Ve sessizce yürüdü mahkûmlar… Dostoyevski’nin Ölü Bir Evden Hatıralar adlı eserinde “tutsaklık” olgusu

“Ey okur, Tanrı yararlandırsın seni
okuduklarından, ama yine de kendi kendine
karar ver, gözlerim kuru kalabilir miydi,
insanın görünüşünün, kaba etleri
gözyaşları sulayacak gibi
değiştiğini yakından görünce.”

Dante – İlahî Komedya (Cehennem, XXI, 19 – 24)

Fyodor Mihailoviç Dostoyevski 1849 yılında, genç sosyalist Mikhail Petrashevski’nin St Petersburg’daki evinde buluşan radikal yeraltı hareketinin bir üyesi olduğu için tutuklanmıştı. Suçu, Belinski’nin Gogol’a 1847’de yazdığı, o dönemde ünlü ama yasaklı olan mektubu okumaktı, edebiyat eleştirmeni mektupta dine saldırmış ve Rusya’ da sosyal reform çağrısı yapmıştı. Mektubun el yazısı kopyalarını dolaştırmak veya -Dostoyevski’nin yaptığı gibi- okumak yasaktı. Dostoyevski ve arkadaşları idama mahkûm edilmişlerdi, ama geçit alanında vurulmayı beklerken son anda çar cezalarını erteledi. Dostoyevski’nin cezası Sibirya’da dört yıl kürek mahkûmiyetine ve ardından cephedeki Sibirya alayında özel askerlik hizmetine çevrildi. Dostoyevski’nin Omsk esir kampındaki yılları hayatının dönüm noktası olacaktı.[1]

Dostoyevski’nin Ölü Bir Evden Hatıralar adlı eserini yazacağı 1860’lar, Rus tarihi için de bir dönüm noktasıydı. Belirleyici olay II. Aleksander’in 19 Şubat 1861’de bir fermanla serflere özgürlük vermesiydi. Birçok Rus, serflerin özgürleşmesinin bir kardeşlik ve toplumsal yenilenme çağı başlatacağını, Rusya’yı modern hayata kavuşturacağını ummuştu. Oysa buldukları bir parça şekil değiştirmiş, ama temelde aynı kalmış bir kast toplumundan başka bir şey değildi.[2]

Dostoyevski, kendi yazınının ve dünya edebiyatının en önemli eserlerini değişim sancıları içinde kıvranan Rusya’nın bu çalkantılı sosyal-politik atmosferi altında vermeye başladı… Bu noktada, onun benimsediği her şeyin olumsuz olduğunu anlamak gerekir; Rus’tur ama Batı’ya karşı; emekçidir ama zenginlere karşı; suçludur ama suçsuzlara karşı. Her yerde yabancıdır; entelektüel ve sanatçı olarak eğiliminin olduğu kadar ana babasının da kendisini uzaklaştırdığı Rus yaşamına yabancı; Turgenyev’lerin kendilerini içinde, ahşap evlerindeki mujikler kadar rahat hissettikleri, kendine özgü kuralları, özellikle de kendine özgü önyargıları olan bir başka toplum oluşturmuş kozmopolit entelijansiya’ya yabancıdır. [3]

Dostoyevski kendini hiçbir yerde rahat hissetmedi. O her zaman sahte bir mujik, sahte bir entelektüel olacaktı. Fakat ister sürgünde bir hapishanenin beton duvarları arasında ister St. Petersburg’un uğultulu caddelerinden birine bakan kâgir bir evin ahşap tavanı altında olsun, Dostoyevski bundan sonraki yıllarda, ruhunu fırdolayı saran dikenli telleri yırtıp aydınlığa kavuşmak için çabalayan inançlı bir “tutsak”tı artık…

“Ayağındakiler ayakkabı değil, prangadır. Çıkarıp atamazsın onları.”

Ölü Bir Evden Hatıralar’da kimsenin adını bilmediği bir anlatıcı (Aleksandr Petroviç Goryançikov) kullanan Dostoyevski, kendi başından geçenleri ve görüşlerini yeniden biçimlendirerek anlatmıştır. Eser, tutsak karakter Garyançikov’un on yıllık kürek mahkûmiyetinin veya azılı katillerin, haydutların, hırsızların, tefecilerin, sadaka peşinde koşan üçkâğıtçıların, yan kesicilerin, kumarbazların, hilebazların, asker kaçaklarının kısacası her türlü suçun temsilcisinin alçak tavanlı, sıkıcı, uzun koğuşlarda iç yağından yapılma bir mum gibi ağır ağır eriyip giden yaşamlarının öyküsü olarak okunabilir.

 Tutukluların cezaevi içindeki alışkanlıkları, kişisel uğraşıları, kırbaç cezaları, ağız dalaşları, tutkuları, eğlenceleri, hapse düşmeden önceki statüleri, ekonomik durumları; bu statü ve durumun cezaevi koşullarında nasıl bir yansıma bulduğu Dostoyevski yazınına has bir gerçekçilik ve çarpıcılıkla anlatılır: “Arada bir koğuşumuzun önünde durmuş karanlığa bakarken, çalışmaktan gelmiş, koğuşlardan yemekhaneye, yemekhaneden koğuşlara tembel tembel gidip gelen mahkûmları izlerken kendi kendime ‘Ölü bir ev!’ diye mırıldanıyordum. Onların yüzlerine, davranışlarına bakarak nasıl insanlar olduklarını, karakterlerini anlamaya çalışıyordum.” (s.119) [4]
Eser, karısını öldürmekle suçlanıp Sibirya’ya sürülen Garyançikov’un hapishane gözlemleriyle açılır. “İlk İzlenimler” ve “İlk Ay” adı verilen bölümlerde Garyançikov, “dünyanın bu özel köşesini” anlamaya ve en ince detaylarına dek aktarmaya çalışır. Cezaevine alışma süreciyle beraber, Garyançikov’un mahkûm, gardiyan, doktor ve askerlerden oluşan ve soyluların hakir görüldüğü bu küçük evrende “bir soylu olarak” tutunmaya, kabul görmeye çalışmasının sancılı süreci de gözler önüne serilir: “Cezaevine yeni gelmiş, birden aralarına girmiş bu soylu sınıftan mahkûma karşı gösterdikleri bazen nefrete varan aşırı soğukluk… Bütün bunlar beni öylesine şaşırtmıştı ki, olacakları hemen görüp öğrenmek, onlar gibi yaşamaya başlamak, onlarla birlikte olmak için bir an önce çalışmaya başlamak istiyordum.” (s.102) Fakat “onlar” gibi yaşamaya başlamak umduğu kadar kolay olmayacaktır: “Çalışma sırasında onlara yardımcı olmak için nereye sokulacak olduysam hep yanlış yerde bulunmuş, çalışanlara engel olmuştum. Her seferinde neredeyse bağırıp çağırarak kovmuşlardı beni yanlarından (…) hırpaninin teki mahkûm bile ona engel oluyorum diye bana bağırma, beni yanından kovma hakkını bulmuştu kendinde.” (s.129)

Dostoyevski, hikâye hikâye ördüğü çatının altında, ön plana çıkarmak istediği mahkûmların özelliklerini büyük bir titizlikle anlatır karakterinin gözünden. “Bir toplulukta böyle biri olacağına yangın olsun, veba salgını olsun, daha iyidir!” diye nitelediği ve uzak durduğu A-ov gibi korkunç yaradılışlı mahkûmların yanı sıra; “alçak gönüllü, kendi halinde” Suşilov, “az konuşan, nadiren gülen” Sirokin, “esrarlı” bir çehreye sahip Petrov, Aşçı Osip, “saflığın, bönlüğün, küstahlığın en komik karışımı” diye nitelediği Yahudi İsay Fomiç, “ondan daha iyi bir insan tanımadım ben” dediği Bakluşkin gibi arkadaşlık kurabildiği mahkûmlar da vardır Garyançikov’un. Fakat tek bir olumsuz özelliğine rastlanmayan mahkûmlar hep dindar olanlardır. Öyle ki, Eski İnanan tarikatından yaşlı bir şeyhin“çizik çizik kırışıkların çevrelediği aydınlık, ışıl ışıl gözlerine bakmak” Garyançikov’a “özel bir haz” verir. Dostoyevski, dinine bağlı bir Müslüman’ı da deyim yerindeyse övgüye boğar: “Duasını kendini vererek okuyor, Müslümanlığın dinsel bayramlarından önce sıkı bir biçimde oruç tutuyor, geceler boyu ibadet ediyordu. Herkes seviyordu onu, dürüstlüğüne yürekten inanıyordu. Mahkûmlar ‘Aslandır Nurra!’ diyorlardı. Böylece adı da aslana çıkmıştı.”(s.93)

Şüphesiz onun bu eğilimi çok da şaşırtıcı değildir. Bilindiği gibi Dostoyevski -kendi kelimeleriyle- İncil’i beşikte ezberlemiş ve dinine düşkün bir Rus aileden gelmiştir.[5] Hıristiyanlığa ve İsa’ya olan meyli, Ölü Bir Evden Hatıralar’da olduğu gibi, ürettiği her eserde ziyadesiyle izlenebilmektedir.
Kimilerince “kendi dininin peygamberi” olarak nitelenen Dostoyevski, hapishanenin demircisinde zincirleri çıkarıldığında ve özgür insanların dünyasına bir kez daha girdiğinde otuz üç yaşındadır.[6] İlginçtir, Yeni Ahid’te anlatıldığı üzere, İsa da ikinci kere dünyaya geldiğinde otuz üç yaşındaydı. Bu durum Dostoyevski’nin biyografisine enteresan bir tesadüf olarak kaydedilir…

“Banyonun kapısını açtığımda cehenneme giriyoruz sandım.”

Eserin kuşkusuz en parlak bölümü, yaklaşan Noel vesilesiyle mahkûmların hamama götürüldüğü meşhur sahnedir. Turgenyev’in, hayranlığını gizleyemeyip “Dantevâri” olarak yorumladığı bu sahne, Dante’ye gönderme yaparcasına “Banyonun kapısını açtığımda cehenneme giriyoruz sandım.” (s.163) cümlesiyle başlar. Anlatıcı, etrafı bulut bulut kuşatan buhardan, dumandan, pislikten ve yarım parmak çamurdan oluşan kaotik bir ortamda yıkanmaya çabalayan yüz kadar prangalı mahkûmu gözümüzün önüne getirmemizi ister. Basacak tek yer kalmamacasına mahkûmla dolu hamamdan naralar, bağrışmalar, şarkılar, küfürler yükselir. Prangalar birbirine dolanır, kimi takılıp düşer kimi düşene kahkahayla güler… Mahkûmlar kim bilir kimin bedeninden fışkıran kirle pisliğe bulanmış sularda arınmaya çabalarken, Garyançikov bu kara curcunanın içinde “günün birinde hepimiz cehennemde buluşacak olursak, orasının da böyle bir yer olacağını”(s.165) düşünmeye başlar…
Bilindiği gibi Oscar Wilde da tıpkı Dostoyevski gibi burjuva yaşantısından alınıp hapse atılmıştır bir dönem. Adları ile ikisi de yazar, rütbeleri ile ikisi de soylu olmalarına mukabil, Stefan Zweig bir denemesinde bu iki yazarı karşılaştırır: Ona göre Oscar Wilde, geçirdiği bu sınavda havanda dövülmüşçesine un ufak olmuş; Dostoyevski ise kızgın tavaya atılan bir maden gibi kendi şeklini bulmuştur. Çünkü kendini hâlâ toplumdaki konumuyla algılayan Wilde, toplumsal insanın güdüsüyle, burjuvalığının aşağılandığını hissetmiş ve en korkunç aşağılanmayı Reading Gold’da bakımlı soylu bedeni diğer on mahkûmun yıkandıkları kirli suya girmek zorunda bırakıldığı zaman yaşamıştır. Tüm seçkinler sınıfı, kibar beyler kültürü umumla bu fiziksel temastan tiksinti duyar. Dostoyevski ise bütün bu sınıfların üzerine çıkar, kader sarhoşu bir ruhla -Wilde’ın aksine- bu birliktelik için yanıp tutuşur; aynı kirli suda yıkanma onu gururundan arındıracak bir Araf olur. Ve pis bir Tatar’ın (Petrov) ona alçakgönüllülükle yardım edişinde, büyük bir coşkuyla Hıristiyanlıktaki ayak yıkama tılsımını yaşar. Soyluluğu insan yönüne galebe çalan Wilde, mahkûmlar onu da kendileri gibi sanacaklar diye korku içinde acı çekerken, Dostoyevski katillerin ve hırsızların kendisini bağrına basmamasından üzüntü duyar; çünkü araya mesafe koymalarını, onu bir kardeşleri gibi aralarına almamalarını kendi insanlığındaki bir eksiklik olarak algılar.[7]

“Hamam” kadar mühim bir başka bölüm de “Gösteri” dir kuşkusuz. Noel’in üçüncü akşamı mahkûmlar bir vodvil sergileyeceklerdir. Mahkûmlara birer böcek gibi eziyet eden binbaşıdan izin çıkmış, telaşlı ve hayli yoğun hazırlıkların ardından kostümler bulunmuş, sahne kurulmuş ve nihayet perde açılmıştır. Garyançikov bu olayı “O zavallı insanlara bir an için gönüllerince eğlenmek, bir insan gibi neşelenmek, hiç değilse bir saat cezaevinde değilmişler gibi yaşamak izni verilmişti.”(s.213) diye anlatacaktır.

Bayram boyunca hiçbir olayın, kavganın, hiçbir hırsızlığın meydana gelmemesi –tiyatro için verilen izne bir saygı niteliği taşıyan bu sükûn hâli- anlatıcıyı fazlasıyla şaşırtır ve özellikle vurgulanır kitapta; içinde umut barındıran bir şaşkınlıktır bu… Mahkûmların kampın berbat koşulları altında terbiye duygusunu koruma yetenekleri artık mucize gibi geliyordur Garyançikov’a ve bu, İsa’nın Rus topraklarında hayatta olduğunun da en iyi kanıtıdır ona göre…[8]

“Kaderin ömür boyu yoksulluğa mahkûm ettiği tuhaf bir takım insanlar…”

Ölü Bir Evden Hatıralar’ın merkezinde hapishane hayatı ve mahkûmların geniş bir panoramasını çıkarma düşüncesi olmasına rağmen, kitabın ana teması Rus halkının keşfedilip yüceltilişidir bir bakıma.[9] Dostoyevski esaret hayatı sırasında “halka” karşı mistik bir inanç beslemeye ve “kendini halka döndürdüğü” için hapishane yıllarına minnet duymaya başlar.[10] Bu durum ağabeyi Mikhail’e yazdığı mektuplardan da kolayca okunabilir.

Hemen her mahkûmun bir hikâyesi vardır. Dostoyevski, sözünü ettiği her hikâyede Rusları “benzersiz” bir halk yapan davranışların, inançların, imgelerin, değerlerin de izini sürer… Rus toplumunun hiyerarşik, sınıflı yapısına bir karşı duruş sergilemese de sözleri yöneticilerin hegemonyasından doğan ezilmişliğe, aşağılanmışlığa dokunur bir yerde. “İnsanlarımızda devlet işine, resmiyet damgası taşıyan her şeye genel bir güvensizlik vardır.” (s.234) der. Dostoyevski, cezaevi yıllarında, içine doğduğu bu topluma yürekten bir acıma ve şefkat duygusuyla yaklaşır. Bu durum kendini en çok “cezaevindeki mahkûmlar, belki de tüm Rus halkı gibi, çektikleri her çeşit acıyı tatlı bir sözle unutmaya hazırlardı.” (s.245) ya da “Rus insanının görüşleri son derece olumlu, aydınlıktır, önce kendinden utanma özelliği vardır…” (s.319) gibi cümlelerle gün yüzüne çıkarır. Halkının her türlü sıkıntıya rağmen dirayetini yitirmeyişi, inançlarından vazgeçmeyişleri sık sık övülür… Bu eğilim “eski sosyalist yeni dindar” Dostoyevski için kof bir milliyetçilikten öte, bir “kurtuluş” fikri ile ilintilidir. Benzeri bir yaklaşım için okuyucular bir başka büyük Rus sanatçı Andrei Tarkovski’nin ikon ressamı ile ilgili filmi Andrei Rublev’in (1966) bir grup zanaatkârın Vladimir’in yağmalanmış kilisesi için dev bir zil döktüğü, son sembolik sahnesini hatırlayabilirler. Unutulmaz bir imgedir, Rusların manevi güçleri ve yaratıcılıkları sayesinde her şeye nasıl katlandıklarının bir sembolüdür.[11]

Dostoyevski de halkının “inançları” ve “değerleri” sayesinde her türlü zorluğun üstesinden geleceğine, zavallı “insancıklarının” aslında özünde müthiş bir değişim ve dönüşüm potansiyeli taşıdıklarına inanır. Sonuç olarak, Dostoyevski’nin kendi kurtuluşu, sıradan Rus insanıyla ilk defa yakın temasta bulunduğu Sibirya esir kampında gerçekleşir, bu kefaret ve kurtarma teması daha sonraki çalışmalarının da ana motifi olur.

“İnsan yaradılışının ne denli bozulabileceğini anlamak zordur.”

Prof. Zimbardo tarafından 1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde gerçekleştirilen, mahkûmların hapis psikolojisi üzerine yapmış olduğu ve aslında iki haftalık olarak tasarlanan, ancak sadece altı gün sürdürülebilen bir benzetim çalışmasında; hapishane hayatı psikolojisinin yansıtıldığı bu çalışmaya gönüllü olarak katılan üniversite öğrencilerinin sadece birkaç gün içinde, gardiyanların sadist, mahkûmların ise depresif olduğu ve aşırı stres belirtileri gösterdiği ortaya çıkar. Mahkûmlarda çeşitli şekillerde hayal kırıklığı ve çaresizlik duyguları başlar. Bir süre sonra mahkûmlarda akut duygusal rahatsızlıklar, düzensiz düşünme, kontrol edilemeyen ağlama ve öfke nöbetleri başlar. Öyle ki, akıllı, ruhen sağlıklı, “sıradan” insanlar çok hızlı bir şekilde kötülük failleri haline gelebilir.[12]

Dostoyevski, bu deneyden yüz yıl önce, Ölü Bir Evden Hatıralar’da şöyle yazar: “Suçun felsefesi düşünüldüğünden daha zordur. Hiç kuşku yok, cezaevleri, zorunlu çalışma kampları suçluları ıslah etmemekte, onları yalnızca cezalandırmakta ve toplumu onların daha sonraki kötülüklerinden korumakta, onun huzurunu sağlamaktadır.” (s.38) Hüküm giydikten sonra hapishaneye konulan suçlu, toplumun hem cezaya hem de unutmaya mahkûm ettiği kimse idi. Dostoyevski’nin, hapishanelere, içinde insanlar bulunmasına rağmen “Ölüler Evi” adını takması işte böyle bir gerçeğin tezahürüydü.

Dostoyevski’nin mahkûmiyet sebebi ve aldığı ceza düşünülünce, suç ve günah arasındaki ya da insanla ilahi adalet arasındaki ilişkiye ait herhangi bir inancı olması pek zordur. Hapishane, Dostoyevski’nin şimdiye dek duyduğu her türlü ahlâki değeri yıktı. Toplumun erdem ve kötülük kategorileri artık ahlâk çizgisinin iki zıt kutbu gibi görünmüyordu; aslında bunların, biri diğerini olanaksız kılan şeyler olmadığı bile açıktı. Dostoyevski ilk kez Ölüler Evi’nde, yalnızca insan yasasının değil, fakat genellikle kabul edilen ahlâki değerlerin de yetersizliğini görmeyi, iyinin ve kötünün alışılmış tanımlamalarının sınırından ötede bir gerçek aramayı öğrendi. Suç ve Ceza’nın yükünü oluşturacak olan ahlâki sorunun ilk donuk, belirsiz parlamalarını burada yakaladı.[13]

Ayrıca, tüm o katilleri, psikopat karakterleri seyretmek, Dostoyevski’nin sonraki romanlarında sonu gelmez biçimde incelenen o temayı, insan ruhundaki kötülüğün kökeni ve doğası hakkındaki ilgisini arttırmaya yaradı.[14] İnsan aklının bu karanlık görünümü, yukarıda değindiğimiz üzere, Suç ve Ceza‘dan (1866) başlayarak Dostoyevski’nin Sibirya sonrası romanlarının katil ve hırsızlarına ilham kaynağı oldu…

“Ve duvarlar içinde ne çok genç hayat mahvolmuştu! Ne çok güç yok olup gitmişti burada! Evet, açıkça söylemeliyim bunu: Olağanüstü insanlardı buradakiler! İnsanlarımızın belki de en yeteneklileri, en güçlüleriydiler. Ama boş yere yitip gittiler burada. Hiç de doğal olmayan bir biçimde, yasadışı, dönüşü olmayan bir biçimde… Peki, kimin suçu bu? Evet, kimin suçu?” (s.372)

Sibirya’nın Uzak Derinliklerinde, Bozkırların Ortasında…

Sonuç olarak, katı, ölü, bitmiş, karşılık verecek durumda olmayan hiçbir şey son sözünü çoktan söylemiş hiçbir şey Dostoyevski’nin dünyasında var olamaz.[15] Tıpkı kendi yaşamı gibi, roman kahramanlarının içsel “maceraları” da nihayetinde değişime, dönüşüme yazgılıdır. Onun Rus halkına büyük bir sevgi beslemesi gibi, tüm azılı günahkârların ortasına düşmüş Garyançikov da en güç durumlarda bile insana olan inancını, kurtuluşa ve aydınlığa dair umudunu yitirmez… Günahın kokusu vardır; ama güneş bütün gücüyle parladığı zaman bu koku geçer.[16]

Metni Zweig’ın Dostoyevski hakkında söylediği şu sözle bitirmek yerinde olsa gerek: “Kim kendi hakkında çok şey bilirse onun hakkında da çok şey bilir; insanlığın sınırı o değilse hiç kimsedir.[17]

DİPNOTLAR

[1] Orlando Figes, Nataşa’nın Dansı, çev: Figen Dereli, İnkılâp Yayınları, İstanbul 2009, s.388

[2] Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev: Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları, İstanbul 2014, s.286

[3] René Girard, Dostoyevski Yeraltı İnsanı, çev: Orçun Türkay, Everest Yayınları,  İstanbul 2014, s.83

[4] F. M. Dostoyevski, Ölü Bir Evden Hatıralar, çev: Ergin Altay, İletişim Yayınları, İstanbul 2013.
Metin boyunca İtalik yazı tipi ile belirtilen tüm bölümler bu dipnotta gösterilen kaynaktan alıntılanmıştır.

[5] Figes, age., s. 388.

[6] Carr, age., s.70.

[7] Stefan Zweig, Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski, çev: Deniz Banoğlu, Yordam Kitap, İstanbul 2010, s.128-129

[8] Figes, age., s. 390.

[9] Robert Louis Jackson, Ölü Bir Evden Hatıralar, Sonsöz, çev: Kaya Genç, İletişim Yayınları, İstanbul 2013,  s.400.

[10] Edward Hallett Carr, Dostoyevski, çev: Ayhan Gerçeker, İletişim Yayınları, İstanbul 2014, s.67.

[11]Figes, age., s. 258.

[12] Şahinkaya, Nuray. “F. M. Dostoyevski’nin ‘‘Ölü Evinden Anılar’’, A. P. Çehov’un ‘‘Sahalin Adası’’ Ve V. Şuşkin’in ‘‘Kızıl Kartopu’’ Eserlerinde Tutuklu Psikolojisi.” Dergi Karadeniz 6.23 (2014).

[13]Carr, age., s.69.

[14] Ronald Hingley, Ölü Bir Evden Hatıralar, Önsöz, çev: Kaya Genç, İletişim Yayınları, İstanbul 2013,  s.16.

[15] Mihail M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, çev: , Metis Yayınları, İstanbul 2015, s.336.

[16] Dostoyevski, Puşkin Üzerine Üç Konuşma, çev: Özlem Üner, Dedalus Yayınları, İstanbul 2014, s.53.

[17] Zweig, age., s.105.