğine devretti. Ne var ki, İran İslam Devrimi bu politikanın çok kısa ömürlü kalmasına neden oldu.

Troçki’nin de çok önceleri ortaya koyduğu gibi kapitalizm eşitsiz ve birlikte büyütür. Lenin’in sözünü ettiğinin aksine kapitalizm tekelleşme sürecine ve en üst aşamaya gelmeden de, her aşamada yayılma eğilimi gösterir. Basitleştirirsek yalnızca devasa sanayi üretimindeki, finans alanındaki şirketler değil, simitçi, dönerci, dondurmacı, perakendeci bile yeterli sermaye birikimi sağladığında yerelden ulusala oradan bölgesele ve mümkünse küresele doğru bir yayılma eğilimine girer. Bu genel eğilim doğrultusunda 2000’lerden itibaren küresel sistemde kapitalizmin yayılmasıyla ve küreselleşme olgusuyla birlikte, 1970’lerde Brezilya’nın konumuna gelen ülke sayısında bir artış yaşandı. Bu yüzden kapitalizmin bu gelişme dinamiğine bakmak gerekir. 2000’lerden itibaren küreselleşmenin de etkisiyle çevrede büyüme hızla yükselişe geçti. Türkiye gibi ülkelerin ihracatlarındaki sanayi ürünlerin payı artmaya başladı. Tüketimin ve iç pazarın büyümesi bu ülkelerdeki şirketlerin güçlenmesini sağladı. Bu ülkeler kendi çaplarında sermaye ihraç edebilecek konuma geldiler. Bu süreçte iktisadi açıdan iki önemli gelişme rol oynadı. İlki emek yoğun ve çevreyi kirleten sektörler giderek çevre ülkelere kaydırıldı, Batı merkezi, sermaye yoğun yüksek teknolojili ürünlere ve finansa yöneldi. İkinci olarak özellikle 2008 krizinden sonra ABD tarafından uygulanan parasal (miktarsal) genişleme politikasıyla düşük faizle dolara ulaşma imkanı arttı. Bu gelişmelerin soncunda örneğin, Ülker grubu önce Belçika’nın dünyaca ünlü Godiva şirketini, ardından İngiliz dev gıda şirketi United Biscuits’i satın alabildi. OYAK önce İngiltere’nin British Steel şirketiyle ilgilendiyse de Portekiz’de Avrupa’nın en büyük çimento fabrikalarından birini aldı. Bugün Koç, Sabancı, Yıldız holding her biri sırasıyla 15-20 civarında ülkede yatırıma sahipler. Bu arada Hindistan’ın Tata otomotiv şirketi İngilizlerin Jaguarı’nı, Çinli Geely, Volvo’yu satın aldı. Brezilya’nın Embraer şirketi, Airbus ve Boeing’in ardından kısa/orta mesafeli yolcu uçağı üreten dünyanın üçüncü büyük üreticisi haline geldi. Brezilya şirketleri ABD’de şirket almaya başladılar. Soğuk Savaş döneminde güney ülkeleri arasındaki bağlar merkez üzerinden işlerken, günümüde bu ülkeler arasındaki yatay iktisadi ilişkiler dahil güçlenmeye başladı. Örneğin, Brezilya, G. Afria ve Hindistan IBSA adını verdikleri bir platform kurdular. Yine bu ülkelerin hemen hepsinde iç hava ulaşımı katlanarak arttı, Ortadoğu’da Türkiye, Afrika’da Nijerya, Latin Amerika’da Brezilya, Güney Asya’da Hindistan film ve dizi üretim merkezleri oldular. Hindistan bir yılda çekilen film sayısında ABD’yi geçti. Bu örnekler küresel ekonomi politikteki dönüşümü göstermesi açısından tekil ama dikkat çekici göstergeler. Geçmişte, gelişmekte olan ülkeler, 1990’larda yükselen piyasalar, 2000’lerde ise Küresel Güney bu ülkelere yönelik tanımlamalar oldu. Sonuçta “kırılgan beşli”ye dönüşseler de bunun küresel sistemde son 20 yılın en dikkat çekici gelişmelerinde biri olduğunu belirtmek gerek.

Bu gelişmeye bir de küresel jeopolitikteki iki önemli dönüşüme dikkat çekmek gerekir. Çin’in yükselişiyle birlikte önemli dönüşümlerinden biri oldu. Jeopolitik açıdan Rusya’nın daha çok kendi bölgesinde ve Kafkaslar, Karadeniz ve Doğu Akdeniz havzasında siyasal ve askeri etkinliğini artırması ve daha önemlisi Çin’in küresel kapitalist ekonomiye kendi terimleriyle entegre olması sonucu güçlenmesi ve bunun da küresel sistemi dönüştürmeye başlaması, yeni bir hegemonya krizi yaratmaya başlamasıydı. Yeni güç merkezlerinin ortaya çıkması, Batı sistemi içinde yer alan yalnızca alt-emperyalist rolü oynayan ülkeleri değil örneğin Pakistan, Sri Lanka gibi ülkelere de dış politika ve ekonomik ilişkilerde alternatif yaratma imkanı sağladı.

Alt-emperyalizm tartışmalarıyla ilgili bir diğer konu da devlet kapasitesiyle ilgilidir. Alt-emperyalist ülkelerin bu rolü oynayabilmeleri için belli bir güce ve devlet kapasitesine sahip olmaları gerekir. Yani, ABD ya da kapitalist merkez karşısında özerkliğe sahip olamayacak kadar zayıf devletler bu rolü de yerine getiremezler. Örneğin, ABD Ortadoğu bölgesinde, kendisine doğrudan bağımlı olan Ürdün’e alt-emperyalist bir rol atfedemezdi. Yine İsrail’in gündemi farklıdır ve yapabilecekleri çok sınırlıdır. Hem coğrafi konum, hem diğer güç bileşenleri açısından Türkiye geniş bir coğrafi alanda ABD açısından, bu rolü yerine getirme konusunda çok daha işlevseldir ama karşılığında da, birçok alanda Türkiye ile pazarlığa oturması gerekir. Yine, Latin Amerika’da bu rolü, örneğin Uruguay ya da Peru yerine getiremez. Bunun için en uygun ülke Brezilya’dır. Burada alt-emperyalistlerin sistem karşıtı olmadığını ama zaman zaman “sistem dışı” gündemlerini oluşturmaya çalışırlar. Burada en fazla sistem içindeki ekonomik konumlanışı aşan, daha yukarıda bir bölgesel nüfuz arayışı görülebilir. Bunun izini Türkiye’nin dış politikasından sürebilmek mümkündür.

 

Alt-emperyalist ülkenin ayırıcı özelliği bölgesel konularda sorumluluk alacak, merkezin yükünü hafifletebilecek siyasal, ekonomik ve askeri işlevleri yerine getirebilecek bir kapasiteye sahip olmasıdır. Türkiye’deki algılamanın aksine ABD için bu türden ülkelerin zayıf değil, sistem içinde kalmak koşuluyla güçlü ve istikrarlı olması tercih edilir. Bu yüzden ABD’nin eksen ülke (pivotal state), bu ülkelerin kendilerine bölgesel güç, eleştirel literatürün ise yarı-çevre (iktisadi) ve alt-emperyalist (siyasi/askeri) dediği bu ülkelerin ABD karşısında belli bir pazarlık güçleri vardır. Bu kavramın ortaya atıldığı 1970’lerden bu yana bu ülkelerin dış politikada özerklikleri artmaya başlamıştır. Bunda da iki gelişme rol oynamıştır. İlki geçmişte olduğu gibi Sovyetler gibi bir alternatif ülke yoktur ve onun temsil ettiği sol tehdit olmaktan çıkmıştır. İkincisi bu ülkeler küreselleşme sürecinde kapitalizme daha derinden bağlanmışlardır. Dolayısıyla, dış politikalarındaki özerklikleri yapısal olarak sistem içi kalmaktadır. Ters bir mantık olmakla birlikte, sisteme derinden bağlandıkça özerklikte artış olmaktadır çünkü kapitalizmden kopma ihtimali azalmıştır. Tabii, 2010’lardan itibaren Çin’in yükselişi ayrı bir sorun yaratmıştır ama bu ülkelerin çoğu bu durumun farkındadır ve bazen Çin bazen Rusya’yı yalnızca dengeleyici olarak kullanmaktadırlar. AKP yönetimi de Çin meselesinin ABD açısından taşıdığı önemi gayet iyi bilir ve 2010’daki hava savunma füzesi alma denemesi sırasında ABD’den gelen tepkiyi gördükten sonra bir daha bu tür stratejik yoklamalardan uzak durmuştur. 2000’li yıllar boyunca Meksika Castenada doktrini ile dış politikasını ABD ekseninden kurtarıp çeşitlendirmeye girmiş, Suudi Arabistan Çin, Rusya gibi ülkeler dahil dış politikasına yeni bir yön vermeye başlamıştı. Hatta, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ABD bağımlı küçük emirliklerin özerk hareket etmelerinin altında yatan yapısal neden gidecek başka yerlerinin olmamasıdır.

Yine bu gelişmenin küresel sonuçları açısından baktığımızda bu ülkeler dış politikada elde ettikleri özerkliklerini anti-emperyalist, sistem karşıtı bir rol için değil küresel emperyalist paylaşımdan daha fazla pay almak ve bazı güvenlik sağlayıcı faaliyetler için kullanıyorlar. Örneğin Türkiye Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya bölgelerini ekonomik olarak domine etmeye çalışırken, Brezilya Afrika’yı kendi “Ortadoğusu” olarak görüyor, madencilik yatırımları başta olmak üzere bölgeye angaje oluyor, mamül ürün satıp hammadde alıyor. Dolayısıyla, zaman zaman kullandıkları sistem karşıtı dile rağmen bu ülkelerin temelde anti emperyalist olmak gibi bir sorunları yoktur çünkü hem sermaye hem de siyaset ve bürokrasi kesimleri bu düzenin parçalarıdır ve bir yönüyle merkeze bağımlıdırlar. Aynı sorun BRICS ülkeleri için de dile getirilmiş ve bu ülkelerin varolan küresel sistemi daha adil bir şekilde dönüştürmek yerine, kendilerine daha fazla pay alma çabasında olmakla eleştirilmişlerdir.

Bu özerkleşme çabasına rağmen, burada önemli bir noktayı eklemek gerek. Bu ülkelerde ekonomik büyüme olurken üç şey değişmedi. Merkezi kapitalist ülkeler ile yarı-çevre bu ülkeler arasındaki ekonomik gelişmişlik farkı azalmadı. İkinci olarak bu ülkelerin içlerindeki ekonomik eşitsizlik büyümeyle orantılı olarak arttı. Üçüncü olarak da, siyasal ve askeri müdahelelerin yönü yine kuzeyden güneye yönelik olmaya devam etti. Eğer alt-emperyalizmden söz ediyorsak bağımlılık ilişkisinin sürdüğünü ima ettiğimiz anlamına gelir.

Türkiye’nin alt-emperyalist konumuna ve aktivitesine baktığımızda, Marini’in 1970’lerde Brezilya için geliştirdiği çerçeveye uyan kritik noktalar vardır. Türkiye’de bir yandan sermayenin uluslararasılaşması, öte yandan içteki sermaye kesimlerinin Balkanlardan Kafkasya’ya, Kuzey Afrika’dan, Afrika’nın içlerine ve Körfez bölgesine değin yatırım, pazar ve müteahhitlik hizmetleri şeklinde faaliyet göstermesi, yine Brezilya’nın savunma sanayinde atılım yapması ve nükleer enerji alanında gelişme sağlamaya çalışmasıyla paralellik göstermektedir.

Bunların yanında Türkiye bazı bölgesel konularda ABD ile işbirliğine giderken, bu süreçte kendisine ait özerk alanlar yaratmaya çalıştı. 2000’lerde Ortadoğu’da model ülke olma, Arap Baharının ilk başlarında Suriye’de rejim değişikliği için birlikte çalışma, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi, İncirlik ve Kürecik’in faaliyetlerini sürdürmesi, Afganistan misyonunda işbirliği, Afrika’da diplomatik ve ticari alanlarda sınırlı da olsa yayılma, Ukrayna’ya destek olma gibi konularda bu işbirliği açıkça görülür. Bunun yanında İsrail ve Mısır’la diplomatik ilişkilerin seviyesinin düşürülmesi, İsrail’e yönelik söylemler ve bu ülkeyle askeri işbirliği, ortak tatbikatlar gibi alanlardaki bağların kopması, enerji kaynakları konusunda Batılı şirketlerle, ABD müttefiki bölge ülkeleriyle ayrışma ve donanmayı yaygın bir şekilde gunboat diplomasisi aracı olarak kullanma, PYD’nin kontrol ettiği bölgeye askeri operasyon düzenleme gibi alanlarda ise Türkiye kendi güvenlik ve dış politika gündemini özerk bir şekilde uygulamaya çalıştı.

Alt-emperyalizm tartışması kaçınılmaz olarak sermaye birikim süreçleri ve genel olarak sermayenin yapısıyla da ilişkilidir. Öncelikle belirtmek gerekirse, Türkiye’nin sermaye yapısı AKP döneminde 1980’lerden farklılık arz eder. Sermaye bu dönemde AKP’nin kültürel politikasına ve otoriterleşme eğilimlerine çekingen yaklaşırken, bölge üzerindeki yayılmacı faaliyetlerinin sessizce arkasında durmaktadır. Türkiye’nin hem Ortadoğu hem kuzey Afrika ve orta Afrika bölgesiyle ekonomik ilişkileri hızla gelişmiştir ve hem pazar hem yatırım hem de müteahhitlik imkanları artmış, Afrika ülkeleriyle ortak zirveler düzenlenmiş, bu seyahatlere alışıldığı üzere işadamları eşlik etmiştir.

Türkiye’nin bu son dönemdeki alt-emperyalist konumu hükümet ve ona yakın destekçileri tarafından adı konmamış bir şekilde tanımlandı. Örneğin, Burhanettin Duran Sabah gazetesindeki köşesinde (5.6.2020) Türkiye’nin Libya’daki ticari çıkarlarının korunması, petrol aranması ve yeniden yapılanma sürecinde Türk şirketlerinin pay almasından çok rahat bahsedebiliyor. Türkiye’nin Libya politikasını savunanlar başka bir ülkede, özellikle de deniz aşırı ülkelerde ticari ve yatırım çıkarları peşinde koşmanın, enerji kaynaklarından pay almaya çalışmanın, bunun için diğer emperyalist ülkelerle rekabete girmenin, gerektiğinde askeri güç kullanmanın ve kendine yakın bir yönetimi askeri ve diplomatik yollarla kontrol altına almanın, hatta o yönetim kademesinin iç çelişkilerinden yararlanarak içişleri bakanına angaje olup onu doğrudan kendine bağımlı hale getirerek onun üzerinden iç siyaseti etkilemeye çalışmanın tam bir klasik emperyalizm tanımı olduğunu görmek ya da göstermek istemiyorlar. Türkiye bir yandan yerleşmiş bir emperyalizmin hedefi olma algısına sahip olduğu için kendi eylemlerinin bu anlama geleceğini bir türlü üstüne konduramıyor. Bu noktada Türkiye’yi diğer alt-emperyalist ülkelerden ayıran bir özellik, kendisini aynı anda hem ABD dahil merkezi emperyalist ülkelerin hedefinde görüp, hem de bölgesel alt-emperyalist maceralara giren bir ülke olmaya çalışması olsa gerek.

Türkiye’nin iç yapısında özellikle 2015’ten itibaren yaşanan dönüşüm, alt-emperyalizm tartışmalarını birbiriyle içiçe geçen ve devlet ve sermaye ilişkilerindeki çelişkileri içinde barındırmaktadır. AKP yönetimi kurduğu bu yeni milliyetçi-ulusalcı-Avrasyacı cepheyle birlikte güvenlik kaygılarını öne çıkarmaya ve güvenlikçi bir pozisyona kaymaya başladı. 2000’lerin Komşularla Sıfır Sorun ile getirilen ve Suriye, Ürdün, Lübnan gibi ülkelerle gümrük birliğine giden, Türkiye’nin ekonomik gücünü ve kültürel etkisini öne çıkaran yaklaşımından çok Libya, Somali, Katar gibi ülkelerde üs edinmeye, Libya’da çatışmaya, Körfez’de Katar ve diğerleri arasındaki anlaşmazlığa taraf olmaya, Suriye’de arka arka operasyon düzenlemeye dayalı bir siyasete geçildi. 1990’ların her taraftan ve içeriden çevrelenmiş Türkiye söylemi güncellenerek devreye sorkuldu ve Türkiye’nin bu kuşatmayı aşmak ve güvenliğini sağlamak için “ileriden savunma” stratejisine yöneldiği görüldü ve bunun deniz boyutunu da Avrasyacıların geliştirdiği Mavi Vatan doktrini oluşturdu. Bu aşırı militerleşmiş ve bölgesel kutuplaşmaya, kendini izole etmeye dayalı politikanın sermaye açısından getirdiği bazı sorunlar oldu. Sonuçta hakim sermaye kesimleri çok uzun yıllardır Batı’dan finans, teknoloji, yatırım ve pazar gibi alanlarda derinleşmiş ilişkilere sahipti. Bir önceki dönemin aksine Türkiye Irak’tan Libya’ya uzanan hatta genellikle Batı ve ABD ve onların müttefikleriyle sorun yaşamaya başladı. Türkiye, Libya’da Fransa ile İtalya arasındaki çatlaktan yararlanmış, desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümetinin kontrol ettiği bölgede yoğunlaşan İtalyan enerji yatırımları bu işbirliğini mümkün ve gerekli kılmış, İtalya ile Mali’ye uzanan ve Sahel denen bölgede ittifak kurabilmiştir. Bu ittifak, bütün Doğu Akdeniz ve Libya sorunlarında Türkiye’nin kurabildiği, o da sınırlı tek ittifak olmuştur.

Yunanistan Doğu Akdeniz’de Mısır ve İsrail ile Körfez’de Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkilerini sıkılaştırmıştır, Doğu Akdeniz Gaz Forumu kurulmuş ve Türkiye buradan da dışlanmıştır. Bu bölgede Kıbrıs sorununda ABD’nin el altından Türkiye’yi, AB’nin ise daha açıktan Rumları desteklediği ve Türkiye’nin İsrail, Yunanistan’ın Araplarla iyi ilişkiler kurmasına dayanan iki kritik denge bozuldu. Batı, içte giderek milliyetçi-ulusalcı-Avrasyacı kesime muhtaç ve onun çizdiği sınırlardan ayrılamadığı görüntüsünü veren ve dışta da yine bu milliyetçi-Avrasyacı çizgiye doğru kayan AKP yönetimini giderek hizaya sokma, bu ittifak nedeniyle cezalandırmaya başladı. Özellikle Avrasyacıların ortaya attığı bir tez olan Mavi Vatan’ı Erdoğan’ın sahiplenmesi, 2019’da bu harita önünde poz vermesi, dahası bunu uygulmaya koyması kritik bir dönüm noktası oldu.

Şimdilik ekonomik ilişkileri doğrudan etkilemese de bu jeopolitik dışlanmanın sermaye sınıfı için maliyet yaratma riski artmaktadır. Türkiye’nin bölgede baş rakibi olarak sivrilen BAE ve Mısır gibi ülkeler şimdilik ekonomik ilişkileri ayrı tutarken, Suudi Arabistan Türkiye’ye boykot uygulamaya başlamıştır. ABD ve AB ise 2020 sonu itibariyle bu çekişmenin Türkiye ekonomisini henüz doğrudan hedef almasını tercih etmedi. Ne var ki, Türkiye’nin bölgede nüfuz alanı oluşturma, bunun için Batı ve onun diğer müttefikleriyle rekabete girme siyasetinin sınırlarına ulaşıldı ve Batı bu noktadan sonra iktisadi araçları kademeli olarak devreye sokabilir. Bunun belirtileri 2020 sonunda görünmeye başlandı. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki etkinlik arayışına ve Rusşya ile başta S-400 almasına dayalı yakınlaşmasına karşı AB’nin Aralık 2020’de Türkiye’ye yaptırımı gündeme getirmesi, ABD’nin Türkiye’yi F-35 projesinden çıkarması, CAATSA yaptırımlarını uygulamaya koyması bu projeye parça tedarik eden firmaların zarar görmesi gibi sorunlar bunun başlangıcı olabilir.

Her durumda, Türkiye 2020 sonuna gelindiğinde kendi alt-emperyalist sınırlarına ulaşmış, tıpkı 2000’lerdeki temeli Yeni-Osmanlıcılık olan Komşularla Sıfır Sorun söylemini bölgesel bir hegemonyaya dönüştürmekte başarısız olduysa, Batı sistemiyle ilişkisinin sınırlarını zorlayarak yürütmeye çalıştığı Yeni-Osmanlıcılığın bu milliyetçi İslamcı ittifakının Mavi Vatan doktriniyle donanmış militer aşamasında başarısızlığa doğru gitmektedir. Bunun en açık görüldüğü yerler Doğu Akdeniz ve Libya olacaktır.

Geldiğimiz noktada Türkiye’de devlet aygıtı kapitalizmin küresel ölçekteki dönüşüm dinamikleri doğrultusunda bir yandan içte uluslararasılaşmış sermaye sınıfı karşısında göreli özerkliğini artırmış, öte yandan Batı sistemi karşısında dış politika ve güvenlik alanında kendisine özerk bir alan yaratmaya çalışmıştır. Artan kapitalistleşme, sermaye fraksiyonları arasında AKP yönetiminin kolladığı kesim ve şirketlerin kamu imkanlarını kullanarak avantaj elde etmeye başlaması, devam eden ve covid-19 salgını nedeniyle derinleşen kriz ortamında, otoriter uygulamaların bir yandan genel olarak sermaye sınıfının genel çıkarlarına hizmet etmesi ama öte yandan Avrasyacı eğilimlerin artarak Türkiye’nin ekonomik açıdan bağlı ve bağımlı olduğu Batı sistemiyle anlaşmazlığının derinleşmesi gibi çelişkiler bu dönemin kendisine özgü niteliği olarak ortaya çıktı. AKP yönetiminin bu kadar içiçe geçmiş sorunu ve krizi aynı anda yönetme ve Türkiye’yi bu içeride ve dışarıda içine soktuğu ve yönetmekte giderek zorlandığı kriz dinamiklerinden çıkarması gün geçtikçe zorlanıyor. Gerek Batı sistemi gerekse AKP ve Erdoğan karşısında edilgen bir konumda olduğu izlenimini vermeyi tercih eden sermaye bloğu bu krizi ya yoğunlaşmış bir otoriterlik ya da taze toplumsal, siyasal güçlerle çözmeye çalışacaktır.