Türkiye’de 2017 yılından beri, neredeyse her siyasal uyuşmazlık konusu, çoğunlukla birbirine karışarak süren iki ana tartışmanın gölgesinde gerçekleşiyor: siyasal rejim ve hükümet sistemi. Bu iki kavramın birbirine karıştırılmasının bir nedeni, 2017 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile kabul edilen hükümet sisteminin, rejimin dönüştürülmesinin en önemli adımı olmasıydı. Dolayısıyla siyasal söylemde hükümet sistemi değişikliği ile rejim değişikliği kavramlarının birlikte, birbirine karıştırılarak kullanılmasını bu boyutuyla anlamak mümkündür. Fakat rejim değişikliğinin hükümet sistemi değişikliğine indirgenmesinin muhalefet ittifakı bakımından ciddi bir yanılgıya dönüştüğünü görmek gerekir. Bu yanılgının birincil göstergesi, muhalefetin geleceğe ilişkin uzlaştığı tek esaslı siyasal vaadin parlamenter hükümet sistemine dönüş olmasıdır. Yanılgının siyasal geleceğimiz bakımından diğer bir göstergesi ise muhalefet partilerinin seçimlere ilişkin temelsiz güvenidir. Adil ve dürüst bir seçim mücadelesinin kendisini ve seçimin bir prosedürün ötesinde bir siyasal anlam kazandığını, rejim değişikliğinin yarattığı yeni durumu görmezden gelerek gündemine almamasıdır.
Rejimin yaratıcısı ve kullanıcısı olan AKP-MHP ittifakı ise tartışmayı yeni anayasa, yeni seçim kanunu ve yeni siyasal partiler kanunu düzlemine taşımak istemekte; HDP’ye kapatma davası açılması gibi girişimler ile rejimin ideolojik dayanağı ile uyumlu işaretleri vermektedir. Mevcut hükümet sistemi ile uyumlu bir seçim ve siyasal partiler kanunu değişikliğinin ne anlama geldiği sorusunun yanıtı bizzat iktidar ittifakının bileşenleri tarafından verilmektedir. Açıklanan içerik, iktidar ittifakının lehine olmak üzere seçim çevrelerinin küçültülmesi; mevcut haliyle HDP’ye yaradığı fikrinden yola çıkarak ve yeni partilerin de durumunu hesaba katan bir oranda barajın düşürülmesi; yeni kurulacak partinin seçime girmesini önlemek üzere milletvekili transferi yoluyla grup kurulmasının engellenmesi; küçük partilerin hazine yardımı almasının engellemek için hazine yardımı için aşılması gereken oy oranının yükseltilmesi gibi hedeflerden oluşmaktadır.[1] İktidar ittifakının küçük ortağı MHP de rejimin genel niteliğine ilişkin önerilerini on dört maddede sıralamış, siyasi partiler ve seçimlere ilişkin düzenlemeler ilk sıralarda yer almıştır. Bunların içinde az önce saydıklarımın yanında dokunulmazlıklara ilişkin düzenlemeler, seçilme hakkının daraltılması, kamuoyu araştırmalarına yönelik sınırlamalar ile yerel yönetimlerin rejimin ihtiyaçlarına uygun olarak düzenlenmesi çarpıcı olanlarıdır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin yeni rejimin bir kurumu haline getirilmesi ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını yeni rejimle uyumlu hale getirecek düzenlemeler de öneriler içinde sayılmaktadır.[2] Tüm bunlara il ve ilçe seçim kurullarında yer alacak hakimlerin göreve kıdem esasına göre değil atama usulüyle gelmeleri konusundaki iktidar ittifakındaki isteği de eklemek gerek.[3]
Kamuoyuna açıklanmış olan bu düzenleme önerileri, siyasal parti ve seçim sistemine ilişkin “ayarlamalar”ı içeriyor. Parti sistemlerini ve seçim sistemlerini yönetebilir yasama çoğunlukları yaratmak için oluşturulmuş formüller biçiminde kavramak gerek.[4] Yönetebilir olan çoğunluğu hangi ideolojik – siyasal saikler ile inşa ettiğine göre formülün değiştiğini de buna eklemeliyiz. Örneğin 1982 Anayasasını ve aynı zamanda 1983 Siyasal Partiler Kanunu yapan 12 Eylül faşist cuntasının partilere bir yandan siyasal meseleleri gündemine almayı yasaklayan düzenlemeler getirip[5] bir yandan parti örgütlerine ilişkin genel kurallarla hem şekil hem de içerik bakımından tek tip parti yaratmayı hedeflerken diğer yandan yüzde onluk seçim barajına ek olarak seçim çevresi barajı gibi düzenlemeler getirerek merkez dışı partileri silmeye dönük bir hukuki çerçeve oluşturmasının nedeni budur. 12 Eylül rejiminin kurduğu parlamenter sistem, yaratmayı hedeflediği parti ve seçim sistemi ile bunun sonucu olarak ortaya çıkması muhtemel parlamenter çoğunluklar bakımından demokratik bir rejim olamazdı. AKP-MHP rejiminin 2017 anayasa değişikliği ile hukuki zeminini kurdukları siyasal rejim bakımından da bu böyledir. 12 Eylül rejiminin yarattığı siyasal kapanmanın demokratik mücadelelerle aralandığı 35 yılın ardından, 2015’ten itibaren AKP-MHP ittifakının yolunu döşediği siyasal rejim, 12 Eylül rejimini konsolide etmiş, onu kendi sınırına taşımıştır.
Türkiye’de biçimsel demokrasinin, burjuva demokrasisinin varlık koşulları bakımından dahi birçok eşik aşılmışken hükümet sistemini değiştirmenin ötesine geçmeyen bir muhalefet stratejisinin, demokrasinin öznesini çağırması beklenemez.
Duverger’nin 1957 yılında yazdıkları hala geçerliliğini koruyor: “Klasik anayasa hukukunu bilen, fakat partilerin rolünü bilmeyen kimse çağdaş siyasal rejimler hakkında yanlış bir fikir sahibidir; partilerin rolünü bilen, fakat klasik anayasa hukukunu bilmeyen bir kimse ise, çağdaş siyasal rejimler hakkında eksik fakat doğru bir fikir sahibi olur.”[6] Parlamenter sisteme dönüş vaadi, daha açıkça siyasal iktidarı sınırlandırma vaadi, AKP-MHP’nin kurduğu siyasal rejim bağlamında düşünüldüğünde klasik anayasa hukuku bilgisiyle sınırlı biçimde hareket eden öznenin düştüğü yanlışa düşecektir. Dolayısıyla yalnızca hükümet sistemini değiştirmeğe odaklanmış bir demokratikleşme vaadinin hem teorik hem de pratik olarak kazanma şansı yoktur. Bunun nedenlerini Türkiye’nin siyasal rejimi bağlamında seçim kurumu ve siyasal partiler eksenlerinde ele alacağım.
Siyasal rejim ve seçim kurumu
Seçim kurumu, modern temsili rejimler bakımından siyasal katılımın ana biçimidir. Düzene demokratik meşruiyetini sağlar. Birden fazla partinin siyasal iktidara sahip olmak için yarıştığı temsili demokrasiler bakımından seçim prosedürü, en başta iktidarın barışçıl biçimde değişmesinin aracıdır. İkinci olarak düzenli aralıklarla yapılan seçimler aracılığıyla temsil edilenler ile yönetenler arasında bir siyasal ilişki kurulur. Seçmenler, temsilcilerini belli aralıklara denetlemiş olurlar. Yerel yönetimler, parlamento ya da devlet başkanlığı için yapılan seçimlerin yanında bazı ülkelerde temsilin alanı kimi bürokratik ya da yargısal pozisyonlar için de öngörülmüştür. Ayrıca özellikle anayasal konuların oylanması gibi konularda ya da bir onaya başvurulması gerektiğinde halkın oyuna başvurulur. Birincisi, referandum ikincisi ise plebisit olarak adlandırılır. Yaklaşık iki yüz yıllık bir tarihi olan seçim kurumu ve temsili rejimler, tarihsel olarak sınıf mücadeleleri sonucunda ortaya çıkmış, oy hakkının genişlemesi ve yaygınlaşması, işçi sınıfının demokratik mücadelesi, kadın mücadelesi, ırkçılığa karşı mücadele ile sağlamlaşmıştır. Kapitalizmin sınıf temelinde böldüğü; ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim, etnisite ayrımlarıyla sonsuz sermaye birikimi için hiyerarşik olarak organize edilen parçalı topluluğun siyasal birliğini sağlayan temsil kurumunun mekanizmasıdır seçim.
Seçim kurumu bu yönüyle çelişiktir. Temsilin işleyişi, temsil edilen ve kendi adına konuşamayan çokluğu bire indirgemeye ve fazlalığı dışlamaya dayanır. Demokratik olmaktan çok yönetebilir çoğunluklar yaratmayı, “fazlalığı” dışarıda tutarken buna meşruiyet yaratmayı hedefler. Seçim sistemlerine ve siyasal partilere ilişkin kurallar bu dışlamanın formunu oluştururlar. Örneğin Türkiye’de 12 Eylül darbecilerinin yaptığı anayasa ve siyasal partiler yasalarında yer alan yüzde on barajı, sonradan kaldırılmış olan seçim çevresi barajı ve seçim çevrelerinin daraltılması siyaseti merkezde, iki parti arasında odaklamaya yönelmiştir.[7] Yüzde on barajı ile sosyalist ya da Kürt partilerinin temsil ilişkisinin dışına atılması; seçim çevrelerinin daraltılması ve seçim çevresi barajıyla da yalnızca büyük partilerin parlamentoda temsil edilmesi ve dolayısıyla yürütme gücünü ele geçirebilmeleri tasarlanmıştır. Bu gücü ele geçirmenin aracı ise siyasal partiler ile sınırlanmıştır. Partiler, doğaları gereği devlet gibi örgütlenir, temsili organlardan oluşurlar. Bir yandan siyasal iktidarı ele geçirme amacı güderken bir yandan da siyasal elitler yaratma işlevi görürler. Türkiye’de örgütsel yapıları bakımından farklılaşmalarının önünde ayrıca 12 Eylül rejiminin tek tip örgütü ve üyelik esasını öngören siyasal partiler kanunu da bulunmaktadır.[8]
Seçimin çelişkisinin kaymağı bundan iki yüz yıl önce başlayan büyük mücadelelerin seçim kurumuna kattığı demokratik içeriktir. Sadece belli bir servet sahibi olan erkeklerin, nüfusun sayı bakımından önemsiz ama “seçkin”, “seçilmeye değer” bir bölümünün oy hakkına sahip olduğu seçimlerden bugüne gelene kadar ezilenlerin ve temsilden dışlananların mücadeleleri ile genel ve eşit oy hakkı sağlanmıştır. Dolayısıyla seçimin kendi içinde taşıdığı çelişki seçkinci bir yapıyı ayakta tutması ile demokratik bir potansiyel taşıması arasındadır. Demokratik mücadeleler bakımından seçimler önemsiz, yalnızca oligarşik bir sisteme demokratik meşruiyet sağlayan prosedürler olarak görülemez. Özellikle diktatöryal rejimlere geçiş dönemlerinde, ara rejimlerin getirdiği eşiklerde seçimler politik bir içerik kazanır, prosedürün ötesinde geçer. Bütünlüklü bir mücadelenin parçası haline gelir. Plebisiter onay almak isteyen diktatörler için de, bizzat demokrasinin öznesi olan toplumsal sınıflar ve onların temsilcisi olan partiler için de.
Türkiye’de 1946-50 yılları arasında, tek parti iktidarından çok partili hayata geçiş sürecinde, ticaret burjuvazisinin çıkarlarını savunan, liberal bir iktisadi program ve biçimsel bir demokrasi talebiyle kurulan Demokrat Parti’nin üniversite özerkliği, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, dernek kurma hakkı, özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde jandarma dayağının kaldırılması hatta grev ve sendika hakkı gibi konularda geniş halk kesimlerinin desteğini almak için yürüttüğü kampanyanın ana unsuru seçimleri politize etmekti. Bu yüzden seçimler yoluyla iktidarın barışçıl biçimde devrinin sağlanmasının politik koşulları mücadele konusu edildi. 1950 seçimlerinden önceki iki büyük kongrede ortaya konan Hürriyet Misakı ve Milli Husumet Andı adlı raporlarda adil olmayan seçimlerin sonucunun ulusun meşru direnciyle karşılaşacağı ima ediliyordu.[9] 1950 seçimlerinin yargıç denetimi altında ve adil olarak gerçekleşmesini sağlayanın, uluslararası konjonktür ile birlikte bu siyasal tutum olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Elbette, çok partili hayatın başta iki siyasal akıma; işçi sınıfı partilerine ve Kürt siyasal taleplerine karşı olarak bir uzlaşma ile kurulduğunu, çoğunlukları yaratacak geniş anlamda seçim hukukuna ilişkin kuralların da buna göre oluşturulduğunu belirtmek gerek.
Dünya genelinde faşizan[10] rejimlerin yayıldığı, biçimsel demokrasinin prosedürlerini askıya alabildiği bir konjonktürün içindeyiz. Yürütmenin diktatörlüğünün önündeki kurumsal engel olarak kuvvetler ayrılığı dengesinin bozulduğu[11], yargının yürütme denetimine alındığı[12], faşist bilinçaltının[13] yabancılara, göçmenlere, siyahlara karşı akıldışı komplo teorileri, mitler yoluyla işletildiği ve kitlelerin iktidar sahibi faşizan güçlerce maniple edildiği[14] bir çağdayız. Siyasal hak ve özgürlükler, yaygınlaşan istisnai düzenler içinde askıya alınmış durumda.[15] Dünyanın en eski biçimsel demokrasisi olan Birleşik Devletler’de seçim sonuçlarının tanınması ve iktidarın barışçıl biçimde el değiştirmesi prosedürü eski Başkan Trump tarafından tartışmalı hale getirildi.[16]
AKP-MHP ittifakının faşizan rejimlerin yaygınlaştığı bir uluslararası konjonktürde kurulduğunu ve bu rejimlerle benzer pratikleri uyguladığını görmezden gelerek “demokratik seçimler”i ele almak mümkün değildir. 7 Haziran 2015 seçimlerinin AKP-MHP ittifakı ve öngördüğü rejim değişikliği için kritik tarih olduğunu söyleyebiliriz. HDP’nin parti olarak girdiği seçimde, yüzde onluk barajı aşıp Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olarak parlamentoda temsil edilmesi ve AKP’nin tek başına iktidar olma şansını kaybetmesi; bunun da ötesinde HDP’nin koalisyon ortağı olarak yürütmede yer alma ihtimali, yeni rejimin hükümet sistemi tasarımı üzerindeki uzlaşısının da kaynağıdır. 2016 yılında AKP’nin eski ortağı tarafından gerçekleştirilen darbe girişimin ardından ilan edilen ve iki yıl sürdürülen “Olağanüstü Hal” döneminde rejimin siyasal pratiği uygulanma fırsatı bulmuş ve anayasal sınırların ötesinde kurulan istisnai rejim içinde 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği[17] gerçekleştirilmiştir.
2018 yılında seçimlerin yenilenmesi ve olağanüstü halin kaldırılması aynı dönemde gerçekleşmiştir. Bununla birlikte rejime temel dinamiğini veren istisnai uygulamalar sürmektedir. Öncelikle OHAL kanunları, tedbir niteliğinde düzenlemeler olmaktan çıkarılıp kanun haline getirilmiştir.[18] Örneğin, seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım atanması sürekli hale gelmiştir. Yargı üzerinde OHAL döneminde tam anlamıyla kurulan denetim sürmektedir. Parlamento, OHAL öncesinden başlamak üzere dokunulmazlıkların anayasaya aykırı olarak kaldırılmasıyla işlevsizleştirilmeye başlamış ve bugün de milletvekilleri üzerindeki baskı farklı araçlarla sürdürülmektedir. OHAL döneminde yürütme gücünün elde ettiği KHK’lerle yönetme yetkisi de Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yönetmeye dönüşmüştür. İstanbul Sözleşmesi’nden bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla çekilme iradesi, yasamanın durumunu açıkça ortaya koymaktadır. Üniversiteler OHAL döneminde muhalif akademisyenlerden arındırılmıştır; rektörlerin AKP militanlarından devşirilmesi sağlanmıştır. OHAL KHK’si ile getirilen rektör atama yöntemi bugün de sürdürülmektedir. Basın özgürlüğünün ortadan kaldırılmasında da benzer bir yol izlenmiştir. Meslek örgütleri ve sendikalar gibi demokratik kitle örgütleri üzerindeki baskılar artırılmış, OHAL’de dernek kurma, örgütlenme ve toplanma özgürlüklerine ilişkin getirilen kısıtlamalar, hem OHAL kanunları hem de yeni çıkarılan düzenlemelerle sürdürülmektedir. Parti örgütünün devlet örgütü ile özdeşleşmesi ve Erdoğan’ın her ikisinin de başı olarak özdeşliği kapatması süreci tamamlanmıştır.
Bu düzen içinde “seçimin anlamı nedir?” sorusuna iktidar açısından yanıt vermek olgulara dayandığı için daha kolay. Öncelikle Erdoğan’ın 2010 referandumu ve 7 Haziran 2015 genel seçimleri dahil olmak üzere (bu seçimde henüz tarafsız, parti üyesi olmayan ama seçilmiş cumhurbaşkanıdır) yerel seçim, parlamento seçimi, cumhurbaşkanlığı seçimi ya da referandum fark etmeksizin (bu seçim türlerinin hepsi bu süre içinde yapılmıştır) kendini onaylattığını, seçim masasına kendini koyduğunu söylemek gerekir. Rejim, bir plebisiter dikatatörlük niteliğini bu dönemde kazanmıştır. Her aşamada daha büyük bir kriz yaratarak ve krizi çözecek kişi olarak seçmenden yetki isteyerek gerçekleşen bu sürecin sonunda 7 Haziran 2015’te beklediği onayı alamamıştır. Ardından Kürt Sorunu’nun çözümü için kurulan masa devrilmiş ve seçimlerin yenilendiği 1 Kasım 2015’e kadar ülke bir şiddet sarmalına itilmiştir. 1 Kasım 2015’te AKP tekrar iktidar olmuş ve Haziran-Kasım arasında MHP ile ittifakın ana düzeneği kurulmuştur. Bu ittifak OHAL döneminde rejim değişikliğini getiren halk oylamasına gitmiş, bu oylamada Yüksek Seçim Kurulu kanuna aykırı olarak yaklaşık iki milyon mühürsüz oyu geçerli saymıştır. 2018 yılında yapılacak seçimlere, seçime ilişkin kanunlarda değişiklikler yapılarak gidilmiş, seçim ittifakları yasallaştırılmış, aynı zamanda seçimleri şaibeli hale getirebilecek düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin sandık kurulu başkanlarının tamamen kamu görevlilerinden oluşması, herhangi bir kişinin çağrısıyla sandık bölgesine kolluk kuvvetlerinin çağrılabilmesi, 2017 yılındaki mühürsüz oy tartışmasının mühürsüz oyların geçersiz sayılmayacağına ilişkin değişiklikle kapatılması, yeni anayasal düzenlemeye göre seçimleri idare etmekle görevli üç bakanlığın tarafsızlaştırılmaması gibi düzenlemeler 24 Haziran 2018 milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçilerinde uygulanmıştır.[19]
31 Mart 2019 yerel seçimlerine ilişkin uygulama bundan daha vahim ve öğretici sonuçlar doğurmuştur. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri, AKP il başkanlığının başvurusu sonucu YSK üyelerinin kararıyla iptal edilmiş ve tekrarlanmıştır. YSK’nın seçime girme yeterliliğine onay verdiği belediye başkanı adayları seçilmiş ve ardından KHK’li oldukları gerekçesiyle YSK tarafından mazbataları verilmemiş, yerlerine ikinci gelen AKP’li adaylara mazbata verilmiştir. Ayrıca yerel yönetimlerde kayyum uygulaması hız kesmeden sürmekte, seçilmiş başkanlar görevden alınmakta ve yerlerine İçişleri Bakanlığı tarafından mülkî idare amirleri atanmaktadır.
Olguların iktidar bakımından sunduğu gerçeklik ortadadır. AKP-MHP ittifakının seçim sistemi ve siyasal partiler kanununa ilişkin yukarıda aktardığım değişiklik önerilerinin mahiyeti de düşünüldüğünde seçimlerin güvenilir ve adil olmayacağına ilişkin endişenin daha fazla kanıta ihtiyacı yoktur. Seçim, bu düzenleme ve uygulamalarla; hukukun üstünlüğünün, yargının bağımsızlığının, özgür basın ve yurttaşların siyasal haklarının baskı altında olduğu bir ortamda sıradan bir prosedür olarak görülemez. Rejim, benzerlerinin başvurduğu yollara doğru ilerlemektedir ve mevcut kurumsuzlaşma içinde örneğin Trump’a göre bu yolu daha güçlü yürüyeceğine şüphe yoktur. Seçimin iktidar bakımından anlamı rejimin devamını sağlayacak çoğunluğu her ne pahasına olursa olsun oluşturmaktır. Üzerinde durulan eşik aşılsa bile. Dolayısıyla, söylemsel stratejisini, demokrasi ve totaliter diktatörlük ekseninde kuran muhalefetin[20] “seçimde gidecekler” yaklaşımının dayandığı varsayımların kendi içinde çeliştiğini belirtmek yeterli olacaktır. Seçimleri politikleştirme perspektifini ve demokrasi ile diktatörlük arasındaki bir seçimin sınıfsal içeriğini dikkate almayan muhalefetin kendi çelişkisinin altında kalma olasılığının tüm yurttaşlar açısından bir iktidar değişiminden çok daha fazla anlamı olacaktır.
Siyasal rejim ve partiler
Yukarıda, seçim sistemlerinin ve Duverger Yasası olarak bilinen seçim sistemlerine göre parti sistemlerinin oluşmasının; bölünmüş toplumlar için yönetebilir makul çoğunluklar yaratmak için düşünülmüş formüller olduğunu aktarmıştım. Duverger Yasası ilk elde basit bir formüle dayanır: Çoğunluk seçim sistemleri iki partili, nispi temsile dayanan seçim sistemleri çok partili parti sistemleri yaratma eğilimi taşırlar.[21] Türkiye’de 12 Eylül cuntası, nispi temsil usulünü benimsemiş, bununla birlikte hem ülke barajı hem de seçim çevresi barajı getirerek (ikincisi AYM kararı ile kaldırılacaktır) küçük partilerin parlamentoda temsil edilmesini engellemiştir. Yine yukarıda aktarıldığı gibi, darbecilerin yaptığı siyasal partiler kanunu ile partiler hem örgütsel yapıları hem de ideolojileri bakımından uymak zorunda oldukları yasaklar nedeniyle birbirine benzemeye zorlanmıştır. Dolayısıyla seçim sistemi ve parti sisteminin hedefi, 12 Eylül rejiminin çizdiği sınırlarda siyasal alana dahil olmak, iktidara geldikleri durumda da iktidarlarını bu alanda kullanmaktır. Bu sınırların dışında yer alan partilerin siyasal alanda var olmalarına izin verilmemiştir. Bu süreçte HDP’nin devraldığı geleneğin taşıyıcısı olan HDP’ye kadar bütün partiler, Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nden başlayarak sosyalist ve komünist partiler ile Saadet Partisi ve AKP öncesi siyasal İslamcı partiler (toplam 19 parti) kapatılmıştır. Hedeflenen birbirine benzeyen, temsilin dışına atılmış halk kesimlerinin taleplerinin taşıyıcısı olamayacak büyük partiler yaratmaktır. Cunta siyasal katılımın başka biçimlerini de tamamen ortadan kaldırmış, işçi sınıfı örgütlenmeleri, öğrenci örgütlenmeleri gibi örgütlenmeler de yasaklanmış, baskı altına alınmıştır. Üniversitelerin 1971 darbesinin ardından elinden alınmak istenen özerklik (sonrasında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti) tamamen kaldırılmıştır. Türkiye’nin neoliberal düzene eklemlendiği bu süreç yurttaş üzerinde kurulan zor ile sağlanmaya çalışılmış, sıkıyönetim ilk olarak bazı illerde 1984 yılında kaldırılmış, Ankara ve İstanbul’da 1985’i Kürtlerin yaşadığı coğrafyada 1987’yi bulmuştur.[22] Darbecilerin uluslararası sisteme eklemlenme sürecinde zor yoluyla inşa ettikleri sistemi doğru kavramak Türkiye’de bugün siyasal partiler ve rejim ilişkisini anlamak bakımından büyük taşıyor. Çünkü AKP-MHP koalisyonunun 12 Eylül rejimini kendi sınırına taşıyan bir siyasal kapanma-bir faşizm eşiği olduğunu iddia ediyorum.
Rejim, 1990’lı yılları işçi sınıfının büyük grevleri, kamu emekçilerinin sendika kurma mücadelesi, neoliberalizmin yarattığı büyük kent yoksulluğunu tarikat cemaat ağlarıyla emen siyasal İslamın yükselişi (İstanbul ve Ankara belediyelerini kazanmaları ve hükümet ortağı olmaları bu dönemdedir) ve Kürt siyasal hareketinin temsil mücadelesinin baskısı altında geçirmiştir. Bu baskılara 12 Eylül cuntasının dilinden yanıt verilmiş, olağanüstü haller, faili meçhuller, post modern darbe ve dönemin devlet diliyle düşük yoğunluklu savaşın on yılı olmuştur. 1995’te parlamentodaki bütün partilerin uzlaşmasıyla anayasada ilk kapsamlı değişiklik yapılmış, 90’ların sonunda Avrupa Birliği’ne girme hedefiyle yeni değişiklikler gelmiş ve 2001’de Anayasa yeniden değiştirilerek standart bir burjuva siyasal sistemin anayasasına yaklaşmıştır. 2001 iktisadi krizinin ardından “milli görüş” görüş gömleğini çıkardığı iddiasıyla kurulan uluslararası sermaye ile uzlaşısını açıkça ortaya koyan AKP muhafazakar bir parti imajıyla Türkiye’deki mevcut sağ partileri silerek, yüzde on seçim barajının sağladığı imkanla 2002 yılında tek başına iktidara gelmiştir. Aldığı yüzde 34,6 oyla parlamentodaki sandalyelerin yüzde 66’sını elde etmiştir. 2002’den beri de tek başına iktidardadır.[23] 2002 seçimlerinde AKP ile birlikte parlamentoya girebilen tek parti CHP olmuştur. CHP bu dönemde sosyal demokrat çizgiden açıkça uzaklaşmış bir milliyetçi parti kimliğine girmiştir. Cumhuriyetçiliğinin tek esaslı yönü olan laiklik savunusu ise bir şekil savaşından öteye gidememiştir.
AKP, kuruluşundan beri devlet aygıtını ele geçirme arzusuyla hareket etmiş, bunun için de bir tek parti iktidarında çok görülmeyecek ittifaklara girmiştir. Bu ittifaklar ya Fethullahçılar gibi gizli yapılanmalar ya da liberal ya da ulusalcı hiziplerdir. 2007’de cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında CHP içinde kümelenmiş ulusalcılarla girdiği kavgada karlı çıkmış ve Türkiye’yi bir tür yarı başkanlık çizgisine yaklaştıracak biçimde cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliğini kotarmıştır. Aynı dönemdeki internet darbesi olarak adlandırılan Genel Kurmay bildirisi, devleti ele geçirme stratejisi içinde AKP’ye ideolojik ve ahlaki bir üstünlük sağlamıştır.
2008’de laiklik karşıtı eylemlerinden dolayı açılan kapatma davasını da atlatmış, devlet klikleri arasında kriz bu süreçte şiddetlenmiştir. Bu sürecin ardından “devleti ele geçirmek” temalı Türkiye’nin büyük davaları başlamıştır. 12 Eylül’ü yargılamak propagandasıyla yürütülen AKP kampanyasının kazanmasıyla 2010 referandumunun ardından yargı tamamen Fethullahçılara teslim edilmiş; bu davalar çete yöntemleriyle sürdürülmüş, Türkiye’nin o dönem hakim liberal anlayışı kendini bu hesaplaşmanın tarafı olarak gördüğü için açık suiistimalleri görmezden gelmiştir. 2010 yılı CHP’de değişim yılıdır. Baykal dönemi, AKP’nin yarattığı atmosferde çokça rastlanan bir yöntemle sona erdirilmiş, Kemal Kılıçdaroğlu dönemi sosyal demokrasiye göz kırpan bir umutla başlamıştır. 2009’da kapatılan DTP’nin ardından 2012 yılında bu defa Türkiye partisi olma iddiasını ortaya koyarak ve Türkiye sosyalist solunu da içeren farklı kesimlerden bileşenlerle HDP kurulmuştur. 2011 seçimlerinin ardından oluşan Meclis’te bağımsız milletvekillerinin HDP’ye geçmesiyle 4 grup (AKP, CHP, MHP, HDP) oluşmuştur. Yeni anayasa tartışmaları başlamış, başkanlık sistemi konusunda masa devrilmiştir. Aynı yıllarda Kürt meselesinde çözüm ya da barış süreci başlayacaktır.
AKP’nin her alanda yarattığı baskı; toprağına, suyuna, yaşam alalarına sahip çıkan herkesi terör çemberine alan yeni güvenlik konsepti, 2013’te bu baskıyı üzerinde en çok hisseden toplumsal kesimlerin bütün temsili kurumlara karşı cumhuriyet tarihinin en kalabalık ve en yaratıcı ve direnişlerinden biriyle karşılanmış, Gezi Parkı direnişi başlamıştır. Şekil ve zihniyet olarak 12 Eylül sisteminin izlerini taşıyan hiçbir siyasal parti bu direnişin içinde kendini var edememiş, onunla güçlenememiştir. Sosyalist-devrimci parti ve örgütler böylesine geniş kitleleri kapsayabilecek örgütsel yapıdan ve kadrolardan çok uzun bir zamandır yoksundur. Fakat Erdoğan’ın plebisitlerle onay alarak kurduğu diktatöryel rejimin taşlarını Gezi karşısında –HDP dışındaki-[24] parlamenter muhalefetin konumlanışında da aramak gerek.
Bundan sonraki siyasal süreç, ilk bölümde özetlenmişti. 12 Eylül 1980 Darbesi’nden Gezi direnişine kadar aktardığım -çok kısa- özeti vermemin nedeni, AKP’nin diğer partiler ve kurulu düzen karşısındaki konumunu doğru değerlendirebilmek. Çünkü partiye ilişkin “2010’a kadar liberal bir iktidardı ve sonrasında otoriter bir yapıya büründü” öyüsü tutarsızdır. AKP, 2002 yılında iktidara geldiğinden beri “devlet”i, 12 Eylül’ün kurduğu rejimi arzuladı. İttifakları bu devleti ele geçirmek ve kullanmak üzerine kuruluydu. Önce Fethullahçıları devlet kadrolarına yerleştirerek yaptı. Devlet örgütünü ele geçirme mücadelesi içinde Fethullahçıların 2014’te açtığı savaş, 2016’da bir darbe girişimi ile sonuçlanınca MHP ve ulusalcılarla ittifak kurdu. Parti-devlet-lider özdeşliğinin sağlanmasının ideolojik-politik zemini de 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezine geri dönmüş oldu.
Bugün parlamenter parti sistemimizin esasını, AKP-MHP karşısında, her an düzenin dışına atılma baskısı altında yaşayan, birbirine benzer merkez-milliyetçi-muhafazakar partiler ile bütün kadroları tutuklanan, genel başkanları cezaevine atılmış, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılan ve her an kaldırılabilecek; en sonunda kapatma baskısı ile karşı karşıya kalan HDP’nin varlığı oluşturuyor. Parlamentoda muhalefet olanakları neredeyse sıfırlanmış durumda. Parlamento dışında siyasal katılım olanakları istisnai bir rejimin zor gücüyle tamamen yok edilmeye çalışılıyor. 12 Eylül rejimi ideolojik-siyasi ve iktisadi olarak her birinin varabileceği uç noktada sürüyor.
Sonuç yerine
Fotoğrafını çekmeye çalıştığım bu siyasal manzara çıkışsız gibi görünebilir. Fakat tam aksine 12 Eylül’ü sınırlarına taşıyan rejimin iflas ettiğinin bir kanıtı olarak ortada durmaktadır. Bu iflas, en geniş anlamıyla, en sembolik gösterenleriyle artık apaçık hale gelmiştir. Dolandırıcılar bir bir dökülmekte, her birinin bakan düzeyinde siyasal ilişkilerinin fotoğrafları ortaya saçılmaktadır. İktisadi çöküntü, en sembolik siyasal görünümleriyle açık hale gelmiştir. Rejim kendisinin bekasından başka toplumun geneline hiçbir siyasal vaat sunamamaktadır.
Manzarayı umutsuz hale getiren demokrasinin içeriğini, öznesini içermeyen ve seçime dayalı olarak kurulmuş ittifak stratejisidir. Üzerinde durduğumuz eşik olağan bir muhalefetin stratejileriyle demokrasi yönünde aşılamaz. Rejim, prosedürlere indirgenerek ayarlanmış bir seçim ve elinde tuttuğu devletin zor gücüne odaklanmışken, seçimi bir prosedürün ötesine taşıyacak, seçmene değil, somut halka, demokrasinin öznesine yüzünü dönecek bir politikaya; iflas etmiş 12 Eylül rejiminin örgütsel formlarını ve siyasal mirasını geride bırakacak bir siyasal tasavvura ihtiyaç var.
DİPNOTLAR
[1] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56355374
[2] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/bahceliden-14-talep-41715076
[3] https://www.birgun.net/haber/yenilgiyi-gorduler-kurali-degistiriyorlar-334337
[4] Cindy Skach, Borrowing Constitutional Designs: Constitutional Law in Weimar Germany and the French Fifth Republic, Princeton University Press, 2005, s. 21-29.
[5] 2820 sayılı Siyasal Partiler Kanunu’nun 78’den 96. Maddelerine kadar yasaklar sayılır. Siyasetin yapılabileceği sınırları çizmek için konmuş bu yasaklar 12 Eylül ruhunun dışına çıkabilecek neredeyse her yolun tıkanmasına uygun araçlar olarak düzenlenmiştir. Cem Eroğul bu yasaklardan en tuhaf olanlarını saydıktan sonra şu cümleyi ekler: “sayılan türden yasaklarla demokratik bir düzenin sürdürülebileceğine hiçbir siyasal bilimci inanamaz.” Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, İmge Yayınevi, Ankara, 1999, s.226.
[6] Maurice Duverger, Siyasi Partiler, çev. Ergun Özbudun, Bilgi Yayınevi, , Ankara, 1974, s. 453.
[7] Ergun Özbudun, “Seçim Sistemleri ve Türkiye”, AÜHFD, 44 (1), 1994s. 530-531.
[8] Batı Avrupa’da örneğin sendikaların oluşturduğu işçi sınıfı partileri mümkünken Türkiye’de örgütsel yapıya ilişkin farklılıklar, dolayısıyla özgün formlarda ortaya çıkabilecek parti yapıları engellenmiştir.
[9] Cem Eroğul, Demokrat Parti, Yordam Yayınları, İstanbul, 2013, s. 31-81.
[10] Frederico Finchelstein dünya genelinde yaygınlaşan otoriter rejimlerin niteliğini anlamak için faşist ve post faşist rejimler arasında tarihsel ve kavramsal bir ayrım koyuyor. Faşist nitelikler taşıyan, post faşist parti ve hareketlerin biçimsel demokrasinin kimi niteliklerini ortadan kaldırmadan, bu rejimler içinde iktidar olduklarını ve bir eşikte durduklarını ortaya koyduktan sonra bunları faşizan popülizmler olarak adlandırıyor. Elbette, eşiğin geçilmesi ihtimalini dışlamadan. Faşizmden Popülizme, çev. Ali Karatay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019.
[11] Macaristan’da Orban’a kararname ile yönetme yetkisi veren değişikliğin Macaristan parlamentosuna sunulması ile yasamayı bypass etmesinin Hitler’in aynı eyleminin yıldönümüne denk getirilmesi tesadüf olmasa gerektir. https://verfassungsblog.de/hungarys-orbanistan-a-complete-arsenal-of-emergency-powers/
[12] Anayasa Mahkemeleri ve yürütme organı arasındaki tartışmalar Türkiye’ye özgü değil. Polonya’daki rejim ile mahkeme arasındaki çatışma bunun güncel bir örneği. https://verfassungsblog.de/systemic-threat-to-the-rule-of-law-in-poland-what-should-the-commission-do-next/
[13] Federico Finchelstein, Faşist Yalanların Kısa Tarihi, çev. Zeynep Şarlak, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, s. 83-91.
[14] Kasım 2020 seçimlerine kadar süren Trump yönetimi bunun özgün bir örneğini sunar. Paul Mason’ın Trumpçılığı kavramak sunduğu özlü analiz için. https://medium.com/mosquito-ridge/the-trump-insurrection-a-marxist-analysis-dc229c34cdc1
[15] Wojciech Sardurski, Macaristan, Polanya’yı incelediği, kısaca Türkiye’ye değindiği makalesinde bu istisnai rejimlerin en temelde neyi askıya aldıklarını dört grupta derliyor: “i. Hükümeti oluşturmak için özgür, adil ve düzenli aralıklarla yapılan seçimler; ii. Güvence altına alınmış medeni ve siyasi haklar, özellikle de seçmen tercihinin oluşumunda etkili olacak politik iletişimin kısıtlanamayacağının güvence altına alınmış olması;
iii. Politik erkin tek bir kişide ya da küçük bir grupta toplanmasına engel olacak biçimde oluşturulmuş kuvvetler ayrılığına dayalı bir hükümet sistemi; iv. Hükümetin ve idarenin hukuk kurallarına, özellikle de anayasal kurallara uyacağını güvenceye alan hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsenmiş olması.” “Constitutional Democracy in the time of Elected Authotorians”, International Journal of Constitutional Law, C. 18/2, 2020,
[16] Burada bir iki şeye değinmek gerek. Birincisi temsili demokrasinin kurumlarının gücü. Örneğin, Trump için çalışmış olanlar da dahil ABD’nin yaşayan bütün savunma bakanlarının ordunun seçim sürecine karışmaması konusunda uyarıda bulunması ve yargıçların Cumhuriyetçi Parti’den olsalar dahi seçim sonuçlarını kabul etmeleri kurumların hala çalıştığına işaret etti. Fakat diğer yandan, Biden’ın kampanyasına hiç olmadığı kadar destek veren sol grupların siyasal kampanyasına da dikkat çekmek gerek. Seçimlerin bir prosedürün ötesinde kavranması ve politize edilmesi, ABD demokratik solu için başarılı bir deney de sağlamış oldu. Geniş kitleleri seçime katılmaya çağırarak ve onlara bir sosyal program vaat ederek bunu başarabildiler.
[17] 2017 Anayasa Değişikliği hakkında Venedik Komisyonu adıyla bilinen Avrupa Konseyi Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu’nun raporunda hem değişikliğinin içeriğinin otoriter bir yönetimin kapılarını açacağına hem de OHAL döneminde gerçekleştirilecek halk oylamasının demokratik bir sonuç yaratmayacağına ilişkin geniş bir tartışma yer almaktadır. http://www.venice.coe.int/webforms/documents/?pdf=CDL-AD(2017)005-e
[18] Bu sorunun hukuksal çerçevesi için bkz. Kerem Altıparmak, Dinçer Demirkent ve Murat Sevinç, “Atipik Ohal Kararnameleri ve Daimi Hukuksuzluk I-II”, İnsan Hakları Ortak Platformu Bilgi Notu, 2018.
[19] Bkz. Mülkiyeliler Birliği Seçim Adaleti ve Güvenliği Raporu, 2018. https://mulkiye.org.tr/secim-adaleti-ve-guvenligi-raporu/
[20] https://www.evrensel.net/haber/413158/kilicdaroglu-demokrasiden-yana-olanlarla-totaliter-rejimden-yana-olanlarin-secimi
[21] Duverger, a.g.e.
[22] Zafer Üskül, Bildirileriyle 12 Eylül 1980 Dönemi Sıkıyönetimi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2018, s. 5-6.
[23] Burada Duverger’nin modelini geliştiren Sartori’nin AKP konusunda yazılmış pek çok teze konu olmuş hegemonik parti sistemi ya da hakim parti sistemi modellerine değinmeyeceğim. Bunu yapmak yerine 12 Eylül’ün kurduğu sistem içinde AKP’yi tartışmayı daha anlamlı buluyorum.
[24] Burada HDP’nin baştaki kısa süren ikircikliğini gözden kaçırmış değilim, fakat 7 Haziran 2015 seçimlerine giden süreçte Gezi’nin açığa çıkardığı toplumsal güçlerin büyük bir etkisi olmuş ve HDP bunu değerlendirmiştir. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sloganı bunun sarih bir ifadesi olmuştur. Bunun karşısında örneğin neredeyse bütün tabanının ve tabanının ötesinin Geziye destek verdiği CHP aynı seçimlerde MHP’nin önerdiği İslamcı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstererek Gezi’nin potansiyeline sırt çevirmiştir.