Yavuz Bingöl’ü Ciddiye Almalı mıyız?

Başımızda var oldukça zalim baskısı
Sarmasın yüreğimizi zulüm korkusu!”
– Şah Senem Bacı ve Oğlu

1994, İzmir, bir sendika etkinliği. Kuliste sahneye çıkma sıramızı bekliyoruz. Programda bizden önce Umuda Ezgi var, eski adıyla Atmacalar. Devrimci müzik yapan bir üniversite topluluğu olarak albümlerini dinlediğimiz, şarkılarını ezberden söylediğimiz müzik gruplarından biri (diğerleri: Grup Yorum, Ekin, Özgürlük Türküsü, Kutup Yıldızı, Munzur, Agirê Jîyan).

Genç, yakışıklı bir adam gelip klavyenin başına geçiyor. Elinde bir de dilsiz kaval var, demek üflemelileri de o çalacak. “Yavuz Bingöl değil mi?” diye soruyorum bir sendikacı abiye heyecanla. “Çok da ciddiye alma,” diyor alaycı bir gülümsemeyle ve ekliyor: “Nihat iyidir ama.”

Nihat Aydın, Umuda Ezgi’nin kurucusu ve açık konuşmak gerekirse, yorumunu daha çok beğendiğimiz solisti. “Gelini de gelini Kürdün gelini” dedi mi coşkuyla halaya kalkıyoruz. Yavuz Bingöl “Açtım penceremi gül yüzlü sabahlara” dediğinde uykumuz geliyor. Bu ikincinin sesini sevenler de var tabii, bunlar genelde devrimcileri fazla sert bulanlar arasından çıkıyor.

Yavuz Bingöl’ün ezik sesi, belki daha o zamandan birikmeye başlayan toplumsal depresyon halimize daha çok denk düşüyordu. Nihat Abi, dört yıl önce sessiz sedasız göçüp giderken Umuda Ezgi’nin umutsuz sesi bir pop figürü haline geldi. Yavuz Bingöl şöyle böyle 25 yıldır hayatımızda. 10’dan fazla albüm çıkardı, tiyatro oyunlarında, popüler dizilerde, ödüllü filmlerde oynadı. Bugün artık kamusal bir figür. Fakat biz hâlâ onu ciddiye almalı mıyız almamalı mıyız bilemiyoruz. En son “Ben Manav Mehmet Efendi değilim, bana niye uzaylı gibi davranıyorsunuz?” dediğinde birçoklarının (ve uzaylı manavların) tepkisini çekti. En yaygın tepkilerden biri “Bu herifi ciddiye almayın” diyordu. İtiraf etmeliyim ki ben de sık sık böyle düşünüyorum ama doğru mu düşünüyorum, emin değilim.

Birçokları bu satırları “O herif için bu kadar kafa yormaya değer mi?” diye okuyacaktır. Onları suçlayamam fakat bugün hangi durumda olursa olsun, bir zamanlar devrimci müziğe emek katmış, birçok insanın zihninde halk türküleriyle yer etmiş bir yorumcudan bahsediyoruz. Dahası, onun hatırı yoksa sevgili annesinin, Şahsenem Bacı’nın hatırı vardır. Düşmüştür, ama bizim dalımızdan düşmüştür. Ve bir düşüşü anlamak için harcadığımız çaba başka düşmelerin önüne geçmekte karınca kararınca bir katkı sunabilir. Dahası kafa yoruldukça tükenen bir şey değil, yoralım, ne olacak?

Bülent Ortaçgil,[1] Ahmet Ümit gibi solun az çok değer verdiği isimlerden gün aşırı gelen “Aslında çok özgürüz, %52 oy alan bir iktidarı kabul etmeliyiz” mealindeki sözlerin merkezi bir propaganda kampanyasının parçası olduğunu anlamamak için saf, bunun güçten değil güçsüzlükten kaynaklandığını görmemek için akılsız olmak gerek. 12 Eylül’le kıyas kabul eder ağır baskı koşullarından geçerken her sanatçının bütün gücüyle direniş safında yer almasını beklemek aşırı iyimserlik olur. Fakat kimse de karşı takıma geçip kendi kalesine gol atmak zorunda değil. Gerçekten değmez. Çünkü, birazdan anlatmaya çalışacağım gibi, Yavuz Bingöl gibilerin saplanıp kaldığı psikolojik Araf hali cehennemden beter olabilir.

Soldan sağa, sağdan sola, salla bayrağı düşman (?) üstüne

Yavuz Bingöl, ilk türkülerini efsanevi “Kızıldere” türküsünün yaratıcısı, eli öpülesi annesi Şahsenem Bacı ile birlikte söyledi.[2] İhtimal ki, Alevi deyişleri söyleyen bir ikilide “Yavuz” ismi skandalesk olacağından ‘Şah Senem Bacı ve Oğlu’ adıyla albümler yaptılar. Bunu Umuda Ezgi ile birlikte devrimci şarkılar dönemi izledi.

Devrimci Yol geleneğinin Grup Yorum’u diyebileceğimiz Umuda Ezgi’nin Onların Türküsü, Örgütlemişler Baharı, Ateş Dağları Sarmış gibi militan isimlerle çıkardığı albümlerde 80 öncesinin devrimci türküleri de yer alıyordu, devrim şehitlerine ve 90’ların şehirlerde ve Kürt kırlarında yükselen devrimci mücadelesine selam gönderen besteler de, türkü düzenlemeleri de. Bingöl, önce annesini, sonra Umuda Ezgi’yi, en son da Nihat Aydın’ı bıraktıktan sonra bu son damardan, türkü düzenlemelerinden devam edecek ve hepimizin bildiği popülerleşme hattına girecekti.

Her yerde pıtır pıtır türkü barların açıldığı dönemdi bu. Bingöl, hüzünlü halk türkülerini tizleri fazla açık sesiyle, vasat düzenlemelerle yorumlayarak bu rüzgârı yelkenine doldurdu. Her albümde basit ve kolay kavranan ezgilerle işlenmiş birkaç batılı tarz besteye de yer veriyordu. Hâlâ solun içinden konuşmaktaydı; eski “hızlı” günlerinde söylediği şarkıları hatırlıyor, mesela devrimci besteci Mehmet Gümüş’ün devrimci şair İbrahim Karaca’nın şiirinden yaptığı Bekle Buğday Tanesi gibi şarkılar söylüyordu.

Gezi döneminde direnişi desteklemek için sahneye bile fırladı. Fakat çok geçmeden -günahı dedikoduların boynuna- bir takım akçeli işler yüzünden karşı tarafa geçti. Gazetelerde “Balayı yerine hipodroma gittiler”, “Yeni yılı Kıbrıs’ta karşılamak için soluğu Atatürk Havalimanı’nda aldı” haberleri aldı yürüdü. Berkin’in annesinin yuhalatılmasını mazur gösterme çabalarıyla başlayıp “Türkiye Avrupa’dan daha özgür, orada sokaklara tüküremezsin”den[3] geçen yörünge resmi saray müzisyeni olmaya dek gitti. Şimdilerde konservatuar hocası Erol Parlak ve saz tıngırdatan muktedir İbrahim Kalın’la birlikte yaptığı propaganda şarkıları, bir de biteviye yanlış anlaşıldığını söylediği yandaş beyanlarıyla dikkat çekiyor. Bir zamanlar soldan sağa salladığı bayrağı, şimdi sağdan sola sallıyor; eskiden “düşman, işgalci, faşist” vb. sıfatlarıyla taltif ettikleri hakkında kahramanlık türküleri söyleyerek yolunu bulmaya çalışıyor.

Ne zaman bu tavrına yönelik eleştiriler arşa erişse Yavuz Bingöl ısrarla ”sözlerine” değil “müziğine” bakmamızı, kendisini demeçleriyle değil şarkılarıyla, bağlamasıyla yorumlamamızı istiyor. En son çıkan “İhsan” albümünün ışığında dediğini yapmaya çalışalım.

“İhsan” ve Yavuz Bingöl’ün “sanatçı kişiliği”

Yavuz Bingöl bağlamasına çok fazla vurgu yapsa da bağlama yorumcuları arasında önemli bir yer işgal etmiyor. Arif Sağ “Ne yapıyor bilmem, tanımam. Ben bütün virtüözleri tanırım. Öyle birini duymadım,” diyor.[4] İnternetteki biyografilerinde, İzmir Fuarı’nda çeşitli önemli sanatçıların arkasında bağlama çaldığı bilgisi geçtiğine göre çalıyor olsa gerek. Lakin albüm kayıtlarına veya videolarına baktığımızda önemli bir bağlama yorumcusuyla karşılaşmıyoruz.

Söz ve/ya müziği kendisine ait olan şarkı sayısı oldukça az. 30 yıldır müzik yapıyor, 15 bestesi olduğu söyleniyor. Dinleyebildiğim kadarıyla, bunlar genelde bir iki ölçülük melodilerin farklı basamaklardaki tekrarlarından (“sekvens”lerden) oluşan, Bingöl’ün repertuarı içinde bile çok parlamayan, basit şarkılar. Daha ziyade başkalarının bestelerini (onların da çoğunluğu sıradan şeyler) ve kolay benimsenebilecek halk türkülerini söylüyor.

Peki nasıl söylüyor? Beğeneni çok fakat pek bir özelliği olmayan bir vokal. Ses aralığı çok geniş değil (yahut benimsediği çok risksiz okuma biçiminden kaynaklı, öyle duruyor). Dinamik aralığı daha fena; pop stüdyoların “kompresör” kullanım alışkanlıklarının da etkisiyle, neredeyse hiç yükselip alçalmayan, hep aynı tekdüzelikte, yakınma ve sızlanmadan başka pek bir duygusal içeriği bulunmayan yorumlar dinliyoruz. Yöresel konuşma biçiminin izleri (annesinde ve Nihat Aydın’da olduğu gibi) onda da mevcut.

Bunları Bingöl’ü “gömmek” için söylemiyorum, popüler müzikte ondan daha yeteneksiz, onun müzikal sorunlarından fazlasına sahip olan birçok isim var. Sadece “bakın” dediği yerde bakılacak pek bir şey olmadığını söylemek istiyorum.

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “İhsan” albümü bu vasatlığın üstüne çıkmayı başaramamış. Artık gereğinden fazla profesyonelleşmiş stüdyo sisteminin çarkları arasından çıkan çoğu şey gibi, kusursuz ama duygusuz enstrümanlar, mutat düzenlemeler, risksiz armoniler ve kolay melodilerle kotarılmış tahmin edilebilir bir albüm. Umuda Ezgi günlerinde enstrümanlar daha amatör, ses manzarası mekanik midi sesleriyle örülü, kayıtlar olanaksızlıkların gölgesi altındaydı ama “yeni şarkı yapma” iradesi bu zayıflıkları bile özgünlüğün ışığıyla vaftiz ediyordu. Şimdi özgünlük Yavuz Bingöl’ün yaptığı işi en az ifade eden özellik.

Tahmin edilirliği içinde bile sakil şarkılar var İhsan albümünde. Albümün çıkış parçası olarak düşünülen İstanbul, Karadeniz popunun üzgün bezgin şarkılarının ekmeğini yemeye çalışıyor (5/8 ritminde Kürdi makamında şarkılar olur bunlar hep), ama pek başarılı olamıyor: 2 milyon hesaplı resmi hesaptan yayımlanan klip bu yazı kaleme alınırken (yani yayımlandıktan 5 ay sonra) 100 bin izlemeyi ancak bulabilmişti. Diğer şarkılar arasında bu rakama yaklaşan bile yok, çoğu 10 binin altında.[5]

Albümün açılış şarkısı Yar Yine Küsmüş, Alevi deyişlerini yansılamaya çalışmış, fakat halk şiirinin kafiye işçiliğine o kadar uzak ki suyu çıkmış yok/çok kalıbını bile olabilecek en kötü biçimde kullanıyor: “…yarınım yok / …derdim çok / …küsmek hiç yok.” Nakaratın üç ses benzeşmesinden biri kafiye bile değil (“gülmüyor/bilmiyor/demiyor”). Büyük bir halk ozanının halk şiirinin hasletlerini bilen oğlunun bu söz istiflerini şarkı diye söylüyor olması bile acı.

Bu yazıda sık sık saygıyla andığımız Şahsenem Bacı’nın tekinsiz gölgesi vurmuş albüme. Yalnızca bir zamanlar birlikte söyledikleri o güzelim Gönül türküsünün (“Girmedim her türlü dona”!) modernize versiyonuyla değil, “Solmuş güller bahçesinde kederli bir gül Gülizar, bir kere de gülsün yüzün canım annem Gülizar” şarkısında da. Bülent Gümüş’ün sözünü ve müziğini yazdığı bu şarkıdaki “Mesafeler aramızda olsa da annem senin bahçendeyim” sözünü anne-oğul ve Bingöl ile geçmişi arasındaki siyasi mesafeye ilişkin bir hüsnü zan, belki bir aşırı iyimserlik olarak okuyor insan ister istemez.

Albümde Erol Parlak’ın da iki şarkısı var. İlki Uyan Mehmet bir Çanakkale savaşı ağıtı. Ağır 7/8’lik ritmin üzerine fazlasıyla hamasi sözlerin doldurulduğu (“Kefensiz gömleksiz yerde yatana, canım kurban olsun aziz vatana” vb.) türkü formundaki şarkı daha çok iki müzisyenin yanaştıkları yeni limana yönelik coşkusuz bir selam gibi duruyor. Parlak’ın albümdeki diğer şarkısı Aşk Kalbimde Yar Açtı ise “Esti bir rüzgâr savrulduk ey yar” diye başlıyor; başka yorumum yok.

Albümdeki diğer şarkılar aşağı yukarı bu minvalde: romantik olmaya çalışarak batı tonlarında dolaşan şarkılar ile türküler ve türkü öykünmeleri arasında dolaşan heyecansız şeyler. Yavuz Bingöl’ün eski albümlerini solun içinde de severek dinleyen çokları olmuştur, ama kabul etmek gerekir ki “dönmeden” önceki işleri de öyle parlak değildi. Aşağı yukarı bu müzikal kalitede, sözü ve müziği üzerine pek düşünülmemiş, stüdyoların üretim bantlarında kotarılmış, dinleyiciyi kederlendirmek için haddinden fazla çabalayan kitsch şarkılarla sevildi Yavuz Bingöl.

Şaşırtıcı olan, içinde bulunduğu “batılı” müzik damarının içinden “batı”ya karşı bir sanatsal mihrak oluşturmaya çalışması.

Chopin batılı da Yavuz Bingöl doğulu mu?

Batı “200 yıldır Chopin çalıyor. Tamam güzel ama ben de 200 yıldır Chopin dinlemekten bıktım. Onların da bize imrendiğine eminim. Batı her zaman doğuyu kıskanıyor bence,” diyen birinin müziğine baktığımız zaman neredeyse bütünüyle batılı bir müzik görmek ilginç. Evet, zaman zaman türküleri kullanıyor fakat onları da batılı tarzda kullanıyor. Açıklamaya çalışalım.

İlgilisinin bildiği üzere, Barok sonrasından bu yana batı müziği “homofonik” çoksesli müziktir; armonik altyapı üzerinde duran tekil melodilerle ilerler. Zaman zaman kontrapuntal öğeler (ikinci, üçüncü melodiler) devreye girse bile ana melodinin hiyerarşik üstünlüğüne nadiren halel gelir. Sahilde gitar akorları eşliğinde şarkı söyleyen genç de, dört bölümlük bir senfoni de, Yavuz Bingöl’ün şarkıları da, velhasıl dinlediğimiz müziğin büyük çoğunluğu aynı homofonik paradigmayı sürdürür. Bu paradigmanın dışında kalan örnekler olarak eski TRT’de dinlediğimiz veya sayıları giderek azalan halk ozanlarının söylediği türkülerle “Türk Sanat Müziği” denilen makamsal müziğin otantik yorumlarının tek sesliliği sayılabilir fakat Yavuz Bingöl sayılamaz.

İhsan albümü yalnızca düzenlemeleriyle değil melodileriyle de batı müziği içindedir. Ancak birkaç şarkıda batı müziği dizgesinin sesleri dışına çıkılmış (Hüseyni makamı) onlar da yine en bilindik batı armonileri üzerine oturtulmuştur. Üç şarkı doğrudan batı majör veya minör dizgeleri üzerine kurulmuş, makamsal dizgeler arasında yıldızı son 30 yıldır parlayan ve batı popuna frigyan şeklinde giren Kürdi makamı kullanıldığında da makamsal duyulmaması için elden geldiğince soyutlanmıştır. Üç şarkıda bu topraklara özgü aksak ritimler kullanılmışsa da şarkılar yine alabildiğine batılı tarzda düzenlenmiştir. Yani Yavuz Bingöl üzülecek ama kendisi doğulu değil batılı bir müzik yapıyor (bu müziğin çok sıkıcı bir versiyonunu yapıyor olması başka tartışma). Doğulu öğeleri kullanıyor elbette ama batının hem klasik hem popüler müziği o kadar uzun süredir batı dışı öğeleri süs niyetine kullanıyor ki “otantik olanı kullanma” ediminin kendisi batılı bir tavır haline gelmiş durumda.

Eksik olarak “protest müzik” şeklinde adlandırılan damarın içinden çıkarak bir pop şarkıcısı olmaya yönelen ve bunu başaran az sayıda solistten biriydi Yavuz Bingöl. Fakat bunu özel bir özgünlükle yaptığını söyleyemeyiz.

Şimdi sanat tartışmasını burada kısmen kapatıp siyasete dönebiliriz.

“Dönek” kime denir ve bu tatsız konuyu kapatsak olmaz mı?

“Dönek” çok sevimli bir sözcük değil fakat Lenin’in Kautsky broşürünün çevrilmesinden bu yana sol terminolojinin bir parçası.[6] Tarihin ilk ünlü döneği Galileo Galilei olsa gerek. Brecht meşhur oyununda bu öyküyü yapıbozuma uğratarak Galileo’yu bilimin nihai zaferi uğruna şerefini feda eden halk kahramanı olarak yorumlar. O zamandan beridir dönekler, dönüşlerine ulvi bir nitelik kazandırmaya çalışır dururlar.

Öyküyü Peyami Safa’ya, Vâ-Nû’ya dek götürebiliriz, ama özellikle Cem Karacadan beridir sanatçı dönekliği önemli bir tartışma konumuz; darbeler ülkesi olmanın gereklerinden biri olmalı. Yine de, sürekli faşizmin açık faşizme sık yelken açışlarını düşüneck olursak dönek popülasyonumuz oldukça düşük. Susanlarımız çok ama dönenlerimiz o kadar değil, bence bununla gurur duyabiliriz.

Ama bir yandan da, döneklik tatsız bir konu olduğundan herhalde, aradan bir süre geçince unutmaya çalışıyoruz. Belki sanatsal beğenilerimizin siyasal değerlendirmelerimizin önüne geçmesine izin veriyoruz. Ben kendi adıma Cem Karaca’nın müziğini çok severim, Bülent Ortaçgil’in müziğine tahammül edebilirim, Yavuz Bingöl’ün müziğini hiç sevmem. Fakat akor yürüyüşlerini değil faşizm karşısında alınan siyasi tutumları tartıştığımız için bunun pek bir önemi yok.

Peki bugün yapılan döneklikleri de yarın sular durulduğunda unutmalı mıyız? Cem Karaca’yı Özal’ın önünde el öpmeye eğilmiş haliyle değil de yalnızca Tamirci Çırağı’nın incelikle kotarılmış Flamenko ritimleriyle mi hatırlamalıyız? Bugün akademilerde meslektaşları KHK ile atılırken sendikalardan istifa sırasına giren, soruşturma komisyonlarına katılan veya ölü taklidi yapan şu veya bu akademisyenin tutumunu, yazdığı veya yazacağı iyi bir makaleden dolayı unutmalı mıyız mesela? 1936’da Hitler’e selam duran muazzam kalabalığın içinde kollarını kavuşturarak dimdik duran August Landmeseer’i hatırlamalı fakat Robert Schumann’ın Hitler’in orkestrasına şef olmasını unutmalı mıyız (kapalı kapılar ardından Nazi’lere “bir avuç vahşi” diyordu)? Büyük filozof Schopenhauer’in işçileri daha iyi vurabilsinler diye askerlere opera dürbününü verdiğini, muhteşem resimler çizen Dali’nin siyasi tutsakları kurşuna dizen Franco’ya tebrik telgrafı çektiğini, varoluşçu Heidegger’in Nazi partisi üyeliğini ve nihayet Sabah’a röportaj yarışına girerek militarist seferberliklere övgüler düzenleri… unutmalı mıyız? Hem güzel müzik dinleyip, iyi resim bakıp, sofistike metinler okuyup hem de hafızayı nisyandan azade tutamayacak kadar şaşkın beşerler miyiz biz?

Yavuz Bingöl dönek mi?

Cem Karaca dönüşünü, vatan hasretiyle gerekçelendirmişti: “Ben döneksem döndüm diye memleketime, döndüm baba döndüm işte, oh be!Yavuz Bingöl için “Havuz Bingöl” lakabı kullanılıyor ama pek “dönek” denmiyor, kendisi de Cem Karaca’nın aksine, dönek sıfatını, ironik olarak bile hiç kabul etmedi.

Bu hususta bir yargıya varmak için, “Keşke benim siyasi ifadelerime değil de 30 yıldır dinledikleri bağlamamla anlattıklarıma kulak verseler,” diyen Bingöl’ü söylediği türkülerle değerlendirmek adaletsiz olmaz sanırım. Şarkılarının müzikalitesine bakmıştık, bir de ne söylediğine bakalım.

Diskografisinin engebeli coğrafyasına baktığımız zaman şunu görüyoruz: Yavuz Bingöl bütün kariyerini Türk ve Kürt devrimcileri selamlayan şarkılarla yaptıktan sonra şimdi devlet güçlerini yere göğe sığdıramayan şarkılar yapmaktadır.

Nihat Aydın’la birlikte söylediği “Gelini de gelini Kürdün gelini, dağlara çıkar mavzer atar işgalciye vermez elini” türküsünde[7] hedef alınan “işgalci” ile İbrahim Kalın’la birlikte Afrin operasyonunu desteklemek için söylediği “Mehmedim cephede vurur, düşmana dünyayı dar eder”de hedef alınan “düşman”ın aynı özneler olmadığını bilmek için yakın Türkiye ve Ortadoğu tarihi uzmanı olmaya gerek yok. Annesiyle yaptığı albümde solist olarak söylediği “Diren be yiğidim dinle bu sesi, Diyarbekir şafağında şafak türküsü”ndeki yiğitle “Yiğit burda harman olur, milletine siper olur” şarkısındaki yiğidin, cephenin aynı tarafında olmadıklarını anlamak için şarkıları dinlemek yeterli.

Doğrudur, Bingöl’ün devletçi şarkılarının sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, solcu şarkıları saymakla bitmiyor. Bu henüz sağcılık kariyerinin taze olmasından mı yoksa yeni siyasi pozisyonun kendisine yaratıcı coşku verememesinden mi kaynaklı, bilinmez fakat şarkılarına bakarak kendisine rahatlıkla “dönek” diyebiliriz (buna karşılık Cem Karaca’nın şarkılarına bakarak döneklik tespiti yapmak çok zordur). Tabii hâlâ döndüğü yönün öncekinden daha iyi olduğu iddia edilebilir. Ancak Yavuz Bingöl böyle yapmıyor; “Eskiden solcuydum, devlet karşıtıydım. Yanlış yapıyormuşum. Artık sağcıyım, doğru yolu buldum, artık devletimizin yanındayım,” demiyor, sola dair nostaljik güzellemelerini sürdürüyor. Yavuz Bingöl “eski solcu” kimliğini kaybetmek istemeyen bir “yeni sağcı.” Hatta, kendini hâlâ solcu olarak görüyor bile olabilir!

Yavuz Bingöl niye döndü?

Burası biraz karışık. “Dünyada hiçbir yerde yok artık solcular. İngiltere’de, Almanya’da, Hollanda’da, Amerika’da yoklar. Yoklar yoklar yoklar! Tüm dünyada sol hasta şu an. Hepsi hasta. O hastalıklı bölgenin oradan alınması gerekiyor” dediğine göre[8] kendisini “hastalardan biri” olarak görmüyordur, diye düşünüyor insan. Ne var ki daha haftası dolmadan “Sol ve solculuk bana yaşam enerjisi verdi”, “Beni bu yaşıma kadar bir bütün olarak var eden dinamikler … sol, solcular, türküler, sanat ve aşk”tır diye nostaljik güzellemelere başladı. Fakat solun “kısır bir helezon içinde kalarak zamana yetişemediğini” de eklemeden edemedi.

Tüm bunları söylediği tekzip metninde[9]kendini doğru ifade edemediğini” bizzat kabul ettiğine ve kendisine gösterilen tepkileri bu kendini anlatma beceriksizliğiyle açıkladığına göre yoruma başvurabiliriz.

Bir açıklama şu olabilir: Sol “bu yaşına kadar” Bingöl’e yaşam enerjisi vermiştir, ama verdiği kadarı da yetmiştir. Geri kalan yaşamını iktidardan, paradan, ünden veya başka şeylerden aldığı enerjiyle sürdürebileceğini kestirmektedir… Çirkin bir “kullanıp atma” durumu gibi görünüyor. Aslında bu tür bir açıklamanın gerçekliği yansıtmayacağını söylemek için çok nedenimiz yok, ancak Bingöl, bu çirkin istismarın faili olduğu (solu bu noktaya gelmek için kullandığını, şimdi ihtiyacı kalmadığı noktada çöpe attığı) yönündeki yorumu sık sık yaptığı gibi “yanlış anlaşıldım, cımbızlandım” diye reddedebilir. (Sol ve sağ terimlerinin çok genel olduğunun farkındayım ama buradaki tartışma açısından kullanışlı ve yeterli olduğunu düşünüyorum.)

O zaman bir başka açıklama deneyelim: Sol bir yere kadar çok güzel şeyler yapmıştır ama artık işlevini bitirmiştir, bu yüzden de sol yerine sağı desteklemek gerekir… Buna da “miadını doldurma” açıklaması diyelim. Fakat gerçekliğe bakarak bu açıklamayı doğrulamak çok zor görünüyor. Solun “özü” Bingöl’ün solcu olduğu dönemden bugüne değişmemiştir; 100 yıldır sağ iktidarlara (Menderes’e, Özal’a, Demirel’e, Çiller’e vb.) ve kapitalizme karşı çıkmış, şimdi de çıkmaktadır. Sağ da aşağı yukarı aynı özü korumaktadır; AKP iktidarı geçmişin hemen tüm sağcı liderlerini saygıyla anmakta ve kapitalist üretim ilişkilerini memnuniyetle sürdürmektedir.

İmdi, ana hatlarıyla sol aynı sol, sağ aynı sağsa, Bingöl’ün dönüşünü zamanın ruhunun derinlemesine bir analizini gerçekleştirmiş olmasıyla açıklamak mümkün görünmüyor. Ya sol eskiden de kötüydü, Bingöl hataen, kerhen veya bilmeden bulaştı (ki bu durumda sol geçmişine getirdiği övgülerin manası kalmıyor) ya sol hâlâ iyi olduğu halde kendisi kötü yerdedir (bu durumda da yeni konumunu açıklama çabaları boşa düşüyor). Elimizde yine dönekliği şu veya bu çıkarla açıklayan vülger fakat ikna edici söylemden başka bir şey kalmıyor. Tabii korkutulmuş, tehdit edilmiş vs. de olabilir, ancak (Muharrem İnce gibi) mevcut konumunu öyle bir yaratıcılık ve coşkuyla savunuyor ki bu ihtimalin ihmal edilir derecede düşük olduğunu kabul etmek gerekir. Benim Ahmet Hakan gibi köşem yok, kendisine tekzip hakkı veremem, fakat siyaseten gerçekleştirdiği radikal dönüşümü bunlar dışında başka bir mantık silsilesiyle açıklayabiliyorsa kendisine kürsü verecek çok yer bulabileceğine eminim.

Yavuz Bingöl neden tam dönemiyor?

İncelememize konu aldığımız bireyin dönek olduğunu ve bunu da, kuvvetle muhtemel, bir takım ikbal yahut (son albümünün ironik adını anacak olursak) “ihsan” beklentileriyle yaptığı sonucuna ulaştık. On milyonlarca insana malum olanı ilam ettiğimin farkındayım fakat kendini açıklamak için bu derece çaba harcayan herkesin bunu hak ettiğini düşünüyorum.

Şimdi daha önemli soruya geldik: Peki bu dönek hâlâ neden solla bir şekilde ilişki içinde olmak istiyor? Neden açıkça “Ben sağcıyım, solun Allah belâsını versin” demiyor da solu özlemle, saygıyla yad ediyor? Bu soruya biri ekonomik diğeri psikolojik olarak iki cevap verilebilir, ben psikolojik açıklamanın daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Ekonomik açıklama şu olabilir: Yavuz Bingöl siyasi arenada kimi desteklerse desteklesin, yaptığı müzik tarzının asıl alıcısı solculardır, bu yüzden de solu bütün bütün kaybetmek istememektedir. Açıkçası birçok açıdan zayıf bir açıklama. Sol kitle nezdinde Bingöl çoktan teşhir olmuştur, hâlâ dinleyen de kim olduğunu bilerek dinlemektedir, ne azalır ne çoğalır. Ayrıca iktidarın ihsanları, belediye konserleri, TRT telifleri, kendi adıyla kurduğu kültür merkezinin bakanlıklarla yaptığı protokoller[10] filan ekonomik sıkıntılarını bir şekliyle çözecektir diye düşünüyorum.

Psikolojik açıklama bize daha fazla şey söyleyebilir: Bir insan ne hale düşmüş olursa olsun dünyadaki varoluşuna bir anlam kazandırmaya çalışır. Para, ün, ikbal “insanın anlam arayışı”na cevap verebilecek şeyler değildir. Yavuz Bingöl temiz olanın, iyi olanın, yüce olanın hâlâ bir zamanlar adlarına türküler söylediği insanlarda, devrimcilerde olduğunu iyi bilmektedir. Kendileri için hiçbir şey istemeden başka insanlar için ölüme, zulme, hapse giden eski yoldaşlarıyla şimdi yandaşı olduğu egemen blok arasındaki ahlaki farkları göremeyecek biri değildir. Şimdiki siyasi konumunu savunmak için ne gerekçeler bulmaya çalışırsa çalışsın, gerçekten de siyaset bilmez bir “Mehmet Efendi” değildir o. Hayatının uzun bir döneminde devrimci mücadeleyi yakından takip etmiş, bir şekilde içinde olmuştur. Kendi bulunduğu düşkün konuma bir anlam verebilmek için bile o zamanlara başvurmaktan başka çaresi yoktur.

Berkin’in annesinin yuhalanmasını haklı göstermeye çalıştıktan sonra; Türkiye’nin ne denli özgür olduğunu açıklamak için yerlere tükürme, kırmızı ışıkta geçme “özgürlüğümüzden” bahsettikten sonra; annesini, kardeşlerini bile utandıran bunca söyleminden, eyleminden sonra; dün ağıtlar yaktıklarını bugün “düşman” olarak tarif eden şarkılar söyledikten sonra, velhasıl yeterince kötü olan “Yavuz”u daha da kötüleştirerek “Havuz” yapmayı başardıktan sonra kabul etmemiz belki zordur ama, Yavuz Bingöl’ün dili ne derse desin hali “Ben burada mutlu değilim, beni solun içine kabul edin!” diye bas bas bağırıyor. Onun iyi bildiği 90’ların terminolojisiyle konuşacak olursak, çözülmesine çözülmüş, itirafçı listesine adını da yazdırmış ama içine sindiremiyor, umutsuzca bir geri dönüş yolu arıyor. “Haksız da olsalar bu konuda bana öfkeli bir kesim var. Ama onlarla da zaman içinde yeniden ortak duygularda buluşacağımıza eminim,” derken olmayacak duaya amin diyor ama bütün kalbiyle amin diyor. Bu belki Yavuz Bingöl adlı birey için umutsuz bir çaba, fakat sol için ahlaki ve siyasi üstünlüğünün görkemli bir zafer şarkısından başka bir şey değil.

 

DİPNOTLAR

[1] Türkiye popüler müziği konusunda çok önemli bir yazar Murat Meriç Ortaçgil meselesine dair bir twit zincirinde (https://goo.gl/PWhhG8) “Yavuz (Bingöl) çok değişti. Delirdi. …  Alanson ve Ortaçgil aynı yolda yürüyor. Öyleyse söylediklerine şaşırmak niye? … Gerçek şu ki Ortaçgil söyleşisi BirGün ya da Evrensel’de yayımlansaydı kimse bu sözlere tepki göstermeyecekti. O zaman buna ‘barış’ diyecektik” görüşünü savundu ve röportajdan cımbızlama yapıldığını iddia etti: “Okumadan, anlamadan, değerlendirmeden yapılan saldırılar, zavallılık belirtisi.” Hayır canım, ne münasebet? “Türkiye, yaşanan gelişmelerden dolayı bölgeye müdahale etmek zorunda kaldı. Ortadoğu’nun, dünyadaki süper güçlerin bulunduğu bir alan haline gelmesi bizi bu müdahaleye zorladı,” diyen biri (https://goo.gl/kFHqRt) nereye konuşmuş olursa olsun “barış” demiş olamaz. Ne Yavuz Bingöl deli ne Bülent Ortaçgil naif. Meriç kendini iyimserliğe zorlamış.

[2] https://goo.gl/xcoFhN.

[3] https://goo.gl/Ux3kyA

[4] https://goo.gl/uc7NNa.

[5] YouTube izlenmeleri günümüzün sosyal medyatik müzik dünyasında şarkıların alımlayıcı açısından ne denli başarılı olduğunun önemli bir göstergesi. Karşılaştırmak açısından: Benim ve müzisyen arkadaşlarımın çoğunlukla gönüllü yorumcularla ev stüdyolarında yaptığımız, klipsiz, reklamsız, promosyonsuz şarkılar; arkasına iktidarı ve tüm medyayı almış bu “pop” müzisyeninin izlenme rakamlarıyla aşağı yukarı aynı düzeyde.

[6] Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky’de Kaustky’yi nitelemek için kullanılan ренегат (“renegat”) sıfatı Rusçaya da Batı dillerinden girmiş bir sözcük, bir dinden başka dine dönenler için kullanılıyor. İspanya’da özellikle Müslüman olmuş Hıristiyanlar için kullanılırmış. Köken olarak Latince renegare (inkâr etmek) fiilinden geliyor. (https://www.etymonline.com/word/renegade. (Rusça konusunda yardımcı olan çevirmen arkadaşım Azer Najafov’a teşekkürler.)

[7] Adı geçen diğer şarkılar için link vermedim ama bu şarkıyı web’de bulmak biraz daha zor: https://goo.gl/MFc6Ab.

[8] Yavuz Bingöl’ün çok tepki çeken Posta röportajı: https://goo.gl/7BYViK

[9] Yavuz Bingöl’ün tepki çeken röportajına dair “düzeltme” metni: https://goo.gl/VNG3k7.

[10] https://goo.gl/RtkuBH.