Politika ve duygular söz konusu olduğunda en çok akla getirilen, en çok çağrılan duygulardan biridir umut. Karanlık, karamsar zamanlarda daha eşit, daha adil, daha özgür, başka bir dünya yaratma fikrinin peşine düşüren, güç veren, harekete geçiren duygu. Peki, sadece bir duygu mu? Bu soruya cevap ararken “Henüz hiç Olmamış’ın, mümkün bir Yeni’nin görevlisi olarak bilimlerin tarihinde yer almayan” umudu, onun felsefi ve politik tarafını keşfeden Ernst Bloch’un Umut İlkesi kitabına başvurmamak mümkün değildi. ‘Umut’un bir duygu olmanın ötesinde ne anlama geldiğini, işlevini, bugün için önemini, kitabı Almanca aslından çeviren Tanıl Bora ile konuştuk.
SELBİN YILMAZ: Umut denince akla ilk elde Ernst Bloch’un Umut İlkesi kitabının gelmemesi mümkün değil. Bu kitabı Türkçe’ye çevirdiğiniz için de oradan başlayalım istedik. Ernst Bloch, neredeyse bütün çağdaşlarının, hatta dostlarının tümüyle melankoliye ve karamsarlığa kapıldığı bir çağda nasıl oluyor da umut üzerine yazıyor? Onu umut üzerine düşünmeye, yazmaya iten nedenler ve hatta duygular nelerdir?
TANIL BORA: Bence de Bloch’u anlamak için, onun nasıl bir duygu mevsiminde yazdığını düşünmenin yararı olur. Daha doğrusu, hangi duygu mevsimlerinden geçtiğini düşünmek… Her iki dünya savaşını ve ikisinin arasındaki o dehşetli dönemi yaşamış bir adam, bu. Nazizmin yükselişini ve yenilgisini, Soğuk Savaş’ı yaşamış, 68 “olayına” ve ömrünün son deminde de 68’in artçısı olan toplumsal hareketlere tanık olmuş. Korku ile ümit arasında salınmak için çok fırsatı olmuş, anlayacağınız! Toplamda, Sovyetler Birliği’nin “çıkışından” itibaren komünizmin somut ve yakın bir proje olarak belirişi, gözünü kamaştırmış. Sonraki yenilgiler ve hayal kırıklıklarının da yok edemediği bir kamaşma bu. Çünkü o noktalarda da sosyalizm için yeni arayışlardan güç bulmuş. Frankfurt Okulu veya Eleştirel Teori düşünürleri, -Amerika’daki Marcuse hariç-, 68 hareketine kaşlarını çatarak bakarken, onun coşkuyla destek vermesi bunun önemli bir örneğidir.
Bloch’un Almanya 68 öğrenci hareketinin lideri, -sonradan suikasta uğrayıp kurtulan-, Rudi Dutsckhe’yle yan yana çimlere uzanmış çok tatlı bir fotoğrafı vardır, -Dutschke’nin yeni doğmuş oğlu Josea Che de yanlarında. Bloch, 1957’de Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ndeyken reel-sosyalist rejim tarafından, 68’de de Federal Almanya’da sağcı basın tarafından öğrencileri kışkırtmakla suçlanmıştı! Bloch 68’de Batı’nın müreffeh toplumlarında “kopan” isyanı, kendi sözleriyle, “rutinin, hayatın donmasının, yağ bağlamasının sıkıntısı” ile açıklıyordu. Anlamsızlığın verdiği hoşnutsuzluk, insanları bir arayışa itiyordu ona göre. Bloch’un, Goethe’nin bir mektubundan aktardığı sözle, “daralan göğüslerinde bir yer açma” umuduyla harekete geçiyorlardı.
Ama tek kaynak yaşanan tarih ve deneyim değil. Onun hep umuda tutunma duygusunda, filozofluğunun payını unutmamak gerekir. Tarihe tepelerden bakıyor, bir ezel-ebed ufkundan bakıyor. Aktüaliteye fazla da takılmıyor yani. Filozofluğuna, “teolojik” denen tavrını ve üslubunu da ekleyelim. Biliyorsunuz, adeta dinî bir hava var Bloch’ta. Bir çeşit “iman” var. Materyalist bir iman.
DEMET SAYINTA: Umut, Bloch için bir duygu ya da bir ruh hali değil. Bu nedenle onu “umut ilkesi” olarak adlandırıyor. Bu anlamda umudu, bir varlık meselesi haline getirdiğini, bir tür ontolojik umuttan bahsettiğini söyleyebilir miyiz? “Ontolojik” sözcüğü, oldukça sık bir biçimde duygular alanında kullanılmaya başlandı, ontolojik hınç gibi ya da ontolojik öfke gibi. Bu bir anlamda bu tür duyguların “nesnesi” olmadığına da işaret ediyor. Duygunun yöneldiği somut bir nesne ya da kişi olmadan, tamamıyla varlığı kuşatmış bir biçimde hüküm sürmesi. Bloch’un umuda yüklediği de böylesi bir varoluş hali mi?
TANIL BORA: Bu dediğiniz, Bloch’un maruz kaldığı bir eleştiridir, tabii. Umudu ontolojikleştirdiği, öznesiz-nesnesiz kıldığı… Eagleton mesela, o güzel küçük kitabında, İyimser Olmayan Umut’ta, bu eleştiriyi getirir. Doğrusu biraz da zalim bir dille yapar bunu. Ben oradaki çatışmanın, biraz da, İngiliz serin ampirisist-rasyonalist düşünce geleneğiyle Alman romantizmi arasındaki uyuşmazlıktan kaynaklandığını düşünüyorum. Ben de bunu ontolojikleştirmeyeyim tabii şimdi! Elbette bu iki düşünürü bu düşünsel ve kültürel geleneklere mıhlamıyorum, ama zihniyet dünyası bakımından, arkadan arkaya kendini hissettiren bir gerilim olduğunu da sezinliyorum.
Ama tamam, kabul, bu “cürmü” atfedebiliriz Bloch’a. Evet, bu terimle olmasa da, insanın “özü” gibi bir şey olduğunu düşünüyor. İnsanın, ütopyaya yetenekli bir canlı olduğunu; umut edip umudunun peşinden gitmenin, onu insan yapan hususiyetlerden biri olduğunu düşünüyor. Umut İlkesi’nin ilk cümlelerini hatırlatayım: “Başlangıçtan itibaren, arar insan. Son derece haristir, bağırır. İstediğine sahip değildir.” Bloch, bu yetmezliğin, yetinmezliğin, aramanın, insanın “özü” olduğunu düşünüyor.
Ama Eagleton’un adeta boş lâf muamelesi yaptığı çabayı da harcamayalım. Bloch’un bu “özcülüğü” materyalist bir çerçeveye oturtmaya azmettiğini göz ardı etmeyelim. O, bu üzerine konuştuğumuz ontolojiyi, “Henüz-Varolmayan’ın ontolojisi” diye tanımlıyor. Yani tarihsel deneyim içinde, eylemle mümkün kılınabilecek, kuvveden fiilen çıkartılabilecek olanın ontolojisi. İhtimal dâhilindeki İmkân’ın ontolojisi. Oluş’un süreçselliğine, varlığın oluş halinde olmasına dayanıyor. Aslında, iradeyi, maddî şartlarla, maddî şartların açtığı veya sezdirdiği olanaklarla alış veriş içindeki iradeye dayanıyor. İradeyi, bir tarihsel üretici güç gibi görüyor. İrade etkenini şunla da beraber düşünelim: güncel bir tarihçi-teolog yorumcusunun, Rolf Bossart’ın belirttiği gibi, Bloch’ta umudu güven verici bir rehavet kaynağı olarak düşünmemelisiniz, umut bir cür’ettir.
SELBİN YILMAZ: İnsana ya da varlığa içkin bir umut fikrini, bugün türlü nedenlerle, özellikle apolitik olduğu düşünüldüğünden, pek de itibar etmeyeceğimiz “iyimserlik”ten ayıran ne olacaktır? Elbette ki Bloch’un bir ilke olarak sunduğu banal bir iyimserlik ya da bir mizaç olarak iyimserlik değildir. Ancak tıpkı bir mizacın değişmezliği gibi, mutlak bir umuttan bahsederek, önümüze itikat meselesini getirmiş olmuyor mu? Bizi nasıl bir teolojik ve metafizik meseleyle karşı karşıya bırakıyor?
TANIL BORA: Bir Alman Protestan teolog, Peter Steinacker, onun hakkında “Tanrı aşkına ateist”, veya “Tanrı rızası için ateist” demiş! Biliyorsunuz, Bloch’un Veysel Atayman tarafından Türkçeye çevrilen Hıristiyanlıktaki Ateizm kitabının şiârı şöyle: “Ancak bir ateist iyi bir Hıristiyan olabilir, ancak bir Hıristiyan iyi bir ateist olabilir.” Dinî düşünüşte, imanla imansızlık arasında bir diyalektik olduğu, şüphe olmadan “sahih” bir iman olamayacağı fikri vardır. Bloch, bir bakıma bunu ters çevirip Marx’ın tabiriyle “ayakları üstüne oturtuyor”.
Sahiden, Bloch’un, metafiziği ayakları üzerine oturtmak gibi bir derdi var. Maddeci bir metafiziğin peşinde. Meta-fizik kavramını, adı üstünde, hali hazırda madden mevcut olanın ötesine geçmek, onu aşmak olarak anlıyor. Maddeye sığmaz, maddeyle alâkasız, gayrı maddî anlamında değil; hâlihazır maddî şartların içinde barındırdığı fakat henüz açığa çıkmamış, henüz kemale ermemiş imkân olarak. Kuvve olarak. Bloch’un da bir yerde kullandığı deyişle, “yaşanan anın karanlığının metafiziği” değil, yine onun tabiriyle “ucu açık olanın metafiziği”… Bu metafizik, onun gözde kategorileri olan “Henüz-Bilincinde-Olmayan” ve “İmkân”a açılan yer. İmkân/Olanak, yani kuvve.
DEMET SAYINTA: Böylesi bir metafiziğin, deneyimle ve olgularla ilişkisini kurmak güç gibi… Ampirik olan pek çok şeyde –masallarda, mitolojide, dinde, gündelik hayatta- umudun içerildiği bir moment gören Bloch’un bir ilke olarak umut anlayışı, umudun tüm bu deneyimlerle bağını güçlendiriyor mu, koparıyor mu sizce?
TANIL BORA: Kesinlikle deneyime geniş, çok geniş bir alan açıyor. Henüz-Bilincinde-Olunmayan’ın, “Daha/Henüz-Değil”in sırrına ermeyi sağlayacak olan, deneyimdir. Bütün o malzeme, işte masallar, meseller, hikmetler, gündelik hayattaki gündüz düşleri… Bunlar arayışa sevk edebilecek, harekete geçirebilecek, deneyimin önünü açan itkiler olarak değerlidirler. Umut İlkesi’ndeki (1. Cilt, 18. Bölüm) ifadesiyle, arzu imgeleri, deneyim için “ateşleyici ve emsal oluşturucudur,” deneyimin “taşıyıcı imgeleri, imgesel levhalarıdır”. Bloch’ta bu imgelerin işlevi, yine onunla ilgili çalışmalarda dile getirildiği gibi, “geleceği hatırlamak” gibidir. Bir İmkân’ın ışığını parıldatır. “Henüz-Varolmayan’ın ontolojisi”ni hatırlayalım. Bu bakış açısından yol, hedefin aracı değil, hedefin kendisidir. Vaclav Havel’in bir sözüne rastladım, şöyle: “Umut, bir şeyin iyi bir neticeye varacağına kanaat getirmek değil, bir şeyin, neticesi ne olursa olsun anlamlı olduğundan emin bulunmaktır.” Bloch’a da uyar bu!
SELBİN YILMAZ: Netice ne olursa olsun umut… Örneğin barışın, adaletin, eşitliğin, özgürlüğün sağlanacağına dair inancımız/umudumuz olmasa da, bu değerlerin kendisine hala umut besleyebilir, bu değerlerden vazgeçmeyebiliriz. Bu anlamda umudu ahlaki bir yönelim olarak mı ele alıyor Bloch?
TANIL BORA: Kendisiyle yapılan son söyleşide, tam da bunu söylüyor! Arno Münster’in yaptığı söyleşidir bu, Türkçede Uraz Aydın çevirisiyle yayımlandı, yine Uraz Aydın’ın derlediği, Habitus’tan çıkan Ernst Bloch’la Söyleşiler kitabında. Bloch orada, adeta provokatif bir tavırla, ahlâkla sosyalizmi neredeyse eş anlamlı kullanıyor hatta. Hayatın, insan ilişkilerinin, dünyanın, daha “iyi”, daha özgür, daha eşitlikçi ve adil olması gerektiği ideali ise ahlâk dediğimiz, bunun sosyalizmin esası olduğunu söylüyor.
Bu, hayli geniş mezhepli bir sosyalizm yorumu olarak görülebilir. Bloch’un meşrebi de biraz öyledir. Bir yandan Marksizme sadakat gözetir, Marx, temel referansıdır, şüphesiz. Bununla beraber, mesela devrimci özne olarak, “teknik”-iktisadî bir proletarya tanımından ziyade, hayli geniş ve gevşek bulunabilecek ve ahlâkî bir tınısı olan, “ezilenler” mefhumuna dayandığını görürüz. O, “teknik” bir emekçi-proleter terimiyle beraber veya onun yerine, eş anlamlı gibi, kendisinden aktarayım: “ezilenler, zahmetkeşler ve sırtına yük vurulanlar, aşağılananlar ve horlananlar” tabirini kullanır. 1830’larda Paris’teki mülteci Alman sosyalist işçilerinin kurduğu derneği hatırlıyor bu tabir: Horlananlar Birliği – veya Aşağılananlar Birliği. Sonra Marx etkisiyle Komünistler Birliği olacak adı. Bloch zaten sosyalizm içinde aşılmış sayılan, ütopyacı sosyalist, “erken” sosyalist diye tanımlanan geleneği bir kenara atmaz. Bizim konuştuğumuz noktada önemli olan, sosyalizmi, “kitabî” sınıfsal konumlanmaların ve tariflerin ötesinde, tarihsel İmkân’ın ötesinde, ahlâkî bir tercih olarak da temellendirmesi…
DEMET SAYINTA: Bloch’un düşünceleri Walter Benjamin’i akla getiriyor. Benjamin’in karamsarlığını ya da iyiliğin ve iyimserliğin tüm mistifikasyonlarına karşı uyanık kalarak “kötümserliği örgütlemek” fikrini düşündüğümüzde… Oldukça farklı iki halet-i ruhiye gibi… Ama yine de ikisini birlikte okumak mümkün görünüyor gibi…
TANIL BORA: Zaten biliyorsunuz, çok iyi arkadaşlar, birbirlerini çok sevmişler. Bloch’la Benjamin’in en gür akan ortak pınarı, Mesihçi düşünce. Mesihçiliği, devrimci yönelişin, köklü dinî gelenekler içinde soluk alıp veren ezelî-ebedî bir kaynağı olarak görüyorlar ikisi de. Yine ikisi de, geçmişin imgesel, mitsel çer çöp yığını içinde, özgürlükçü bir muhayyileyi besleyecek bir şeyler aranmayı seviyorlar.
Kötümserliğe, karamsarlığa gelecek olursak… Evet, dediğiniz gibi ikisi arasında belirgin bir fikrî meşrep farkı var. Bloch, iyimserlik kelimesini kullanmaz, iyimser olmaktan bahsetmez. Umudu iyimserlikten başka bir şey olarak koyar. Umut, iyimserlikten farklı olarak aktiftir, iradeye yakıt verir ve “keşke”nin değil “eğer”in peşindedir, İmkân’ın peşindedir. Zaten şimdiye kadar konuştuk bunları. Bloch iyimserlik vaaz etmez, iyimserliğin lâfını bile etmez ama bir iki yerde kötümserlikten bahseder, olumsuz söz eder, kabullenmez kötümserliği. Bahsettiğim o son söyleşisinde, gerçi nihilizm için söylüyor ama bunu karamsarlığa da uyarlayabiliriz zira karamsarlık bağlamında bir konuşma içinde söylüyor: “Nihilizm karın doyurmaz,” diyor, şöyle tamamlıyor: “Bunun ötesinde, acıkmayı önler. Ve açlık, elimizde kalan en iyi şey.”
Aynı söyleşide, “umudun gerçekten umut olabilmesi için hayal kırıklığına uğramış olması lâzım,” diyor bir de. Yani Bloch “kötü” tecrübelere de açıktır, yenilgileri, duvara toslamaları görmezden geliyor değildir. Umudun inşasında, bu yıkıntıların tuğlalarını da kullanacağızdır, hatta onlarsız yapamayız, diye düşünüyor. Ama netice çıkarmalı, öğrenmeli ki, yeni bir şey inşa edilebilsin.
SELBİN YILMAZ: Ulus Baker’in de deyişiyle “başkalarının rüyalarından kurtulan,” dünyanın pek çok yerinde eylemler, örgütlenmeler, ortaklıklar birer parıltı gibi kendilerini gösteriyorlar. Bu anlamda, bu türden “yeni” politik hareketler için ne söylersiniz? “Henüz-Var-Olmayan”ın fiiile geldiği anlar mıdır bunlar? Üstelik mizahı sarsıcı, romantizmi radikal, rüyası gerçekçi… Peki, sol gerçekten bu duygulara -bugün- ayak uydurabiliyor mu? Buradaki umudu taşıyabiliyor mu?
TANIL BORA: İşte ne güzel söylüyorsunuz… birer parıltı gibi. Yer yer… anlık… fragmanlar halinde. Peki bunları tatlı hatıralar olmaktan çıkartarak güçlü bir alternatifin yolunu açmak için, fragmanlardan filme geçmek için ne lazım? Evvela farkına varıp kadrini kıymetini bilmek lazım… Nasıl yapılabilmişti, nasıl olabilmişti, salim kafayla idrakine varmak lazım… Bunları söyleyebiliyorum. Program yazmıyorum tabii burada, sesli düşünüyorum. Zaten bütün bunlar çok iyi akledip programlayarak değil, tecrübe ederek, yaparak olabilir.
Bir de… fragmandan filme geçme mecazı kullandım ya demin – belki de yanlış mecaz bu. Ulus Baker’den bahsettiniz, onun “montaj” kavramına yüklediği anlamı da bilirsiniz. Ulus, “montaj düşünce” ile, iki imge arasındaki aralıkta, devamlılıkta veya bağıntıda, o “aradaki” görünmeyen, fark edilmeyen şeylere bakmayı kastediyordu. Gözümüzün iliştiği veya hafızamıza yapışan fragmanları alışıldık şekilde arka arkaya dizmeye konsantre olmak yerine, belki onları başka türlü dizmeyi düşünmek lazımdır, belki dahası, onları parçalı ve dağınık halleriyle “ciddiye almak” lazımdır. Fragmanlara ve onlar arasındaki boşluklara daha dikkatle, fikrî ve politik emek vererek bakmak lazımdır.
DEMET SAYINTA: Hocam, umut üzerinden Türkiye’ye bir bakış atsak: Umut etmeyi, adalet, özgürlük ve eşitlik idealleri üzerinden düşünüyoruz hep. Öte yandan umut, tıpkı korku gibi “duygu siyaseti” olarak adlandırabileceğimiz manipülatif yöntemlerin temel araçlarından biri. Öyle ki AKP’nin bugüne dek göz ardı edilmiş, yalnızlaştırılmış, sesleri kısılmış kimselere bir vaat sunduğunu, geleceğe dair umut verdiğini düşünürsek… Ne var ki, bir kesimin umudu diğerlerinin karamsarlığı, umutsuzluğu oldu. Son 16 yıldır iktidar olan AKP hükümetini ve anlamını gittikçe yitiren söz konusu idealleri göz önüne aldığımızda Bloch bize ne söylerdi? Umudun işlevsel hale gelmesi, işe koşulması Bloch’un eleştirisine mi maruz kalır, yoksa bunu bir başarı olarak mı görür?
TANIL BORA: Umudu öyle “sıfır toplam oyunu” gibi düşünmeyelim bence! Bir sıfır toplamlı oyun varsa, bunu bir tarafın umudu, öbür tarafın umutsuzluğu gibi değil de; bir tarafın hıncı ve hıncını çıkarma tatmini, öbür tarafın bu hıncın hedefi ve mağduru olması diye anlarız gibi geliyor bana. AKP iktidarının kitle dinamiğini anlamakta duygu politikasının rolünü ve duygusal bir kaynak olarak hıncın payını, Nagehan Tokdoğan Yeni Osmanlıcılık kitabında ne güzel anlatıyor…
Bu arada şunu söylemeden geçmeyeyim: zikrettiğiniz “duygu siyaseti”nin önemini muhakkak vurgulamak istiyorum. Politik “doğrumuzu” akıl-duygu karşıtlığına, -yani bu demektir ki, duygu karşıtlığına!- havale edemeyiz.
Devam edelim… Hınçtan bahsediyorsak – ki AKP’nin politize ettiği, manipüle ettiği, seferber ettiği yegâne duygu bu değil elbette ama özellikle son birkaç yılında sanırım başrolde bu… hıncın karşıtı nedir, onu düşünelim. Tabii karşı-hınç da olabilir, ama galiba umut yaratmak bakımından pek verimli bir kaynak olmaz o! Bazı siyaset felsefecilerine göre hıncın karşıtı, muarızı, alicenaplıktır, cömertliktir, vericiliktir. Alicenap bir alternatif, ama fazla alicenapça ve fazla ahlakçı olabilir – Bloch’a göre bile! Bana, Deleuze’ün Nietzsche’den hareketle yaptığı çözümleme daha ilham verici geliyor. Batı dillerinde hınç Resentiment’tir, yani Deleuze’ün de hatırlattığı gibi, Re-sentiment, yeniden-duygulanım, yani evvelde hissedilmiş bir duygunun tekrarlanması, ona sürekli geri dönülmesi, ondan kurtulamamak, böylece “orijinal” duygunun artık acılaşması. O zaman, belki de Re-sentiment’in karşıtı, Sentiment’tir; “halis” duygu! Belki, hıncın karşısında, duyguları “salim” bir şekilde seferber etme becerisini geliştirmeye ihtiyaç var. Ki bunu pekâlâ becerenler de yok değil.
Bloch’a kulak vermek istesek, sanırım, böyle bir yerleri kurcalardı; ezilenlerin, horlananların umutlanmasını sağlayan o “daha iyisini özleme” duygusunun üzerindeki kiri, boyayı silip onu ortaya çıkarmayı arardı, hep.
SELBİN YILMAZ: Son olarak, duyguları ele aldığımız bu sayı için ve biraz da umutlu bir son için: Sizce umudun içerdiği, beraberinde getirdiği başka duygular var mıdır? Örneğin, sadakat (dünyaya ve insanlara), sevgi, güven, arzu, cesaret, sabır ve belki tevazu… Tevazu; başımıza gelen tüm kötülüklere rağmen bir tür ağırbaşlılıkla onu kabul ederek ama yine de umudu kaybetmeden; kırılganlığımızın farkında olarak ama yine de Henüz-Var-Olmayan karşısında, olanaklı olan sonsuz sayıda deneyim karşısında bir açıklıkta durarak…
TANIL BORA: Ne kadar güzel, bu söylediklerinize ancak “eyvallah” derim! Bunlara muhakkak sebatı da eklemek isterim. Umut bana öncelikle sebat etmeyi çağrıştırıyor. Umut ilkesinin, sonuç kadar, sonuçtan önce süreçten, oluştan kâm alması, budur işte. Bloch, Umut İlkesi’nde insanın “özü” için balmumu imgesini kullanıyor bir yerde veya “çekirdeğimiz”den bahsediyor… Türlü türlü biçimlenmeye açığız. Yine Bloch’un söyleyişiyle, “deneye açığız.” Umut, her şeyden önce, bu vasfımızın ayırdına varmak demek. •