Uluslararası Sözleşmelerde Çocuklar ve Çocukluk

Belli türden rasyonelliğe sahip oldukları varsayılan bireylerin oy kullanarak, legal ya da illegal örgütler oluşturarak siyasi yaşamın bir parçası haline gelmeleri ya da siyasal yaşama katılımları mümkün olabilmektedir.

Siyasal yaşamın sınırlarını belirleyen rasyonelliğin üretilmesinde tıbbi kriterlerin de iş başında olduğunu görmekteyiz. Antik yunanda vücut ısısı düşüklüğü gibi bir durumun kadınları siyasal yaşamdan dışlamak için makul bir gerekçe olarak iş görebilmiş olması, tıbbi “bilginin” biyopolitik çerçevede toplumsal hiyerarşilerin oluşumuna nasıl hizmet ettiğini ortaya koymaktadır. Yoksul kesimlere atfedilen kimi psikolojik belki de psikiyatrik unsurların (tembellik, alkol ve diğer uyuşturucu maddelere bağımlılık, öz güven eksikliği, girişimci ruha sahip olmamak vb.) yoksulluğun açıklanmasında önemli parametreler olarak işlev gördüğünü ileri sürmek mümkündür. Kara derililerin ve genel olarak tek tanrı inancından “yoksun” olanların ve bildiğimiz anlamıyla bir devlete sahip olmayanların, eksik ya da kusurlu insan olarak kabul edilerek siyasal yaşamdan dışlanmaları, siyasal tarih dediğimiz şeyin önemli bir bölümünü oluşturuyor.

Bir siyasal topluluğun sahip olduğu varsayılan ahlaki kriterlerle uyuşmayan nitelikteki yaşamları deneyimleyenlerin örgütlenerek yasal siyasal yaşamın parçası olma arzularının nasıl bastırılmaya çalışıldığına dair önemli örneklerden biri için Türkiye’de faaliyet yürüten Lambda’nın kapatılmasına ilişkin dava metinlerine göz atılabilir. Ahlaki kriterler, hastalık/ sağlılık normlarının oluşturulmasındaki işlevlerini günümüzde artık tıbbi bir dile dayandırılmış “rasyonel gerekçelerle” de yürütmektedirler.

Yasal statüsü ulus devletlerce tanınmayan göçmenlerin de siyasal yaşama yasal yollardan katılım için gerekli olan siyasal kriterlerden en önemlisi olan vatandaşlık meselesi üzerinden siyasal yaşamdan dışlandıkları herkesin malumudur. Sadece vatandaş olanların boy gösterebildiği (elbette faklı toplumsal kesimlerin farklı ölçülerde) bu siyasal mecraya hayat veren temel varsayımlar sorunsallaştırılmaksızın eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünyayı tahayyül etmenin kendisi bile bir lüks olarak kalmaya devam edecek gibi görünüyor.

Siyasal yaşama katılacak, onu belirleyecek nitelikteki zihinsel/bedensel yeterlilik ve kapasitenin sadece belli bir etnik/dini grupta, belirli bir sosyal sınıfta, belirli bir cinsiyet kimliğine ve siyasi onaya (vatandaş, mülteci, sığınmacı vb.) sahip olanlarda bulunduğuna ilişkin görüşlerden tam anlamıyla yakamızı sıyıramadığımızı en açık biçimde ortaya koyan kesimlerden biri de çocuklardır.

Çocukluğun toplumsal olarak inşa edilen bir kavram olmasından hareketle evrensel bir tanımını yapmak mümkün görünmüyor. Çocukluk, sınırları daha çok siyasal otoritelerce belirlenen yasal ve geçici bir sürece tekabül etmekte ve bu anlamıyla her açıdan birbirinden çok farklı koşullardaki bireyler aynı sepete toplanmaktadır. Aynı sepette bulunmalarının en önemli nedeni yasal siyasal hakların kullanımı bakımından birbirine benzer ve kısıtlı bir hayatı deneyimlemelerine karar verilmiş olmasıdır. Çoğu zaman yaş ve onun temsil ettiği varsayılan zihinsel kapasite, bu siyasal dışlama sürecinin en önemli gerekçelerinden biri olabilmektedir. Belli bir yaşa gelinceye dek çoğunlukla aile formatında örgütlenmiş erişkinler dolayımıyla kullanılabilen haklara sahip olmak, ki bunlar çoğunlukla medeni ve sosyal haklardan ibarettir, siyasal yaşamda çocuğun yerinin nerdeyse bir sınır durumuna denk düştüğünü göstermektedir. Hakların gerçek kullanımı, çocukluk evresi olarak kabul edilen aşamanın yaş ya da evlilik gibi durumlarla aşıldığı andan itibaren söz konusu olabilmektedir. Gerçek bir hak öznesi olmak bu anlamıyla ancak çeşitli engellerin ortadan kalkmasıyla/kaldırılmasıyla mümkündür. Bunları düşünürken bütün o evrenselliğe ilişkin söylemleri akılda tutmakta fayda olduğunu da belirtelim.

Siyasal teoride çocuklar en çok yokluklarıyla dikkat çekmektedir.

Yasal bir siyasal yaşam bu anlamıyla ancak bir onaydan sonra başlamaktadır. İktidarın kendini belki de en çok yeniden ürettiği mekanizma bu onay sürecidir. 17 yıl 364 gün siyasal ve toplumsal haklarını kullanma konusunda bir kapasiteye sahip değilken bir gecede tüm bunlara haiz “gerçek” bir insan haline gelmenin mümkün kabul edilmesine dair aptallığı bir yana bırakacak olursak, siyasal hayatın onayla işletilen çalışma disiplini, iktidarın nasıl işlediğine dair önemli bir odağı oluşturmaktadır.

Uluslararası sözleşmeler bu onaya dayalı mekanizmanın önemli araçlarını oluşturmaktadır. Çocuk hakları sözleşmesi, mültecilere ilişkin sözleşmeyle birlikte en geç oluşturulmuş sözleşmelerden biridir ve bu sıralamanın kendisi bile evrensel insan hakları söylemi içinde kimlerin insan sayıldığına ilişkin hiyerarşiyi de açıkça ortaya koymaktadır. Çocuk hakları sözleşmesinde, hakların daha çok koruma ihtiyacı üzerinden şekillendiğini görmekteyiz. Bu noktada korumanın siyasal olarak neredeyse yok sayma pahasına bahşedildiğini görüyoruz. Siyasal haklardan yoksun bırakılma durumu, bu haklara sahip olanların belli bir döneme kadar yetişkinlerin (çoğunlukla aileler) çocuklar adına konuşma, karar verme, belirli hakları askıya alma haklarını mümkün kılmaktadır.

Korumaya ilişkin tüm süreçler “çocuğun yararının gözetilmesi” adı altında meşrulaştırılmaktadır. Çocuğun yararı olarak kavramlaştırılan şey aslında iyi bir yetişkinin, gelecekteki iyi bir toplumun “hammaddesinin” egemen normlar altında şekillendirilmesidir. Korumacılık, rasyonel davranmadığı varsayılan çocuğun elinden bu önemli toplumsal sermaye nüvesinin alınıp rasyonel biçimde işletilmesi yönünde çalışmaktadır. Çünkü toplumsal sürdürülebilirlik denilen şey rasyonelliğe ilişkin kodlama işlemindeki gecikme ve kayıplara karşı oldukça hassastır.

Bu anlamıyla, siyasal yaşamın onay sürecinin yanı sıra belli ölçülerde “doğa” değişikliği gerektirdiğini de söylemek mümkündür. İktidara ilişkin tüm mekanizmaların sorunsuz biçimde çalışması için, bedenlerin, bu mekanizmalara hayat üfleyen rasyonellikle donanmış bedenlere dönüştürülmesi gerekmektedir. Bu bağlamda çocukluk her şeyden önce eğitimle aşılması gereken bir “sorun”dur. Soru sorma makinesine vereceğimiz “mantıklı” cevap çok olmadığından bir an önce bu makinenin dişlilerinin sökülüp ehlileştirilmesi gerekmektedir.

Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 12. maddesine göre çocuklar sadece kendilerini ilgilendiren konularda düşüncelerini özgür bir biçimde açıklama hürriyetine sahiptirler. Bir çocuğun sadece kendini ilgilendiren konuların ne olduğu zaten kesinlikle tartışılması gereken bir durumdur. Bu bir yana, çocuğun düşüncelerini ifade etme özgürlüğüne oldukça yasal yoldan bir sınır getirilmesi söz konusudur. 13. madde çocuğun ifade özgürlüğünü, 14.madde düşünce özgürlüğünü, 15. madde örgütlenme ve barışçıl bir araya gelme hakkını, 16. madde ise çocuğun özel yaşamının gizliliğini düzenlemektedir. Bu hakların düzenleniş biçimine bakıldığında en çok dikkat çeken noktalardan biri de kısıtlamalardır. İnsan hakları evrensel beyannamesinde ve diğer uluslararası sözleşmelerdeki hakların düzenleniş biçimine ilişkin sorunların varlığının yanı sıra çocuk hakları sözleşmesi, düzenlenen hakların öznesinin olmamaklığıyla ayırt edilebilir. Sözleşmenin merkezinde aslında siyasal olarak varlığı tam anlamıyla kabul edilmeyen bir “özne” yer almakta ve bu “özne”ye, anne-babası/yasal vasisi, bunların yokluğunda da siyasal otoriteler dolayımıyla seslenilmektedir. Diğer sözleşmelerde hakların kullanılması ve ihlal edilmesiyle ilgili tüm süreçlerde hak öznesi ve devlet şeklinde doğrudan iki taraf söz konusu iken çocuk haklarının düzenlenişinde aile/yasal vasinin konumu siyasal olarak oldukça ilginçtir. Hakların korunması ve kullanılabilmesi bu mekanizma olmaksızın mümkün değildir. Öte yandan, çocuğun zimmetlendiği bu mekanizma hak ihlali de gerçekleştirebilir olduğu varsayılmıştır. Yani çocuklar söz konusu olduğunda ihlal hem siyasal otoritelerden hem de bu otoriteler karşısında çocuk adına konuşması beklenenlerden gelmektedir. Bu noktada çocuğun oldukça özelleştirilmiş ve aileye kilitlenmiş bir fenomen olmaktan çok doğrudan siyasal müdahalelere çok daha fazla açık bir biçimde tarif edildiğini görmekteyiz. Çocuk adına konuşma ve karar alma hakkına sahip olanların aynı zamanda hak ihlalcisi olabildikleri bir düzlemde çocuğun haklarının gerçek anlamda tanınıp tanınmadığı tartışılması gereken bir başlıktır.

Yaşamın sınırlarının her geçen gün daha da bulanıklaştığı günümüzde, çocuğun yaşam hakkının nerede başladığı ve bittiğine ilişkin tartışmalar, çocuk ile onun adına konuşup karar alma yetkisi tanınanlar arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi yönündeki ihtiyacı da açığa çıkarmaktadır. Özellikle biyolojik anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkiler, genetik haklar ve genetik mülkiyet rejiminin oluşmaya başlaması, çocuk sahibi olmanın çok daha dolaylı ve ticari ilişkiler aracılığıyla mümkün olabilmesi ile çok farklı bir boyut kazanmıştır. Her şeyden önce tıbbi teknoloji sayesinde çocuğun doğmadan önce de doğduktan sonra da müdahale edilebilir, modifiye edilebilir bir hammadde olarak ele alınabilmesi mümkün kılınmıştır. Örneğin LGBT hareketi içinde yeni yeni var olmaya başlayan intersekslerin siyasal sorusu bu tip müdahalelerde karar hakkının tek başına aile/yasal vasi ve sağlık uzmanlarında olmasının yaşam hakkıyla ne ölçüde bağdaştığına ilişkindir. Yaşça büyük olan kardeşinin tıbbi sorunlarına çözüm olarak doğurulan yani en başta yedek organ deposu olarak kurgulanan çocukların sayısı hiç de az değildir. Bu çocuklar herhangi bir sağlık sorunları olmadığı halde oldukça küçük yaşlarda sayısız tıbbi müdahaleye maruz kalmakta ve organlarını kardeşleriyle paylaşmak zorunda bırakılmaktadır. Bütün bu operasyonlar, çocuğun zimmetlendiği aile/yasal vasi, sağlık personeli ve devlet ekseninde, çoğunlukla çocuğun onay ve görüşüne gerek duyulmaksızın gerçekleştirilmektedir.

Henüz doğmamış olsa dahi bir bedenden parçalar alınıp başka bir bedene nakledilebilmektedir. Dolayısıyla yaşam hakkı üzerine tüm bu gelişmeler ekseninde yeniden düşünmek bir zorunluluktur. Çünkü mesele, biyolojik annenin “benim bedenim benim kararım” diyerek sadece kendini merkeze alabileceği bir pozisyonun önemli hak ihlallerine sebebiyet verebileceği bir noktada durmaktadır. Belli bir dönem aynı bedenin paylaşılması noktasında, bedenin “mülkiyetinin” hala biyolojik annenin merkeze konularak ele alınıp alınamayacağı sorusunun oldukça kritik olabildiğini belirtelim. Hamilelik ile birlikte bedende ortaya çıkan tüm değişimlerden sonra, onun hala aynı beden olduğunu iddia edebilmek, düne göre çok daha zor görünmektedir. Bunu, biyolojik annenin kendi bedenine dair karar alma hakkına bir saldırı olarak görmek yerine, basitçe siyasal olarak görmezden geldiğimiz ve yok saydığımız çocuğu (bebekler ve anne karnındaki fetüs) yeniden tarif etmeyle açılabilecek ve bizleri siyasal uzamın yeniden tarif edilmesine götürebilecek bir süreç olarak görmek de mümkündür.

Çocuk hakları sözleşmesinin önemli sorun alanlarından biri de çocukluğun bitiş sınırıdır. Pek çok yasada bu sınır yaş ile belirlenmektedir. Belirli bir yaşa dek ailenin/yasal vasinin denetiminde kalan çocuğun, genellikle 18 yaşından sonra siyasal bir özne olarak kabul edilmesi söz konusudur. Bu yaştan itibaren seçimlerde oy kullanma hakkı ortaya çıkmakta, çocuk hakları sözleşmesinde yer alan kısıtlamalar büyük ölçüde kaldırılmaktadır. Bununla birlikte koruma mekanizmaları da ortadan kalkmaktadır. Koruma mekanizmalarının, var olan siyasal düzlemde, göçmen çocuklar söz konusu olduğunda özel bir önemi bulunmaktadır. Devlet tarafından mülteci statüsü verilen yasal anne ya da babanın kavuştuğu haklar, özellikle sağlık, barınma, çalışma olanakları çocuklar açısından oldukça yaşamsal olabilmektedir. Statü verilmeyen anne babanın çocuğunun kısmen de olsa belli bir yasallık çerçevesinde hakları olabilmektedir. Ancak, yasal statüde herhangi bir değişikliğin olmadığı durumlarda 18 yaş ile birlikte bu haklar bazen yitirilebilmektedir. Yaş sınırının aşılması dışında evlilik de çocukluğun bitişini işaretleyen gelişmelerdendir. Göçmen çocuklar, evlendikleri andan itibaren çocuk hakları sözleşmesinde yer alan belli haklardan ve özel koruma mekanizmalarından faydalandırılmamaktadır. Çocuk hakları sözleşmesinde 18 yaş temel ölçüt olarak alındığı halde, pek çok diğer sözleşmede çocukların evliliği durumunda, bu sözleşmede tanınan hakların deneyimlenmesi mümkün olmamaktadır. 16 yaşında evlendirilmiş göçmen bir çocuk, çocuk hakları sözleşmesindeki pek çok koruma mekanizmasından doğrudan dışlanmakta ve mülteci, sığınmacı gibi bir yasal statü edinmesi giderek zorlaşmaktadır.

Bu denli sert bir geçişin kendisi temsil sorununun da ne denli yakıcı bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır. 4-5 yılda bir, çoğunlukla bizimle uzaktan yakından alakası olmayan bir takım mekanizmalar aracılığıyla belirlenip, sayısı makul bir düzeye indirilen seçenekler üzerinden oy kullanarak çalıştırdığımız bu siyasal düzenek önemli sorun olarak önümüzde durmaktadır. Dünya nüfusunun en az %40’ının 18 yaşın altında olduğu için siyaseten yok sayıldığı ya da kısıtlı bir düzlemde ele alındığı gerçeğinden hareketle, var olan temsil mekanizmalarına yol veren siyasal düşünüş biçiminin bir an önce terk edilmesi gerekmektedir[1]. Basitçe çocukların siyasal katılımının ve görünürlüklerinin arttırılması yönündeki çalışmalar yerine, bizi siyasal özneye ve siyaseten var olmaya dair parametreleri yeniden düşünmeye itecek, siyasal yaşamı yeniden kurgulamamıza sebep olacak tartışmaları hızlandırmamız çok daha anlamlıdır.

 

DİPNOTLAR

[1] Milyonlarca çocuk çalışmakta ancak sendika üyesi olamamaktadır. Bir dönem taşeron işçilerin varlığının kabul edilerek sendika üyesi yapılmasının, taşeron çalışma biçimini meşrulaştırabileceği gerekçesiyle ertelendiğini deneyimlemiştik. Benzer bir durum kayıt dışı çalıştırılan işçiler için de söz konusudur. Yasal olarak çalıştığı kabul edilmeyen/onaylanmayan çalışanların örgütlenme, grev, toplu pazarlık gibi hakları hangi düzlemde ele alınacak? Bugün milyonlarca çocuk oldukça kötü koşullarda çalıştırılmaktadır. Çocuk işçiliğini bir de sendikal haklar üzerinden yeniden ele almakta fayda var. Ekonomik üretimde bulunabilenlerin siyasal mekanizmalardan bu denli dışlanmalarını meşru kabul etmek pek mümkün görünmemektedir.