Yarım yüzyıl önce patak veren ve dünyayı sarsan, ‘68 isyanından bugün akılda kalan resmin içinde Paris, gençlik isyanı, “kaldırım taşları” gibi kimi parçalar etkin bir yeğinliğe sahiptir. Halbuki ‘68 Olayı ne Paris ile sınırlıydı, ne de gençlikle… Dahası 68’ Olayı kitle eylemleri sönümlendikten sonra da etkisini 1970’ler boyunca sürdürmeye devam etti. Bu etki, birçok açıdan hala devam ediyor…
Zamanda bir kırılma
Zaman birbirini izleyen birimlerle, homojen olaylarla akarken, aniden kırılır ve içeri daha önce olmayan olasılıkları kapsayan bir “sonsuzluk ve kaos” girer. Zaman bir süre bu sonsuzluk ve kaos içinde kalır. Orada insanlar, her şeyi, “şeylerin andaki durumunu” değiştirebileceklerini düşünür. Sonra kırılmayla açılan çatlak kapanır ve birbirini izleyen birimler ve yeknesak olaylar, kimi zaman başka bir kanalda yeniden akmaya başlar.
‘68 Olayı sıradan bir isyan değildi, en azından dört nedenden dolayı böyle bir tarihsel kırılmayı temsil ediyordu.
Birincisi: ‘68 Olayı, yaşandığı 68-73 aralığı, kapitalizmin II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan “düzeninin”, egemen sermaye birikim rejiminin (fordizmin), düzenleme sisteminin (merkezde ulusal Keynes’cilik çevrede ithal ikamesi) tükendiği, yapısal krizinin başladığı andı. Aynı anda, o ekonomik düzeni kuran ABD hegemonyası da gerilemeye başlıyordu.
İkincisi, bu nedenle, ‘68 salt Fransa’ya ilişkin bir olay değildi. ABD’de sivil haklar hareketi, savaşa karşı protestolar, Woodstock, Latin Amerika’da gerilla hareketleri, Şili’de Allende’nin yükselişi, Almanya, İngiltere’de, İtalya’da toplumsal hareketler, grevler, “Prag Baharı” gibi eylemler. Uzakdoğu’da, Endonezya’da, Tayland, ve Japonya’da öğrenci-işçi hareketleri, Çin’de Kültür Devrimi atılımı, Vietnam Zaferi… Türkiye’de de, TİP, Fikir Kulüpleri, Federasyonu, Devrimci Doğu Kültür Ocakları bir yanda, 15-16 Haziran olayları diğer yandan, aşağıda, üçüncüde değindiğim kesişmeye benzer bir durumu kısmen de olsa sergiliyor, ortak bir evrenselliği paylaşıyordu.
Üçüncüsü, ‘68 Olayı’nda, kapitalizme yönelik estetik-bedene ilişkin (özgürlük talebi, eşitlik talebi otantik olmayanın reddi, tüketim kültürünün reddi, ekolojik, cinsel sorunların, farklı olanın tanınarak kabulü, ırkçılığının dışlanması) ve toplumsal (bencilliğin reddi, baskı ve sömürüye itiraz) eleştiriler birleşiyor, böylece, öğrencilerin ve entelektüellerin kapitalizme yönelik eleştirileri, kadın, LGBTİ hareketleriyle, işçi hareketinin eleştirileriyle birleşiyordu. Paris ‘68, salt bir öğrenci isyanı olmaktan çok öte Fransa tarihinin en büyük, dokuz milyon işçiyi kapsayan, kendini sendikal bürokrasinin iradesinin dışına taşan fabrika işgalleriyle gösteren, hayatı ve toplu taşıma ve iletişim kanallarını sık sık, birçok alanda tıkayabilen bir genel grevdi de aynı zamanda.
Dördüncüsü, ‘68, tüm devrimci enerjisine karşın, daha sonra, özellikle 1980’lerde belirginleşeceği gibi 1917’de başlayan bir devrimci dalganın da sonunu temsil eden adeta bir “Kuğu şarkısı”ydı.
Uzun ’68
Diğer bir deyişle, 68-73 patlamasıyla sınırlı kalmayan, bir “uzun ‘68”, salt ekonomik olarak değil, siyasi ve kültürel olarak da, tarihte bir sayfayı çeviriyordu.
Sermaye açısından artık yeni bir ekonomik model, düzenleme sistemi, tüketim tarzı ve bunları topluma kabul ettirecek kültürel değerler gerekiyordu. Bunlar, uzun 68 biterken, 1980’lere geldiğimizde karşımıza neo-liberalizm, post-modernizm, bireysel özgürlük ve özgünlük arzularının sermaye tarafından edinilerek reklam endüstrisinin hizmetine verilerek, emek düzenleme sistemlerinin, işletmecilik modellerinin yeniden yapılandırılmasında kullanılarak araçlaştırılması biçiminde çıkacak, “isyancılar piyasası”, “pembe piyasa”, “hazlara dayalı” tüketim modeli gibi kavramlardı.
Çevre ülkelerde emperyalizme bağımlı işbirlikçi sermaye, bu yumuşak geçişi başarmasına olanak verecek düzeyde ve derinlikte örgütlü değildi, toplumun rızasını kolaylıkla kaybedebiliyordu. Buna iki kutuplu dünyanın jeopolitiği de eklenince, 1970’ler, 80’lerin ilk yıllarına kadar askeri diktatörlüklerin, solu, işçi hareketini, fiziki olarak likide eden katliamların yılları oldu.
Sermaye tarafı kendini yeniler, yapısal krizi yönetmeye başlarken, sol kanat aynı başarıyı gösteremedi. Bu başarısızlığın nedenlerini, tatmin edici bir biçimde burada tartışmak olanaklı değil. Ama kimi saptamalar yapılabilir sanıyorum.
Yeni bir sayfa ve solun sorunları
‘68 Olayı’nda, özellikle Fransa’da ama Türkiye’de de bir önceki dönemin örgütlenme biçimlerine, siyasi çalışma ve devrim anlayışlarına karşı eleştirel tutumların, yeni arayışların ortaya çıkmaya başlaması, bir dönemin bittiğine işaret ediyordu.
Diğer bir değişle Taylorist-Fordist modelin kitlesel ve homojen, Weberyen bürokratik yapılanmalarda örgütlenmiş bir işçi sınıfının örgütsel ve kültürel özelliklerine karşılık gelen “demokratik merkeziyetçi-bürokratik” siyasi örgütlenmeler, sendikalar, bu modelin krizi içinde, yeni teknolojilerin getirdikleriyle birlikte değişmeye, dağılmaya yeniden yapılanmaya başlayan işçi sınıflarının dinamiklerine uyum sağlamakta zorlanıyor, hızla meşruiyet, kadro, taban kaybederek zayıflıyorlardı.
Sol hareket ne bu sürece, ne de ‘68’in işçi hareketiyle birleştirmek üzere gündeme getirdiği kadın hareketinin, LGBTİ hareketinin taleplerine, ırkçılık sorunlarına uygun refleksleri geliştiremedi. Böylece, başlangıçta işçi hareketini, sınıf teorisini zenginleştirmek için gündeme gelen bu talepler kısa sürede, dönüştürücü aktör olarak işçi sınıfını önce geri plana ittiler, sonra da onun yerine geçtiler.
Farklılıkları tanımayı ve ayrımcılığa karşı mücadeleyi gündemine alırken sol, gelir dağılımındaki adaletsizliğe, ekonomik eşitsizliğe, sömürüye karşı mücadeleyi ya unuttu, ya da salt buna sarılarak ayrımcılığa karşı mücadelenin gereksinimleriyle ekonomik eşitsizliğe karşı mücadele arasındaki organik bağı görmezden gelmeyi seçti.
Bu başarısızlıkta bir önceki dönemin artık etkisini hızla kaybetmekte olan çalışma tarzı ve örgütlenme biçimlerine ısrarla sadık kalma çabasının önemli bir rol oynadığını da kabul etmek gerekir diye düşünüyorum.
‘68’in devrimci dalgası geri çekilirken, kapitalizmin kültürel eleştirisi ile ekonomik eleştirisi giderek birbirinden ayrıldı. Kapitalizmin, ekonomik eleştirisi özellikle 1989’dan sonra, “küreselleşme” söyleminin etkisi altında gündemden çıkarken, kültürel eleştiri alanında post modernizmin egemen olması da önemliydi. Solun 1989’da yaşanan şeyin niteliğini açıklamaktaki yetersizliği ya da isteksizliği, ‘68 sonrası, dalganın geri çeklime dönemine uyum sağlamasını büyük ölçüde engelleyen önemli bir etken oldu.
Bir diğer etken de solun, dünyanın anlaşılması ve tanımlanması bağlamında neo-liberalizm ile post modernizm arasındaki benzerlikleri görmezden gelmesi, liberal demokrasinin çekim alanına girerek, demokratizmi benimsemesiydi.
Sol, siyasi faaliyetin doğası gereği iktidarı hedef alması gerektiğini, bunun devletle karşı karşıya gelmek olduğunu, devletin etkin ve acımasız bir şiddet aracı olduğunu adeta unutmuştu.
Sol, bu unutkanlıkla, “siyasi şiddet” kavramını teorik alet çantasından çıkardı. Bir kez bu “alet” çantadan çıktıktan sonra, sol siyasi faaliyeti (iktidara yönelik faaliyeti) destekleyecek söylem tutarlılığını kaybetti. Demokratizm, düzenin sınırları, işleyiş biçimi, devlet şiddetinin kabulü giderek egemen oldu.
Devlet şiddet araçlarını, cezalandırma, denetleme ve disiplin araçlarını sürekli geliştirir ve keskinleştirirken, sol adeta gittikçe demokratik bir ortamda yaşadığına, “sınıf iktidarlarının” barışçıl yöntemlerle el değiştirebileceğine inanıyormuş (!?) gibi yaşamaya başladı.
Türkiye’nin uzun 80’leri
Buraya kadar anlattıklarım, ‘68’in ve sonrasının evrensel özellikleri olarak düşünülebilir. Bu evrensel özellikler içine, Türkiye sol hareketinin kendi özgünlüklerini de yerleştirmeyi (yerimizin sınırları içinde kalarak-yetersiz olacağını bilerek) denersek sanırım 80’ler öncesi ve sonrası olarak iki dönem düşünmemiz gerekir.
80’ler öncesi, ‘68 Olayı’nın evrensel etkilerinin tüm şiddetiyle yansıdığı bir dönem oldu. Sol hareket içinde SSCB ve Stalinizm ve Çin ve Maoizm deneyleri dışında, el yordamıyla da olsa önemli arayışlar ortaya çıktı. Bu arayışların, sağlıklı bir refleksi ifade etmekle birlikte, Türkiye kapitalizminin gelişme düzeyini azımsadığını, Vietnam, Çin ve Latin Amerika deneyimlerinin halkçı, hatta köylü sınıflara işçi sınıfından daha öncelikli bir anlam atfetme eğilimlerinin etkisi altında kaldığını, sol popülist/devrimci biçimler sergilediğini, doğru bir yönde eksik adımlar olduğunu sanırım söyleyebiliriz
İkincisi Türkiye’de solun refleksi, birçok açıdan ‘68 deneyimiyle uyumlu olmakla birlikte, bu reflekste, kapitalizmin estetik eleştirisinin, bireysel özgürlükler, kadın hareketinin, LGBTİ hareketinin, çevreci akımların yansımalarının, bu alanlara ilişkin siyasi taleplerin teorik tartışmaların oldukça zayıf kalmış olduğunu gözlemleyebiliyoruz.
Türkiye solunun deneyiminin bir diğer farkı da, 70’lerin sonunda ve 80’lerin başında iki askeri darbe yaşamış olmasıdır. Türkiye solu birinci darbeden büyük ölçüde kapasitelerini koruyarak çıktı ama ikinci darbenin şiddetine dayanamadı.
İkinci askeri darbeyle birlikte uzun 80’ler olarak nitelemek istediğim bir gericilik döneminin giderek yerleştiğini ve sol hareketin bu döneme intibak edemediğini hala uygun tepkiyi geliştiremediğini düşünüyorum.
Uzun 80’lerin sol açısından, fiziki yıkımın dışında, öncelikle üç etkisinden söz edebiliriz.
(1) Kürt siyasi hareketi, Diyarbakır tutuk evindeki vahşetin de etkisiyle adeta bir patlama yaparak ülkenin yaşamına girdi.
(2) Askeri rejim sol hareketi bastırdıktan hatta imha ettikten sonra, İslamcı akımların önünü açtı. 1980’lerin neo-liberalizminin verili bölüşüm ilişkileri üzerinde yaptığı tahribat hem Kürt hareketinin hem de Siyasal İslam akımının kitleselleşmesine büyük katkıda bulundu.
Böylece, 1990’lara gelindiğinde sol hareket hem kitleselleşmiş ve şiddet araçları kullanmaktan çekinmeyen bir Kürt hareketinin hem de belirgin biçimde yükselmeye başlayan Siyasal İslam’ın getirdiği sorunlarla karşı karşıyaydı.
Sol hareketin uzun 80’lerden çıkamamasının başlıca nedenlerinden birinin bence Kürt hareketiyle ilişkilerini, diyalogunu ve eleştirilerini düzenleyememiş olması, siyasal İslam’ın yükselişini de tanıyamamış olmasıdır. Öbür nedeni de, gerek Kürt hareketiyle ilişkileri gerekse de Siyasal İslam’a yönelik tavrı bağlamında, düşünme süreçlerini ve çalışma tarzını, Liberal entelijensiyanın etkilerinden koruyamamış olmasıdır.
(3) Uzun 80’lerin sol üzerindeki etkilerinin üçüncüsü, liberal entelijensiya ile ilgilidir. Liberal entelijensiyanın etkileri sol hareketin bünyesini üç alanda zehirlemiştir. Birincisi, solun 70’lerdeki anti-faşist, anti-emperyalist, anti-şovenist ve anti-kapitalist mücadelesi değersizleştirilerek, deneylerinin eleştirel bir biçimde edinilerek yeni kuşaklara taşınması engellenmiştir. İkincisi, Kürt sorununun esas olarak bir toprak sorunu olduğu unutulmuş. İslamcı entelijensiyanın taleplerinin bir tarihsel projeye ait olduğu, bireylerinin yetiştiği “habitus” yadsınmış. Her iki toplumsal sorun, bireysel özgürlükler, etnik dini kimlikler kategorisi içine hapsedilmiştir.
Tüm bunlardan görüldüğü gibi, Türkiye’de hem bir ulusal sorunla, hem de tarihsel olarak İslamcı bir hareketle karşı karşıya kalan solun ‘68 deneyimi, hemen hiçbir yerde olmadığı kadar karmaşıklaşmıştı. Tüm bunların üstüne 1989 yıkıntısı geldiğinde, sol hareket, “Kuruçeşme Toplantılarında” örneğin, adeta bir yadsıma içine girdiğinden, uzun 80’lere uyum sağlama kapasitesini bir türlü geliştirememiştir.
Bu zaafların tüm boyutlarıyla ortaya çıktığı iki vahim olayı anımsatarak bitirmeye çalışayım.
Bunlardan birincisi AKP’de temsil edilen Siyasal İslam’ın önce hükümete sonra da devlete egemen olmaya, toplumu dönüştürmeye başlamasıyla ilgilidir. Sol hareket AKP’nin Siyasal İslam’la bağını sistemli olarak görmezden gelmiş, onu sıradan bir düzen partisi olarak düşünmüş, kısacası yükselmesine seyirci kalmıştır. Sol hareket AKP rejimini hala “neo-liberal otoriteryanizm” modeli içinde kalarak düşünmekte, Siyasal İslam’la ilişkisini analiz etmekten, belki de bu analizin tarihsel ve kültürel sonuçlarından korktuğu için dikkatle kaçınmaktadır.
İkincisi Gezi Olayı’dır. Gezi Olayı hem ortaya çıktığı tarihsel dönem bağlamında, ‘68 gerilemesine, hem de uzun 80’lere son verebilecek, kültürel, siyasi, örgütsel potansiyellere sahipti. Dünyanın dikkatin üzerinde toplamış, büyük ilgi çekmiş olması da bu kapasitesini gösteriyordu. Bu olay karşısında, tüm katılma çabalarına karşın, kendini yenilemekte yetersizliği, hatta ‘68 öncesi dönemin örgüt, çalışma tarzına, kitle ve sınıf anlayışlarına sadık kalma çabası, sol hareketin, ne olaydan ne de sonrasından yararlanmasına izin vermedi.
Sonuç olarak, Türkiye özelinde, hem uzun ‘68’i hem de uzun 80’leri yaşamaya hala devam ediyoruz.