Giriş [1]
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarının ilk yapıtı “Devlet’in Kavram ve Kapsamı” başlığıyla 1990 yılında yayımlanan ve kitabın önsöz yazarı Genel Sekreter Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu tarafından “mütevazı”[2] olarak nitelendirilen bir kitaptır. Bu kitap, Türk devlet aklının[3] (rasion d’Etat) ideolojiler, hükümetler, ittifaklar üstü rafine halinin, devletin bizatihi kendisi tarafından ilan edildiği bir ibret vesikasıdır. Her ne kadar bu kurulun faaliyetleri, 9 Temmuz 2018 tarihinde 703 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yle (KHK), 2945 Sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu’nun (MGK) yürürlükten kaldırılmasıyla son bulmuş olsa da 15 Ağustos 2018 tarihinde 6 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle “yeni bir MGK” oluşturularak devlet aklının devamlılığı -kitapta belirtildiği üzere- sağlanmıştır: “Kaynağını devletin varoluş nedeninin oluşturduğu milli menfaatler; genellikle belirli bir niteliğe sahip olduğundan değişken değillerdir. Değişmezlik iç ve dış ilişkilere bağlı kalmadan durumunu uzun süre korumakla sağlanabilir. Bu yönüyle milli menfaatler süreklilik gösterirler ve ancak zaman içinde büyük önem taşıyan değişikliklerin oluşumu veya kapsamındaki bir hususun gerçekleşerek geliştirilmesinin gerektiği durumlarda, değişme veya düzenlemelere tabi tutulurlar. Çünkü milletin varlığı devamlıdır. Milli menfaatlerin devamlılığı, onların Anayasalarda genel ilkeler olarak yer almasının da bir sebebidir.”[4] Dolayısıyla görüşlerini ister Bakanlar Kurulu’na ister Cumhurbaşkanı’na bildirsin hatta isterse kararnameyle Cumhurbaşkanlığı’na bağlansın MGK gibi bir kurumun 24 Nisan 1933 tarihinden bu yana mevcudiyeti, raison d’Etat’nın daimîliğine halel getirilmediğinin delilidir.
Söz konusu menfaatin konusunu oluşturan “millet” ise kitapta, “zengin bir anı (hatıra) mirasına sahip bulunan; beraber yaşamak hususunda ortak istek ve uyumda (muvafakatte) samimi olan ve sahip olunan mirasın korunmasına beraber devam hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden oluşan toplum” olarak tanımlanan, “oluşmasında etkili görülen ve kökleri tarihten gelen…siyasal varlıkta birlik, dil birliği, yurt birliği, ırk ve köken birliği, tarihsel yakınlık ve ahlak yakınlığı”na dayalı “ülkeye can ve ruh veren…devlete bağlı uyruklar”dır.[5] Bu özel nitelikli uyruklara dayalı “milli menfaat” ise “hükümette karar yetkisini haiz grubun milletin bekası için önemli olduğuna inandığı hususulardır…Devlet gemisini yürüten…siyasal kadrolar, milletin iradesiyle iş başına geldiklerine göre kendilerine siyasal iktidarı teslim eden halkın, öncelikle var oluşu ve bundan sonra da sürekliliğiyle ilgili çareleri bulmakla yükümlüdür. Hükümetlerin asıl görevi de milletin sürekliliği ile ilgili önemli işleri kararlaştırmada bu hususları değerlendirmiş olmalarıdır.”[6]
Milli menfaat, “kozmopolit ve çok uluslu devletler”den ziyade insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere “milli devlet”in sahip olabileceği bir faktördür; zira “bir nesneyi ele geçirme duygusu, insanda yaradılışında vardır. İnsanları bir araya getiren de bu duygudur. İşte bu duygu devlette gerçekleştiği için devlet toplumun özüdür.”[7] Milli devletin en önemli özellikleri ise “halkın genel yapısı itibariyle ırk, dil ve kültürel bağları bakımından benzerlik göstermeleri…milletin ortak bir ülküye veya bilince sahip olmasıdır. Bu bilinç doğal olarak milleti devlete bağlayan güçlü bir bağdır ki devletin de güçlü olmasını etkiler…Bu nedenle bünyesinde değişik kültür varlıklarına sahip olan birçok devlet günümüzde bu kültürleri kendi amaçlarına uygun olarak yönlendirmek ve eritmek politikasını gütmektedir. Çünkü milli devletin milli niteliği, ortak kültür yaratılması bakımından önemli bir faktördür.” Dolayısıyla milli devlet “ varlığını tek bir millete dayandıran ve kişiliğini onunla özdeşleştirmiş bulunan devlettir…Milli devlet olmanın başlıca koşullarından bir [diğeri ise] ülkede yaşayan insanların tümünü tek bir toplum ve millet olma aşamalarına eriştirmek ve onları bu bilincin içinde tutabilmektir.” Böylesi bir devleti tehdit eden en önemli unsurlar “gelişimi, kişilik ve karakterini, gelişmişlerindekine benzemekte görmek ve bu amaçla millilik niteliğinden tavizler verip ondan uzaklaşmaktır…Millilik yitirilince onun kaynağını oluşturan millet ve nihayet devletin tümü dejenere olur, soysuzlaşır. İkinci tehlike ise millilik ve tutuculuk kavramlarını eşdeğer kabul etmekten doğar. Bu durumda millilik sürer fakat devlet, çağdışına düşerek zaman içinde yıkılır. Devletin çöküşü, milletin şu veya bu biçimde, başkalarının yönetimi ve kontrolü altına girmesi ve onların ölçütlerine bağımlı olarak yaşamaya zorunlu tutulmasıyla sonuçlanır. Eğer bu hal önlenemez ve süreklilik kazanırsa millilik de yıpranır, soysuzlaşır ve yitirilir.”[8]
Bu çerçeve dahilinde “[Türk] devletinin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü, milletin hürriyeti, namusu, şerefi, ona kişilik kazandıran kültürü ve içerdiği tüm manevi değerler, devletin ve milletin korumakla görevli olduğu tarihi ile ilgili hedefler…bir devletin ve milletin kutsal hedefleridir.”[9] Bu perspektif Türk devlet aklını kimi zaman “…milli hedeflerin devlet siyasetiyle ilgili olarak gizli yönleri de vardır. Bu gizlilik, onların devlet sırrı olarak gereken titizlikle korunmalarını gerektirir”[10] denilerek gizli; kimi zaman ise 1982 Anayasası’nın başlangıç bölümünde yer verildiği üzere “Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı…Topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu” denilerek açık biçimde temsil edilmektedir.
Böylesi monolitik ve homolojik bir devlet aklının çoğulcu, partikülarist ve/veya demokratik herhangi bir yaklaşıma, varlığa ve/veya unsura zerre kadar tahammülü olmadığı “mülkün tabiatı gereğidir.” Bu çerçeve dahilinde “adalet mülkün temeli” şiarının adaletle bağı ise ancak ve ancak sözü edilen milliliğin bekasını sürdürmek üzere başvurulan araçsal bir stratejik söylem olarak nitelendirilebilir. Gerçek bir eşitlik ve özgürlük paradigmasının (egaliberte)[11] her daim boğulması ya da boğulmaya çalışılması, söz konusu tekçi, devlet-millet özdeşliğine dayalı kaskatı bir aklın temellük tarihiyle açıklanabilir. Bugünün “yerli ve milli” söylem ve siyasetinin sırtını yasladığı güç Orgeneral Yirmibeşoğlu’nun “mütevazı” olarak tanımladığı, tam da bu kitaba can ve ruh veren “fiziki, ekonomik, kültürel, manevi ve bilimsel kuvvetler ve bunları yönetme ve uygulama kabiliyetinin toplam verimliliğidir”; bir başka ifadeyle kendi ilkesini kendisinden alan bir milli menfaat, beka, milli hedefler şemasının seferber edilerek mevcut bütün “milli güç” ve imkanların belirli bir plana göre kullanılarak zaman ve mekan değerlendirmesi eşliğinde tahsis edilip koordine edilmesidir.[12] “Milli gücün kaynakları ise milletin içerisinden doğar, milletçe beslenir ve geliştirilir. Devlet bu gücün geliştirilmesi için gereken planları yapar ve tedbirleri alır. Devlet milli gücün geliştirilmesi için gereken kuvvet ve vasıtaların belli kural ve yöntemlere göre ortak çalışmalarını bilimsel ve mantıksal olarak düzenler.”[13]
İşte bu nedenledir ki esas mesele adalet değil, kendinden menkul bir devlet aklının iktidar stratejileri ve pratikleridir. Hiçbir şey “adalet yerini bulsun diye değil, her şey hükümet gücü serbest kalsın diyedir.”[14] Her türlü demokratik temsil sürecinden kurtularak saf bir iktidar arayışıdır, söz konusu olan. Önündeki tüm engelleri bertaraf ederek, ne kadar dolayım varsa tümünü etkisiz hale getirmektir amaçlanan. Gerekirse siyasi hesaplaşmanın en önemli yollarından biri olmuş “dava”yı, yani yargıyı kullanarak, gerekirse terörle mücadele namına en temel hak ve özgürlükler ile insan haklarının ağır ihlallerine (uluslararası suçlar) imza atarak, gerekirse “devlet içinde devlet olma girişimleri”ni bastırma gerekçesiyle hukukun yerel, ulusal, bölgesel, uluslararası, evrensel tüm standartlarını askıya alarak, gerekirse de “yerli ve milli” iktidarını dayandırdığı tek dayanak olan sandıktan çıkan oy oranının artı değerini hiçleştirecek denli gözü karararak iktidarın tehlikede olduğu telaşıyla seçimlerin iptal edilmesini sağlayarak; illiberal demokrasinin dahi kurum ve kurallarını yok sayıp “kayyım” denilen bir müesseseyi “siyasal darbe”nin nesnesi kılarak.
Bir sürekli olağanüstü hâl rejimidir karşı karşıya olunan: Ultra sağ/milliyetçi bir iktidar bloğunun elinden çıkan “idari faaliyetin genel biçimi olarak hükümet”in harekete geçirdiği bir mekanik, mütemadi bir coup d’Etat süreci; anti-Kürt bir devlet aklının güncel uygulayıcısı olarak demokrasinin en temel unsuru “yerel temsil”in ismiyle-cismiyle-beşeriyetiyle üzerinden çıplak şiddet tehdidiyle geçerek. Kayyım, esasen bunun adıdır: Tüm erkekliğiyle, erilliğiyle, kadın düşmanlığıyla hükümettir kavramın “içerik babası”; MGK’nın malumu ilam ettiği raison d’Etat anlayışına dayalı olarak bizatihi hükmeden iktidar bloğunca gerçekleştirilen bir darbenin adı. Tereddüde mahal vermeyecek biçimde tespit edilmesi gereken, tarihe büyük harflerle not düşülmesi şart olan hakikat, adıyla sanıyla budur.
Kayyım Kavramının Muhtevası
Bir sözcük, terim ve/veya kavram hakkında düşünmek, onun hakikatini soruşturmak, ancak tarihsel-toplumsal tezahürünü anlayabilmekle mümkündür. Zira her şey gibi sözcüklerin, terimlerin ve kavramların da bir geçmişleri ve o geçmişi biçimlendiren tarihleri bulunmaktadır. Bu aynı zamanda bir adlandırma fiili ve o fiilin sonucunda kazandırılan içeriğin zaman ve mekân içerisinde kat ettiği engelli, engebeli, sapaklı yol hakkında muhakeme geliştirmektir. Ad koymanın bir egemen olma fiili olduğu kabul edilirse şayet “kayyım” sözcüğünün -hükümet(in) darbesiyle- dönüş(türül)en içeriği egemenlik ilişkilerinin ve bu ilişkilerden kaynaklı hukukun sosyal-siyasal niteliğini açıklığa kavuşturmakla mümkün olabilir. Bu imkânın zeminiyse bir kavramın tarihselliğini, ilişkiselliğini ve örüntüselliğini ortaya koyacak çerçeveyi çizmektir:
“Machiavelli’nin siyasi analizlerinin bize öğrettiği bir şey varsa o da siyasi kavramların veya araçların değerini tayin ederken konjonktürün (fortuna dense de olurdu) ortaya çıkardığı arzu ve dinamikleri dikkate almayan her yaklaşımın özü gereği depolitize edici olduğudur…Kavram ve terimlerin sınırlarını tüm siyasi süreç ve pozisyonlar için sabit bir şekilde tanımlamak sadece özcü bir tutum olmakla kalmayacak kendisi bir anlamlandırma ve tanımlama faaliyeti olan siyasi süreçlerin bu kavramların içeriği üzerindeki etkilerini de görmezden gelmek anlamına gelecektir.”[15]
Kavram, bir şeyin zihindeki soyut ve genel tasarımıdır. Bu soyut ve genel tasarım, herhangi tekil bir nesnenin insandaki tekil izlenimi olan “imge”den başkaca bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla kavram, imgeden farklı olarak bir duyusal izlenimi değil, zaman ve mekâna dayalı tasavvur sürecinin sonucunda varılan bir tasarımı işaret eder. O, “biriktirilmiş, depo edilmiş, yoğunlaştırılarak bir sözcüğe yükletilmiş, bir sözcükte toplanmış bilgidir:”[16] Bu bağlamda:
“Her kavramın [ise] eo ipso kendi bağlamında değerlendirilmesi gerektiği söylenebilir. Karşıt kavramlar, alt ve üst kavramlar, refakatçi kavramlar ve yan kavramlar olmaksızın bir kavram analiz edilemez…Özellikle paralel kavramlar kavrambilimsel soruların yanı sıra aynı olguların farklı adlandırmaları konusunda onomasyolojik soruları da tartışmayı gerektirir…Hiçbir genişletme veya sınırlandırma, şayet tarihin gerçekten kavranması arzu ediliyorsa, kavramların anlam kurucu veya anlam talep edici verimlerinin dönüşümü üzerine düşünmeden edemez.”[17]
Bu iddialı ve haklılık payları teslim edilmesi gereken değerlendirmeler ışığında bir kelime veya terim olmasının ötesinde -son dönemdeki gelişmeleri takiben- bir tasarım olarak ele alınabilecek “kayyım” da kavramların genel teorisine uygun olarak zamandan-mekândan, temas halinde olduğu diğer kavramlardan azade ele alınamaz. Nitekim bugünkü tartışmaların gösterdiği gibi kayyım terimi hem hukuk-biçimsel hem de sosyal-siyasal olarak bir anlam kaymasıyla, yeni bir içerik yüklemesiyle veya yetki donatımıyla karşı karşıyadır. Bu dönüşüm, kavramın yüzyıllar içerisinde kazandığı anlam birikimine yenilerinin zerk edildiğinin açık göstergesidir.
Kayyım sözcüğü esasen, Roma hukukundan günümüze miras kalan son derece teknik bir hukuk terimdir.[18] Tarih boyunca gündelik hayatın akışı içerisinde metaforik olarak (dahi) kullanıldığına pek az rastlanmıştır. Başvurulduğu momentler hemen her daim hukukun cevaz verdiği bir çerçeveyi işaret etmiştir. M.Ö. 5. yüzyılın XII Levha Kanunlarına dayandırılan terim, kısıtlı anlam içeriğini, yol aldığı zamanın ve mekânın ruhuna uygun olarak, 20. yüzyılın karşılaştırmalı modern hukuk analizlerine dek korumuştur; bir başka deyişle kayyım, yüzyıllar boyunca hem bir sözcük hem bir terim hem de bir kavram olarak dar anlamlı bir “düzenleme aracı” olarak kullanılmıştır.
Roma’da kayyımlık, medeni (civil) vesayet anlayışının ve bu anlayıştan doğan sosyal kurumun bir versiyonudur.[19] Her halükârda bir himaye anlamını taşısa da en genel manada herhangi bir pejoratif içerik ya da “baskıcı” bir iktidar uygulama anlamı taşımaktan ziyade “iş yükleme, iş görme, tevdi etme, vasilik veya vasiyetin icrası” anlamı taşıyan vesayet, Roma hukukunda, hukuki muamele (işlem) ehliyetini düzenleyen temel kurumlardan biridir. Buna göre, herhangi bir sebepten dolayı himayeye muhtaç olan/olduğu farz edilen ve kendi işlerini tedvir edemeyen/etmediği farz edilen sui juris (hak ehliyetine sahip) şahıslarda patria potestas’ın (manus) yerini tutan müessese, vesayet olarak tanımlanmıştır. Bir başka deyişle hak ehliyetine sahip olmakla birlikte yaş, akıl hastalığı, israf ya da cinsiyet nedeniyle hukuki ehliyeti kaldırılmış kişilere vasi yahut kayyım tayin etme, bir vesayet biçimi olarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla zaman ve mekân bağlamında belli bir menfaati kolladığı düşünülen ve vesayeti üstlenene borç yükleyerek ihlali halinde sorumluluk doğuran bu kurum, hukuk düzeni içerisinde “ehliyet rejimi”nin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
Söz konusu vesayet kurumu Roma hukuku uyarınca iki şekilde tanımlanmıştır: i. Kadınlar ve reşit olmayanlar üzerindeki vesayet: Tutela – vasilik; ii. reşit olan fakat bazı sebeplerden dolayı himayeye muhtaç olan kişiler üzerindeki vesayet: Cura – kayyım. Her iki durumda da hem bir himaye ilişkisini hem de durumun özel niteliğine binaen vekaleten iş görme anlamını taşıyan kurum, menfaati korumanın bir parçası olsa da esas zemin, tespit edilen ya da atfedilen bir acziyet, eksiklik, ehil ol(a)mama halinin kamu gücü tarafından telafi edilmesidir. Bu nedenle vesayet, resmi otoritenin ya da hukuksal iktidarın kendisine ait bir yetkiyi sınırlı bir biçimde başkasına aktarması olarak nitelendirilebilir.
Ancak vasilik ve kayyım arasında şöyle bir fark olduğu belirtilmelidir: Vasilikte korunması hedeflenen, vasi tayin edilen kişilerin menfaatleridir; kayyımlıkta korunması hedeflenen ise hukuki işlem ehliyetleri olması gerekirken özel nedenlerle bu ehliyetleri ya da faaliyetleri kısıtlanmışların değil, mameleki menfaatidir. Dolayısıyla ilki kişi, diğeri ise mülk odaklıdır. Bu nedenle aslen bir potestas olarak nitelendirilebilecek kayyım, olağanüstülüğün/istisnailiğin önemli bir göstergesidir. Zira yetişmiş sui juris bir şahsın, bir diğerinin potestas’ı altına girmesi, Roma hukuku düzeninde bir olağanüstülüğü/istisnailiği işaret etmektedir.[20]
Böylesi bir hukuksal zemine sahip vesayet kavramı ve kayyım gibi türev kavramlar, modern hukukta -Roma hukukuna dayalı himayeci manaya paralel biçimde- aile hukuku, ticaret hukuku, kişiler hukuku ve (bu hukuk dallarındaki anlamı kastedilerek) ceza hukuku alanlarında kullanılan özel hukuk terimleridir. Dolayısıyla hem vesayet hem de kayyım terimlerinin -her ne kadar en geniş anlamda koruma hedefi kamusal düzen olsa da- yerleşik olarak birer kamu hukuku terimi olduğunu söylemek mümkün değildir.[21] O halde en genel manada “kanunla muayyen hallerde bir malı idare etmek veya bir işi görmek üzere tayin olunan kimse”[22] olarak tanımlanabilecek kayyım, spesifik olarak ise düzenlendiği özel hukuk alanının yetki kapsamı dahilinde vesayete dayalı görev yapan kişi olarak nitelendirilebilir.
Nitekim, Türk Medeni Kanunu’nun 403. maddesi uyarınca kayyım, “belirli işleri görmek veya malvarlığını yönetmek için atanır.” Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda yine özel hukuk anlamı kastedilerek “…şirket işlerinin yürütülmesiyle ilgili” olarak kayyım atanabileceğine hükmedilmiştir. Bu örnekler diğer özel hukuk düzenlemeleriyle çoğaltılabilir; önemli olan husus, kayyımlığın, Roma hukukunun kazandırdığı anlam içeriğine uygun olarak kamu otoritesinin istismar, yetersizlik, yolsuzluk, ehliyetsizlik vb. tespit ettiği veya atfettiği durumlarda atanma yetkisiyle donattığı özel hukuk hükümlerine tabi gerçek kişiler olmalarıdır. Ancak, bu özel hukuk niteliğine rağmen, resmi organların vesayete müdahalede bulunmaya başlamalarından dolayı “kamu vesayeti” tabirinin hem gündelik kullanıma hem de literatüre yerleşmeye yüz tuttuğunu söylemek mümkündür.[23] Gerek yetki kullanımının denetimi gerekse vasinin yapmış olduğu işlemlerin kamuca kontrol edilmesi anlamında vesayetin zaman içerinde özel hukukundan kamu hukukuna doğru evrildiği de gözlemlenmektedir.
Bu evrimin kaynaklık ettiği imkân veya yarattığı zemin göz önünde bulundurulduğunda, kavramların zamana ve mekâna bağlı olarak dönüşen nitelikleri gereği “kayyım” teriminin de özel hukuk kişiliğinden tüzel kişiliğin bir öznesi haline getirilerek egemenlik yetkisinin doğrudan, dolayımsız ve keyfi bir biçimde kullanılabildiği bir içerikle donatıldığı söylenebilir. Buradaki mesele, hâlihazırda yapay bir ayrımı işaret eden özel hukuk-kamu hukuku ayrımının küreselleşme dönemiyle birlikte aslına rücu ederek aşılmaya başladığı yönündeki evrensel hukuk tartışmalarına içkin değildir.[24] Aksine burada söz konusu olan, kendine has bir özel hukuk teriminin kamu otoritesi tarafından yeniden tasarlanarak/dizayn edilerek (redesign) açık bir hukuksuzluğun aracı haline getirilmesidir.
Yerel yönetimlerin en önemli unsurlarından biri olan belediyelerin organlarına vesayet makamınca gerçekleştirilen atamalar, kamu hukuku mevzuatında ya da literatürde bulunmamasına rağmen içerik benzerliği veya sözü edilen “eksiklik, yetersizlik ve/veya ehliyetsizlik” atfını veya iddiasını -adeta kasten- işaret etmek üzere “kayyım atamaları” olarak adlandırılmakta ve nitelendirilmektedir. Bunun en somut örneği, OHAL döneminde ve sonrasında %90’ından fazlası HDP belediyelerine olmak üzere gerçekleştirilen vesayet makamı atamalarıdır. Kamu hukukunun yetki alanı içerisinde bulunmayan ancak egemenlik yetkisinin sahibi olan devlet tüzel kişisinin bir yandan merkezi yönetimi güçlendirilmek diğer yandan da esasen HDP yerel temsilini hukukdışılaştırmak (outlaw) üzere bir başka kamu tüzel kişisi olan belediyelere “atama uygulaması” başlatması, hiyerarşisine tabi olmayan bir tüzel kişiyi kayyım(lık) kavramının nesnesi haline getirmiştir.[25]
Halbuki kuruluş ve görev itibariyle idarenin bütünlüğü ilkesi çerçevesinde belediyecilik gibi yerel ve yerinden yönetimlerin esası olan bir kamu hizmeti, idare hukuku prensipleri gereğince hiyerarşik bir denetime değil, vesayet denetimine tabidir. Hiyerarşik denetim, merkezden taşraya hiyerarşik bir bağ içinde örgütlenmiş genel idarenin kendi örgütü içinde bu hiyerarşiye bağlı kalarak denetlenmesi, dolayısıyla hukuki metinlerde ayrıca öngörülmesine gerek olmadan hiyerarşi ilişkinin per se kendisinden kaynaklanması anlamını taşımaktadır. Hiyerarşik denetim, hukuka uygunluk denetimi olduğu kadar, hiyerarşinin doğal bir uzantısı olarak yerindelik denetimini de kapsar. Vesayet denetimi ise ayrı tüzelkişiliklere sahip yerel idare ve kamu kurumlarının onlara vücut veren ve idarenin bütünlüğü gereği, kamu yararı amacıyla devlet tüzel kişisi tarafından denetlenmesidir. Buradaki önemli fark, hiyerarşik üst altına emir ve direktif verebilirken gerek vesayetin kendi özelliği gerekse özerklik gereği vesayet makamının emir ve direktif verme ve yerindelik denetimi yapma yetkisinin olmamasıdır.[26]
Devlet tüzel kişiliğinin üstünlüğü ve tekliği ilkesi itibariyle yerinden yönetim kuruluşlarına tanınan özerkliğin bir istisnası olan idari vesayet, kamu yararı amacıyla ve yerinden yönetimin neden olabileceği varsayılan “kimi sakıncaları” gidermek için yargısal denetimi sağlamak için öngörülmüş ayrıksı usullerdir. Bir başka ifadeyle yerel yönetimler, özerk birer kuruluş olarak dikey biçimde örgütlenmiş “kamu tüzel kişilikleri hiyerarşisi-içi bir denetim”e değil, egemenlik yetkisinin temsilcisi olan olarak devlet tüzel kişisinin denetimine tabidir. Dolayısıyla bir kamu tüzel kişisi olarak devletin, bir diğer kamu tüzel kişisi olan belediyeler üzerinde hiyerarşik bir denetim yetkisi yoktur; bu yetki bir vesayet yetkisidir ve hukuka uygunluk denetimiyle sınırlı olup, ilgili seçilmiş organın yerine geçerek yerindelik denetimi yapmaya dönüşemez.
Buradaki vesayet ise anayasal bir ilke olarak idare bütünlüğü dahilinde bir asimetriyi, “himaye”yi işaret etse de bunun yanı sıra vekaletsiz iş görme veya iş icra etme anlamına binaen bütünlüklü bir yapı içerisinde belli bir vazifenin, yapıyı oluşturan özerk parçalardan biri tarafından yerine getirilmesi anlamını taşımaktadır. Yani vesayet, bir ülke sathı mahallinde tüzel bir kişi olarak egemenlik yetkisine bir devletin aynı satıh dahilinde hiyerarşiye tabi olmaksızın iş görme yetkisiyle donatılmış diğer tüzel kişilerin özerklik kabiliyetlerini işaret etmektedir. Böylesi bir yetki dağılımının aslî nedeni, yerel yönetimlerin merkezi yönetimden azade bir sosyal, siyasal ve hukuksal gerçekliğe sahip olduğunun kabulüdür. Bu kabulün arka planında ise yerelin kendine özgü ihtiyaçlarını kendi karar ve kaynakları aracılığıyla karşılaması gerekliliğine dayalı bir “yerel demokrasi” perspektifi yatmaktadır. Zira yerelin özerk temsili, yerel demokrasinin de olmazsa olmazıdır.
Özerklik, Yerel Demokrasi ve Kamusallık
Özerklik veya otonomi (autonomy), etimolojik olarak Antik Yunanca kökenli “kendi” anlamındaki auto ile (kurucu) yasa anlamındaki (nomos) sözcüklerinin bir araya gelmesiyle “kendi hakkında ‘yasa’ma/karar ver(ebil)me/kural koyabilme yeti ve yetkisine sahip olma” anlamına gelmektedir. Sözcüğün kök bileşenlerinden ilkini oluşturan “kendi”, kullanıldığı bağlama göre kavramsal bir içerik kazanarak özgül bir forma bürünmektedir; bir başka ifadeyle sözcük, göndermede bulunduğu öznenin ayırt edici nicel ve/veya nitel unsurları çerçevesinde kavram haline gelerek “kendilik kipliğine/varoluş biçimine” dönüşmektedir: Bireysel, toplumsal, siyasal, yönetsel/idari özerklik gibi. Sözcüğün diğer kök bileşeni olan “yasa”nın içeriği ise kendilik kipliğinin özgüllüğü dolayımıyla donatılır. Yasa, sözcük anlamı itibariyle ilk elden kendi hakkında karar verme veya kural koyma yeti ve yetkisine göndermede bulunmaz; “kendi hakkında” nitelemesi sözcüğün ilk kök bileşeni olan “kendi” ile imlenerek kavramsal donatı biçimini alır. O halde sözcüğü kavrama dönüştürürken ona bileşenlerinden farklı, yeni bir anlam kazandıran aslî söz, “kendi”dir; bu nedenle bir özerklik rejimini ayırt edici kılan en önemli etkenlerden biri, özerkliği deneyimleyen öznenin iradesidir.
Siyasetin en yalın anlamıyla “düzen kurma faaliyeti”, rejimin ise “düzenleme biçimi”ne tekabül ettiği kabul edildiğinde düzenleme biçimi ve faaliyetin demokratik nitelikleri ile temel hak ve özgürlüklere dayalı anayasallığı turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Bu bağlamda, bir özerklik rejimini ayırt edici kılan diğer önemli etkenin -merkezi rejimin karakteriyle de orantılı olarak- bu rejimin demokratik/antidemokratik, kamusal/gayrikamusal niteliği olduğu söylenebilir. Bir başka ifadeyle “demos”un, yani rejime konu olan insan topluluğunun kimlerden oluştuğu, aralarında hangi türden ilişkiler ağının bulunduğu, “kratos”un, yani yönetme pratiğinin nasıl biçimlendiğini şartlamaktadır; tıpkı bir özerklikte olduğu gibi. O halde idari ya da siyasal bir özerklik biçiminin anayasal demokrasi kıstaslarına uygunluğu meselesi, i. özerkliğe mazhar “kendi”nin nasıl bir demos teşkil ettiği ve ii. “nomos”a yön veren “kratos”un hangi ilke ve kurumlar zemininde inşa olduğudur. Bir anayasal demokrasinin de karakterini belirleyen bu kriterler, ister siyasal ister yönetsel hatta isterse bireysel olsun “kendi”nin kendini yönetme pratiğinin de temelleridir.[27]
Literatür, hangi disiplin içerisinde kullanıldığına bakılmaksızın özerklik tanımına dair dört ana kategori geliştirmiştir: i. Hak olarak özerklik; belirli konularda ister bireysel ister kamusal kurumlar açısından olsun özgür muhakeme gücü ile karar verilebilmesi hakkı; ii. daha fazla bağımsızlığın eş anlamı olarak özerklik; iii. daha fazla desantralizasyon anlamında özerklik; iv. belirli alanlarda sadece kimi yasama, yönetme ve yargı yetkilerini kapsayan bir nitelik olarak özerklik. Sınırlı anlamda kendini yönetme hakkından belirli bir bölgenin kolektif özgürlüğü ya da tümüyle siyasal bağımsızlığın söz konusu olduğu durumlara kadar geniş bir yelpazede değerlendirilebilecek özerklik kavramı, demokrasinin yerelden inşası ve ideal formu tartışmalarının odağındadır. Her ne kadar herkes tarafından kabul edilen bir ortak tanımı ya da kamusal veya anayasal bir hak olarak zorunlu bir şekilde neyi içermesi konusunda bir uzlaşı olmasa da kavrama, günümüz omni-crises (hep-kriz)[28] döneminde bir sorun çözücü paradigma olarak mütemadiyen başvurulmaktadır; ki demokrasi açığı (deficit) ya da demokrasinin hepten krizi, merkezileşmenin yereli yok sayan tekçi anlayışına dayandırılmaktadır.[29]
“Yerel” ise bir yandan “kent mekânını yorumlama aracı bir kavram” diğer yandan ise “çok boyutlu bir kavramsal boşluk doldurucunun hukuk disiplinindeki yeri” olarak ise son derece ciddi ve interdisipliner bir boyutta küresel olarak tartışılmaktadır: “Yerel/yerellik (locality) tedirgin edici bir kavram. Önemli bir şeylere işaret eder gibi görünüyor ki insanların çoğu onun kendileri için neyi temsil ettiğini -aşağı yukarı- biliyorlar. Buna rağmen çok az kişi bu kavramı tam olarak tanımlamaya yanaşıyor. Hatta bunların çok daha azı da bir sonuç ortaya çıksa dahi çıkan sonuç üzerinde uzlaşabilecektir.”[30] Büyük Türkçe Sözlük’e göre ise yerel, yönetsel, sınırlı bir yerle ilgili olan lokal, bir yere veya bölgeye ilişkin olan, mahalli, gözlem yerine veya gözlemcinin bulunduğu yere göre tanımlanan, köken gibi farklı konotasyonları işaret etmektedir. Latince bir yere ait olma anlamında kullanılan localis ya da local kökünden gelen ve İngilizce’de “local” olarak tanımlanan yerel, evrende sabit bir yere referansla mekânsal bir forma ya da lokasyona sahip olan, yaygın olmayan, sınırlı bir yere ait olma, bu sınırlı yerin bir özelliği gibi tanımlamalarla karşılanmaktadır. Yerellik ise (locality) ise zaman ve mekâna referansla evrende bir yere sahip olma durumu anlamında çevrilmektedir.
Bu çerçeve dahilinde pek çok kavram, yereli karşılayacak veya ona gönderme yapacak biçimde kullanılarak sözü edilen geniş yelpazede örnekler niteliktedir: Topluluk (community), mahalle (neighbourhood), kent (city-town), belediye, il, köy, kilise bölgesi gibi yönetim birimlerine (municipal, provincial, village, parish, parish-pump) atıf yapan bir kelime olarak ya da sıfat haliyle yerli/dahili olan (domestic-internal) anlamlarını taşıyarak. “Yerel”in karşıtları da kavramı anlamlandırmak için fikir vermektedir: Bölgenin karşısında ulusal olan (national), sınırlılık karşısında genel olan (general), küresel olan (global), yerlilik karşısında yabancı olan (outsider), hatta ev, mesken, konut, ülke gibi.
Kentsel mekânı yorumlama aracı olarak yerelin hukukla bağlantısı ise elbette devlet kuramlarından bağımsız ele alınamaz. Hukukta yerel kavramı kullanıldığında akla ilk gelenin yerel yönetim birimleri ve bunların gördüğü kamusal işler olması tesadüf değildir. Zira “evrensel bir yerel yönetim olarak addedebileceğimiz belediye” bir yaşam biçimi olarak kentleşmenin neticesinde ihtiyaç duyulan siyasi yapıların da öncülü olarak değerlendirilebilir. İktidarın merkezden, merkez dışındaki birimlere dağıtılması ve bu sayede egemenlerin muhtemel keyfiliğini önleme ile egemenliğin sınırlanması işlevleri nedeniyle özgürlüğü, siyasal katılım ve vatandaşlığın kendi yaşamlarını yönetme olanaklarını sağlama işlevi nedeniyle eşitliği, yerel toplulukların ihtiyaçlarının karşılanması yoluyla refahı sağlama fonksiyonu olduğu kabul edilen yerel yönetimler hem yerel topluluk üyelerini hem de yönetim ya da iktidar kavramları üzerinden egemenliği temsil etmektedir. Bu egemenlik ilişkisidir ki hem bünyesinde barındırdığı temsil kabiliyeti ile ona yaşama şansı verilmeli hem de bu temsil kabiliyetinin sağladığı demokratik meşruluğun kamusal niteliği gereği kötüye kullanımlar engellenerek egemenlik yetkisinin sınırları belirlenmelidir. Bu ise anayasalara dercedilmiş yerel yönetim özerkliğinin, hem göreve geliş ve görevde kalış süreleri boyunca güvence altına alınması ile hem de idari vesayet ilişkisinin Anayasa’da düzenlenmesi ve kanunlarla uygulanma alanı bulmasıyla gerçekleşebilir.
Bir anayasal demokrasi, siyasal iktidarın/hükümetin egemenlik yetkisini salt merkezden yönetim esasına dayandırması yoluyla genel seçimlere dayalı olarak koruyacak bir demokratik yönetim şekli olarak nitelendirilemez. Tüm bu yerellik ve özerklik tartışmalarına dayalı olarak Türkiye’nin anayasal demokrasisi ise 1982 Anayasası’nın 123. maddesinin lafzına uygun biçimde iki ilkenin devlet yönetiminde temel alınmasına, yani hem merkezden hem yerinden yönetim esaslarının güvence altına alındığı bir siyasal sistemin varlığına dayalıdır. Yerel demokrasi kavramına içkin yerel özerklik, bu anayasal ilkelerle bir arada ele alındığında devlet yönetimi ve egemenlik yetkisinin ülke sathında kullanılması bağlamında bir anlam taşır. Böylece kendi yasalarıyla bağlı olma anlamı taşıyan özerklik, merkezi yönetimlerle vesayet ilişkisi içindeki yerel yönetimler açısından kompleks bir ilişkiye dönüşür.[31] Halkın yönetime katılmasını sağlayan alternatif/diğer birimler olarak yerel yönetimlerin özerkliği, halkın yönetime katılmasını sağlayan genel iradenin vücut bulduğu merkezi idare ile karşılıklı bir ilişki içerisinde hayat bulur.
Ancak yerel demokrasinin son derece önemli bir unsuru olan yerel özerklikle söz konusu karşılıklı ilişki, yerinden yönetim ilkesi gereği devletin oluşum esaslarını düzenlediği kadar siyasal iktidarın sınırlandırılmasının normatif dayanağı[32] olan anayasal metinlere bağlayıcı bir hukuk normu olarak girmektedir. Bu açıdan yerinden yönetim ilkesi, yerel demokrasinin tartışılmaz bir parçası; yerel demokrasi ise demokratik temsil ve karar alma süreçlerine katılımın içkinliği hasebiyle kamusallık kavramıyla yakından ilişkilidir Nitekim yerinden yönetim ilkesi gereği, yerinden yönetimler ayrı birer kamu tüzel kişiliğine sahip oldukları için merkezi idarenin hiyerarşine dâhil olmadan ve sui generis yapıları sebebiyle idari özerkliğe sahiptirler.[33] Söz konusu ayrımın, özerklikleri gereği yerel yönetimlere önemli ayrıcalıklar ve yetkiler tanıdığı Anayasa Mahkemesi kararlarınca da sabittir:
“Anayasa’da merkezî idare-mahallî idare ayrımının yapılması, mahallî idarelerin organlarının seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, seçimlerinin süreli olması, kararlarını kendi organları eliyle alması ve uygulatması, kendilerine özgü bütçelerinin bulunması gibi yetki ve ayrıcalıklar tanınmış olması, bu idarelerin özerkliklerinin somutlaşmış hâlidir.[abç] Nitekim Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da, Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca mahallî idarelerin idari ve mali özerkliklerinin bulunduğu vurgulanmıştır. İdari özerklik icrai karar alma yetkisini de içermektedir. Merkezî idarenin bu kuruluşlar üzerindeki vesayet yetkisi yerindelik ve hukukilik denetimleriyle sınırlı olup vesayet, yerinden yönetim kuruluşları yerine geçerek icrai karar alma yetkisini içermez.”[34]
Mahkeme içtihadından da görüleceği üzere, “yerel özerkliğin somutlaşmış hali” olarak sunulan seçimle göreve gelme, mahalli idarelerin kendi kararlarını kendi organları eliyle alması, uygulatması ve kendilerine özgü bütçelerinin olması, onlara yerel idare olma vasfını veren temel ayrıcalıklardır. O halde, bu ayrıcalıklardan azade kılınmış, kriminalize edilerek hareket alanı daraltmış ve normatif güvencelerinden hukuka aykırı olarak yoksun bırakılmış olan yerel idareler, mahalli idare olma vasfını değil, ancak ve ancak merkezi idarenin taşra teşkilatı[35] olma niteliğini haiz olmaktadırlar. Zira yerel idareye, özerk birer yerel yönetim olma vasfını veren, onların kamusal görev ve işlevleridir. Bu kamusal işlev i. yerel özerklik hakkının somut öznesi olan demokratik ilkelerle seçilmiş yerel yönetim meclisleri ve ii. bu yerel yönetim meclislerinin kamusal nitelikteki işlev ve görevleridir.
Ayrıca yerel yönetimlerin, Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı madde 3/2 gereği serbest, doğrudan, eşit seçimle iş başına gelen karar ve yürütme organı olarak ve organlık sıfatını ancak yargı kararıyla kaybetmeleri göz önünde bulundurulduğunda kamusal anlamda yerel demokrasinin taşıyıcısı konumunda oldukları iddia edilebilir. Ayrıca Şartın Açıklayıcı Raporu’nda belirtildiği üzere, demokratik temsil ve seçimlerin yerel yönetimler alanında en az merkezi hükümet kadar önemli olması ve vatandaşlar karşısında siyasi olarak hesap verebilir yerel idare teşkilatı olarak konumlandırılması, söz konusu kamusal niteliğin hak temelli bir uluslararası sözleşme aracılığıyla kabul edildiğinin açık göstergesidir. Dolayısıyla i. yerel yönetimlerin göreve gelmesi yönünden demokratik seçim uygulanması, ii. organların faaliyetlerinde özerkliğin sağlanması ve görevin ifasında bu temsil kabiliyetinin öncelenmesi, iii. organlık sıfatlarının görev süreleri dolmadan geçici veya sürekli olarak sona erdirilmesi bakımından usuli güvencelere sahip olmaları[36] yönünden yerel yönetimler, kamusallığın ve demokrasinin yereldeki en önemli taşıyıcısıdır.
Yerel yönetimlerin bünyelerinde barındırdıkları bu demokratik temsil unsuru, onların kamusal işlev ve görevlerinin göstergesidir; bir başka ifadeyle bu yönetimler yerel olma özelliklerini, yerinden idare ilkesinin bir yandan devamı diğer yandan kat’i şartı olarak kamusal işlerdeki görev ve yetkileriyle kazanırlar. Yerele ait olanın, aynı zamanda kamusal olduğuna dair hukuksal-siyasal gerçeklik, kendini dar anlamda mevzuatın, geniş anlamda ise hukuki kavramsallaştırmaların satır aralarında göstermez; aynı zamanda yerel-kamusal ilişkinin dinamiğine içkin olarak yerele lokal olma vasfını veren birincil niteliktir. Normatif dayanağını Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda da bulan “kamusal işler”, yerel yönetimler bakımından sınırlı bir kamu hizmetini değil, halihazırda var olan kamusal hizmetlere ilişkin görev tanımının bir gereği olarak, merkezi yönetimlerin yerel yönetimlere yetki devretmesinin ve merkez-yerel arasındaki görev ve sorumluluk paylaşımının[37] belirlenmesini içermektedir. O hâlde kamusallık ve yerel ilişkisi, merkezle-yerel arasındaki gerilimli dinamiğin görev ve sorumluluk alanlarının belirlenmesi için önem arz ettiği kadar, yerel yönetimlerin sınırlı alanda hizmet görmesini sağlayacak şekilde onu kamusalın haricinde kılmayı bertaraf etme amacına da sahiptir.
Buradan yola çıkıldığında kamusallığın, yerel yönetimlerin görev ve sorumluluk ağının kurucu ilkesi (nomos) olduğu ve sağlamasının, öncelikle idari vesayet ilişkisinin personel, mali ve idari bağımsızlığı yoluyla gerçekleştirdiği görülecektir. Bu azadelik, ona ekonomik kapasite olarak i. yeterli ve görevlerle orantılı mali kaynaklara sahip olma hakkı ve ii. usuli güvence olarak yerel yönetimlere danışılması hakkı getirmiştir. Yerel Yönetimler Şartı’nın 9. maddesinde ifade edilen bu haklar, üstlenilen görevlerle orantılı olarak i. yerelin kamusal ihtiyaçlarını sağlayabilme kapasitesine sahip mali kaynaklar ve ii. ulusal ekonomi politikası çerçevesine yeterli öz kaynaklara sahip olma hakkı, yani öz kaynakların merkezden bağımsızlaşabildiği iki düzeyi haizdir. Bu kamusal kaynaklar, yerelin yani “mahallin müşterek ihtiyaçlarını gidermek/sağlamak” amacıyla kullanıldığında yerel yönetim işlevini yerine getirmiş olmaktadır.
Kaynak kullanımının yerele ait bir hak ve yerele hesap verebilirliğin sağlaması olduğunun delili ise Şart’ın 4. maddesindeki “usuli güvence olarak yerel yönetimlere danışılması hakkı”dır. Gerçekten de bu hak ile amaçlanan, konusu yerel yönetimleri doğrudan ilgilendiren tüm meselelerin planlamasının ve karar alma süreçlerinin, yerel yönetimlere danışılarak gerçekleştirilmesidir. Böylelikle yerel olan kamusal, kamusal olan ise yerel olarak kendini gösterir. Kamunun mekânsal ve zamansal içeriği, yerel olanda hayat bulur.
Tüm bu kavramsallaştırma ve kamusal-yerel tartışması ışığında Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca, yerel yönetimlerin kamusal niteliğinin lafzen tanındığını söylemek mümkündür. Yerel yönetimlerin görev alanını düzenleyen bu hüküm, mahalli idareleri, mahalli müşterek ihtiyaçları karşılamak göreviyle çerçevelemiş, kuruluş esaslarını da bu şarta bağlamıştır. Dolayısıyla yerel yönetimlerin kamusal işler üstlenmesi anayasal düzeyde tanınmış, mahalli müşterek ihtiyaçlarla sınır çizilmiş ve bu anayasal güvence, 5393 sayılı Belediye Kanunu ile 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun ilgili hükümlerine dercedilmiştir. Belediye Kanunu’nun 14. maddesinde belediyenin mahalli müşterek nitelikte olmak kaydıyla imar, su, ulaşım, çevre sağlığı, temizlik, park, yeşil alan, gıda bankası kurmak, okul binalarının onarımı ve benzeri görevleri sayılmış, subsidiarite/yerellik ilkesi, aynı hükümle tanımlanmıştır. Kanunda yer verilen “belediye hizmetleri, vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulur.” ifadesiyle “kamu hizmeti sunma/yerellik” olarak tanımlanabilecek subsidiarite ilkesi, zımnen[38] tanınmıştır. Aynı şekilde İl Özel İdaresi Kanunu’nun 6. maddesi de vatandaşlara sunulacak kamu hizmetinin esaslarını düzenlemiştir. Pozitif hukukun bu konudaki normatif dayanaklarına bakıldığında, uygulama ile mevzuat arasındaki açık çelişkiler ve merkezi yönetimin, yerel yönetim haklarını tırpanlama konusundaki siyasal temayülüne rağmen kamusallık ve yerellik ilişkisinin yadsınmasının mümkün olmadığını söylemek mümkündür.
Toplum kalkınması ile yerel yönetim birlikleri arasında bağ kurarken, yerel yönetimler arası örgütlenmenin başlangıcının yerel yönetim birlikleri olduğu, bunların toplumun müşterek ihtiyaçlarını karşılama ve hizmet götürme amacını güttüklerini söylemek gerekir.[39] Bu ilişki şimdiki dayanağını, yerel yönetimlerin kamusalı “yönetme” işlevini sağlayacak şekilde, yerel yönetimler arası örgütlenme hakkında gösterdiği gibi, bu hak i. birlik kurma ii. var olan birliklere katılma boyutuyla yerel özerkliğin bir başka niteliğine mündemiçtir. Öncelikle yerel idarenin, mahalli müşterek ihtiyaçları sağlarken karşılaştığı kapasite sorunlarına bir çözüm olarak sunulan birlik hakkı, ülke düzeyinde korunmakla beraber, birlikler aynı zamanda kamusallık ve yerel ilişkisinin somutlaştığı mecralar olarak kolektif niteliği haiz kamusal örgütlenmelerdir. Bunlar Anayasa md. 127’de dayanağını bulduğu gibi, bir başka hakkın da habercisi olarak yerel yönetimleri güçlendirmektedir: Bu ise yerel yönetimlerin mali kaynaklara sahip olma hakkı ve bunun bir uzantısı olarak mali özerkliktir. Mali özerklik ise gerek Belediye Kanunu’nda gerek İl İdaresi Kanunu’nda belirtilen hizmetlerin, yerel yönetim eliyle görülebilmesini ve kamusal işlerin bu hakla sağlanabilmesini beraberinde getirecektir.
Mali özerklik bağı, yerel yönetimlerin kamusal boyutunu pekiştiren bir düzey olarak da değerlendirilmelidir; zira bunun nasıl sağlayacağını belirleyecek olan 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’dur. Genel bütçe kapsamı içindeki kamu idareleri arasında sayılmayan özerk bütçeli yerel yönetim olarak kamu idarelerinin mali özerkliği, hem onların kamusal kaynak kullanımı konusundaki yetki ve görevlerini pozitif hukuka taşır hem de özerkliğin bir gereği olarak kamu kaynaklarının hesap verilebilir biçimde kullanımını sağlar. Anayasa Mahkemesi’nin[40], bu kanunla ilgili iptal davasında, kanundaki denetim unsurlarını, kamu kaynaklarının kötü idaresini engellemek ve hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak yorumlaması da mali özerklik ile kamusallık arasındaki ilişkinin pozitif hukuk ve içtihat eliyle sağlaması niteliğindedir.[41]
Gerçekten de yerel yönetimlerin mahalli idare birimleri olarak kolektif kamusal varlıkları, “kolektif varlığa kamusal güvence” formülüyle, özerkliğin çeşitli alt unsularının garantörlüğünde kendisini gösterir.[42] Ancak bu kamusal güvence, yeri geldiğinde, devletin yasalar eliyle mal mübadelesi ve önlemler alarak aynı yerel özerkliğe derinlemesine müdahale etmesinin hukuki kılıfını oluşturabilmektedir.
Tüm bu çerçeve dahilinde yerel yönetimlerin kamusallıkla ilişkisi hem salt mevzuatın teknik lafzına uygun hem de mahalli idare olmanın özündeki asli gerekliliklerle birlikte değerlendirildiğinde, yerel yönetimlere her müdahalenin, demokratik temsil ve kamusal hayatın yereldeki yansımasına bir müdahale olduğu iddia edilebilir. Bu hem bir temel hak olarak seçme ve seçilme/serbest seçim hakkına – Anayasa md.67 ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokol 1 md. 3- hem de demokratik temsil kavramına aykırı bir ihlal niteliği taşımaktadır.[43] Sözü edilen müdahale ise son dönemin en devletlû uygulamasıdır. Tüm bu kavramsal ve hukuksal tartışmaların neticesinde ihlali halinde kamusallığın ve demokrasinin askıya alınması anlamını taşıyan yerele dair haklar, son yıllarda geometrik olarak artarak sistematik biçimde hiçe sayılmaktadır. Müdahalenin en klasikleşmiş gerekçesi ise “terörle mücadele”dir; muğlak, müphem, kullanışlı ve elverişli bir kavram olarak başvurulan ve iktidarın anksiyete krizine girdiği her türbülansta başvurduğu imdada koşan o meş’um “terör torbası”; hakları yutan bir karadelik olarak.
Terör Cininin Çağırılması ve OHAL
Terör/izm ise yeni dünya düzeninin “iyicil ne varsa onun düşmanı” ilan ettiği, dolayısıyla her ihtiyaç duyduğunda adeta bir lamba cini[44] misali çağırdığı son derece iktidar-dostu bir kavramdır. 20. yüzyılın ikinci yarısı ile 21. yüzyıl dâhilinde adeta bir “boş gösteren (empty signifier)”[45] veya “beyaz norm (norma bianca)”[46] olarak her türlü aykırılığı etiketlemek, son derece geniş bir yelpazedeki “anti” düşünceyi, ifadeyi ve eylemi gayrimeşru, yasadışı ve hatta hukukdışı ilan edebilmek için sıklıkla tedavüle sokulan bir bu kavram (ve türevlerin), özellikle otoriter ve/veya totaliter eğilim gösteren rejimlerin iktidar stratejilerinin mütemmim cüzü haline gelmiştir. Temel olarak kimi tipolojik şiddet eyleminin ve savunuculuğunun[47] hukukun kapsayıcılığından azade kılınması veya hukuktan -ki dolayısıyla “insanlık”tan- kovulması (outlawing) amacıyla kullanılan terörizm söz konusu eylemin ve savununun tüm insanlığın düşmanı (hostis humani generis) sayılarak insandışılaştırılmasını (dehumanisation) beraberinde getirmektedir.[48]
Terör/ist sözcüğü günümüzde açıkça “kamusal bir kötülük temsili” olarak kullanılmaktadır: İnsanlığın düşmanı caniler, menfurlar, “herhangi bir bakış açısına sahip olmayıp ‘aklın’ dışında var olan, insan cemaatinde yer almayan fanatikler…insanlığı şüpheli…insan olamayan insanlar, hayaletsi insanlar veya insan haklarına siyasi olarak layık sayılmayan varlıklar”[49] vb. Tarihsel olarak genellikle pejoratif bir anlam içeriğiyle donatılan[50] ve özellikle egemen kara düzeninin “hukuk kurucu veya koruyucu”[51] varsaymadığı “karşı, muhalif, asimetrik, şeytanî, yıkıcı, etimolojik kökeninden kaynaklı olarak korku ve dehşet saçtığı (terere) iddia edilen” gayrinizami şiddet eylemlerine atfen kullandığı bir kavram olarak terörizm, “şiddetin birbirinden ayrılabilecek değerleri olduğu için değil, yerleşik devletlerce gayrimeşru addedilen otoriteler tarafından veya bu otoriteler adına uygulanan şiddeti tanımlamak için kullanıl[maktadır]…Terimin kullanımı böylece devlet merkezli olmayan siyasi birimlerin uyguladığı belli şiddet biçimlerini gayrimeşru kılarken, bir yandan da yerleşik devletlerin şiddetle tepki vermesini onayla[maktadır]…[Dolayısıyla] gayrimeşru olanın şiddetini terörizm ismi tanımlarken yasal savaş, uluslararası alanda meşru devlet olarak itibar görenlerin bir ayrıcalığı [kılınmıştır].”[52] Kural olarak başvuranı imlemeyen, özgöndergeli (self-referentiality) kullanımı bulunmayan, böylelikle her daim öteye konumlandırılarak kökünün dışarıdalığı (düzen dışılığı) vurgulanan terörizm, devlet veya düzen ile birlikte anıldığında ise (devlet terörü) yine bir hariçliği işaret ederek eylemci devletin devlet olarak tanınmaması ya da yürürlükteki yönetim biçiminin hukuksallığının onaylanmamasını ifade etmekte ve her halükarda bir gayrimeşruiyet zemini olarak tariflenmektedir.[53]
Somut olarak hangi tür eylemlerin terör kapsamına girdiğine dair ise açık ve net bir kavrayış olmayıp ne akademik veya bilimsel disiplinlerin ne de ulusal, uluslararası ya da ulusüstü hukuk düzenlerinin üzerinde tanım birliğine varabildiği bir terörizm kavramı bulunmaktadır.[54] Zira terör esasen bir suç tipi olmayıp suç tipine uygun bir eylemin niteliğidir.[55] Uygulanan şiddetin kuvvetinden (11 Eylül), şiddetin yöneldiği hedeften (siviller) veya yarattığı korku ve dehşetin düzeyinden (Paris veya Brüksel saldırıları) ziyade şiddeti uygulayanların pozisyonu, statüsü ve kimliği üzerinden biçimlen(diril)en söz konusu kavram, kahir ekseriyetle “devlet vs. devletdışı (state vs. nonstate)” asimetrisine dayan(dırıl)maktadır.[56] Anaakım literatürde her ne kadar gelişigüzel bir biçimde “insanları bir anda dehşete düşürme stratejisinden ibaret olan terör eylemlerinin belli bir plan dâhilinde sistematik olarak uygulanmasını ve dolayısıyla terör eylemlerinin bütününü ifade etmekteki”[57] edimler olarak nitelendirilse de terörizm, bir siyasal söylem ve strateji olarak “egemenliği hedef alan ya da egemenliğin kendisinin hedef alındığını bizatihi iddia ettiği” tüm aykırı savunu ve eylemlilik biçimlerine doğru genişletilmekte ve yaygınlaştırılmaktadır: Savaş karşıtı örgütlenmelerden özerklik veya devlet kurmak isteyen azınlıklara, radikal veya fanatik İslamcı eylemlerden küreselleşme karşıtı barışçıl protestolara, darbe veya devrim girişimlerinden insan hakları mücadelelerine, seri cinayetlerden basın faaliyetlerine, sıradışı çevreci eylemlerden uçak kaçırma olaylarına kadar.
Dolayısıyla terör sözcüğünün kimi zaman sivil hedefleyen bir bombalama eylemini kimi zaman hükümet veya devlet karşıtı bir başkaldırıyı kimi zamansa memnuniyetsizlik yaratan bir haberciliği veya sanat eserini nitelemek için kullanılan bir kavram halini almasının ardında kavramın egemenlerce kasıtlı olarak muğlâk bir içerik ve kaygan bir zeminle donatılması yatmaktadır. Medeniyet erdemlerine sahip olabilenle olamayan arasındaki bir “metafizik düşmanlığa”[58] dönüştürülen teröre karşı savaş (tertium non datur)[59] ise hukukun söz konusu düşmanlığa “adilane veya hakkaniyetle” uygulanmamasının ya da zaten uygulanamazlığının da zemini olarak sunulmaktadır; zira medeniyet-karşıtı veya uygarlıktan nasibini almamış insansıların meşruiyet dairesinden dışlanıp hukukun medeni koruculuğundan yararlanması irrasyonel ve de imkânsızdır. Böylelikle kimi zaman ceza adaleti sisteminin dışına atılan kimi zaman ise (ki çoğunlukla) ceza adaleti salınımının saf ceza veya tahakküm mührü tarafında yer alarak hakları değillenen ve hiçleştirilen “terörist, terörizmle irtibatlı, iltisaklı vb.”, adaletin söz konusu edilmediği ezici bir egemenlik pratiğinin parçası kılınmaya çalışılmaktadır.
Bu kavramsal çerçeve içinde 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında tedavüle sokulan terör torbası, bir tür her şeye kadir gerekçe olarak tüm normatif güvence ve hakları yutmaktadır. 15 Temmuz darbe girişiminin akabinde 21 Temmuz 2016’da ilan edilen Olağanüstü Hal[60] ile beraber terör kavramı gündelik dilin ayrılmaz ve sıradan bir parçası haline getirilerek, bünyesine aldığı her bir hak ve güvenceyi yok etmiştir. Terör kavramının kullanışlı bir iktidar aracı haline gelmesinin veciz örneklerinden biri, 696 sayılı OHAL KHK’sının 121. maddesiyle düzenlenen, kişilerin resmi görev taşıyıp taşımadıklarına bakılmaksızın terör eylemlerinin bastırılması kapsamında hareket etmesi halinde hukuki, idari, cezai ve mali sorumluluklarının olmadığı hükmüdür.[61] Kamuoyuna “silahlı sivillere cezasızlık hükmü” olarak yansıyan bu kural, “terör” paketinin işlevsel bir maymuncuk olarak gündelik hayatın normalliğini ve sıradanlığı ne derece zehirlediğinin, kuşattığının ve zapturapt altına aldığının göstergesidir. Bu pratik göstermektedir ki “terör kavramı”, siyasal iktidarın, kendisini sınırlayan hukuk fikrinden sıyrılabilmesi için teklifsizce tedavüle soktuğu hukukdışı bir “hukuka uygunluk nedeni” halini almıştır.
Terör cininin OHAL ile birlikte çağırılması ve lambadan çıkarılmasıyla ilgili asıl sorun ise bu cinin, olağan dönem uygulamalarına dercedilerek gündelik siyasetin rotasını belirleyen bir mutlaklığa dönüştürülmesidir. Ceza kanunlarından belediye kanununa kadar son derece geniş bir alanda hüküm süren terör diskuru, siyasal iktidarın egemenlik yetkisinin sınırlarını silikleştirmek için kullandığı bir süperkavram niteliğindedir. Terör suçlarında azami tutukluluk süresinin uzatılmasından, OHAL KHK’ları kapsamında terör eylemlerinin bastırılmasında görev alan kişilere üç ayaklı sorumsuzluk getirilmesi ve hatta Askerlik Kanununda KHK[62] ile yapılan değişiklikle terör eylemlerine görevi olmadığı halde müdahale edenlere çeşitli imtiyazlar getirilmesi gibi uygulamalar, terör cininin lambadan çıkarak tüm siyasal alanı hegemonize ettiğinin delilidir. Terörün hukuki ve yeknesak bir tanımının olmaması, bulunduğu iklimin ve zamanının koşullarına göre eğilip bükülebilen ve renk değiştirebilen muğlak bir içeriği haiz olması, olağan dönemler ile istisna rejimlerini birbirinden ayırmanın mümkün olmadığı, üstelik de istisnailiğin bir olağanlık haline gelerek kalıcılaşma eğilimi gösterdiği bir garabeti de bünyesinde taşımaktadır . Hâlbuki tüm bu çerçeve içinde kamusallık ve demokrasi, salt seçimlere indirgenebilen değil, anayasal sınırlar ve temel hak ve özgürlük içeriğiyle anlam kazanan son derece hayati kavramlardır. Nitekim 690 sayılı KHK’da “terör örgütleriyle ilişkisi olmak” fiili tanımlanmış, eylem birliği içinde olmak, yardım etmek, kamu imkân ve kaynaklarını lehlerine kullandırmak veya propagandalarını yapmak şeklindeki tanımla söz konusu muğlak içerik perçinlenmiştir. Eylem birliğinin, yardımın, propagandanın ne olduğu halihazırda normatif dayanaktan yoksundur ve bu hüküm, terör paketini açıklığa kavuşturmak değil, daha da genişleterek kapsamını belirsizleştirmekten yani açığa düşürmekten başka anlam taşımamaktadır.[63]
İşte bu anahtar kavramın kullanım alanlarından en önemli kullanım alanlarından biri, yerel kamunun biricik temsil alanı olan yerel yönetimlerdir. KHK rejiminin hukuka aykırı kalıcı ve sürekli düzenlemeleriyle belediyeler, terör boş göstereninin veya beyaz kavramının kaynaklık ettiği öngörülemez bir ihlal ve şiddet rejimine maruz bırakılarak paralize edilmiştir. Halkların Demokratik Partisi (HDP) belediyeleri özelinde cisimleşen bu uygulama, yerel yönetimler üzerinde bir saf tahakküm aracı olarak kullanılarak mevzuatın ve hukuki alt yapının buna uygun olarak revize edilmesiyle sonuçlanmıştır.[64]
Kayyım Uygulamasının Hukukla İmtihanı
Yerel Yönetimler ve KHK Rejimi
“Hukuk düzeni siyasal kararların sonucu olduğu için hukukun siyasallığı kadar, siyaset de mevcut hukuk normları çerçevesinde gerçekleştiğinden siyasetin de hukukileşmesi söz konusudur.”[65] Siyasetin hukukileşmesi ve siyasallığın kamusal gaspının hukuk eliyle meşrulaştırılmasının en veciz örneklerinden birini iktidarın OHAL dönemi ve sonrasındaki kayyım uygulamaları oluşturmaktadır. Siyasal alanın, yerel kamunun selameti namına terör gerekçesiyle olabildiğince daraltıldığı, merkezi iktidarın güçlendirilerek âdemi-merkeziyetçiliğin devlet yönetiminden silindiği bu iklimde, kayyım uygulamaları, kanunların, hukuk olma vasfı ve içeriğini bir kez daha tartışmaya açmış, yasallık, hukuksallık ve meşruiyet arasındaki bağları birbirinden uzaklaştırmıştır.
1 Eylül 2016 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 674 sayılı KHK ile Olağanüstü Hal döneminde belediyeler ile ilgili önemli değişiklikler gerçekleşmiştir. Bu KHK ile kamuoyunda “belediyelere kayyım atanması” olarak sözü edilen vesayet makamınca gerçekleştirilen atamalar hayata geçirilmiştir. 674 sayılı KHK hem Belediye Kanunu’nda, hem de İçişleri Bakanlığı Teşkilat Kanunu’nda önemli düzenlemeler getirmiştir.
Türkiye’de belediye başkanlarının görevlerinin son bulmasına ve seçilmiş organların organlık sıfatını kaybetmelerine yönelik kurallar Anayasanın 127. maddesi ve Belediye Kanunu’nun 45. ve 46. maddeleri uyarınca düzenlenmektedir. Anayasanın “Mahalli İdareler” başlıklı 127. maddesi mahalli idarelerin ne olduğunu, bunların organlarının nasıl oluşacağını ve devamında bunların organlık sıfatını nasıl kaybedeceğini düzenlemektedir ve bu madde uyarınca “mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir.”
Belediye Kanunu’nun “Belediye Başkanlığının Boşalması Halinde Yapılacak İşlemler” başlıklı 45. maddesi ile ise belediye başkanlığının herhangi bir nedenle boşalması durumunda belediye meclisinin bir başkan ve başkan vekili seçme koşulları düzenlenmektedir.
Ancak, 674 Sayılı KHK’nın 38. maddesiyle Belediye Kanunu’nun 45. maddesine yapılan ekleme neticesinde kanun, “…belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesinin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması veya başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi hallerinde 46. maddedeki makamlarca [İçişleri Bakanı veya vali] belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesi görevlendirilir. Görevlendirilecek kişinin seçilme yeterliğine sahip olması şarttır. Görevden uzaklaştırılan veya tutuklanan belediye meclisi üyesinin istifa etmesi halinde de bu fıkra hükümleri uygulanır.” biçiminde düzenlenmiştir. Dolayısıyla bu düzenlemeler eliyle “terör suç isnadı” gerekçesiyle belediye başkanları ve diğerleri görevden uzaklaştırılabilmekte, yerlerine ise vesayet makamınca “kayyım” adı altında atama yapabilme imkânı tanınmaktadır. Yerel yönetimlerin usul ve esaslarına dair hayati nitelikte değişiklikler öngören bu KHK ve ilgili maddesi, 10.11.2016 tarihinde 6758 sayılı yasayla aynen kabul edilerek kanunlaşmıştır.[66]
Bu düzenleme ile ilgili eleştirilecek ilk husus arızi görevde uzaklaştırılma yaptırımının, “Ancak, belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesinin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması veya başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi hallerinde” ilgili makama, seçim yapılmadan atama yoluyla kayyım getirilmesidir. Kayyım atama nedeni olarak “terör torbası”nın kullanılması, hakkında yargı kararı verilmemiş, dolayısıyla organlık sıfatı düşmemiş makamların hüküm kesinleşmeden süre sınırı olmayan bir yaptırıma tabi kılınması, anayasa ve uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile güvence altına alınmış seçme ve seçilme hakkının temelden ihlali niteliğindedir. Bu durumda örneğin bir belediye başkanı, vekili veya meclis üyesi, hakkında sadece terör isnadı olmasına dayanılarak ve kesinleşmiş mahkûmiyet hükmü aranmadan seçimle gelmiş olduğu makamdan alınabilecek, onun yerine bir atanmışa tevdi edilen görev -süre sınırı olmaması hasebiyle- bir sonraki seçime kadar verilebilecektir.
Demokratik temsil kabiliyetini askıya alan bir diğer hüküm ise yine 674 sayılı KHK ile ekleme yapılan 45. madde uyarınca, “Bu belediye meclisi, başkanın çağrısı olmadıkça toplanamaz.” hükmüdür. Böylelikle kayyım, belediye meclisini toplantıya çağırmadığı müddetçe belediye meclisi, yani belediyenin demokratik temsil kabiliyeti olan bir organı işlevsiz hale gelecektir. Bu halde de 31. madde gereği “meclis görevi, belediye encümeninin memur üyeleri tarafından yürütülür.” hükmü uygulanacak ve belediye işlerinde hakkında soruşturma ya da kovuşturma olsun ya da olmasın hiçbir seçilmiş organ söz hakkı sahibi olamayacaktır. KHK hükmü ile kanuna dercedilen daha sonra da kanunlaşan bu düzenleme, amacı ve süresi anayasa tarafından sınırlanmış olağanüstü hal araçları[67] kullanılarak de facto bir anayasa değişikliği niteliği taşımaktadır.[68] Bu noktada Anayasa Mahkemesi’nin OHAL KHK’larının denetim dışı tutulmasına ilişkin olarak şekli anlamda üzerinde OHAL KHK’sı yazan her metnin verili olarak OHAL KHK’sı kabul edilemeyeceği, bunların niteliğinin incelenebileceğine ilişkin eski içtihadının ne kadar önemli ve hayati olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.[69] Aksi, usul saptırması yoluyla OHAL KHK’larını adeta anayasa değişikliğine imkân veren “Anayasa Hükmünde Kararname” niteliğine büründürmektedir.[70]
Seçme ve Seçilme Hakkının Yerel Demokratikliği
Yerel yönetimlerin kamusallığına ilişkin tartışmaların en temel noktasında seçme ve seçilme hakkının anayasallığı gelmektedir. KHK ile derdest edilen yerel yönetim güvencelerinin temel hakka müdahale oluşturduğunun ilk sacayağı ise seçme ve seçilme hakkıdır.
KHK, Anayasanın 127. maddesine göre oluşturulmuş bir organın başkan belirleme yetkisine Belediye Kanunu’nun 45. maddesi uyarınca kısıtlama getirmiştir. Bu düzenleme, Anayasa’ya aykırılık teşkil etmektedir. Zira görevden alma usulü ve organlık sıfatının kaybolması, 127. maddede “Mahalli idarelerin seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri konusundaki denetim yargı yolu ile olur.” hükmüyle açıkça düzenlenmişken, uygulama böylesi bir denetim güvencesinden yoksun olarak gerçekleştirilmiştir. Ayrıca sözü edilen usulsüzlüğe rağmen belediyenin karar organı olan Meclis, yeni organları seçmeye hâlihazırda yetkilidir. Üstelik seçim yerine kayyım atama usulüne yer verilmesi, anayasanın “İdarenin bütünlüğü ve kamu tüzelkişiliği” başlıklı 123. maddesinin “İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır.” hükmünün de ihlali anlamını taşımaktadır ve dolayısıyla Anayasa’nın hukuk devleti ilkesini düzenleyen 2. maddesine de aykırıdır.
Atama usulü ile göreve getirilen kayyımların hukuksal statüleri ise sözü edilen aykırılıklar nedeni ile tartışmaya açık hale gelmiştir. Buna göre, görevlerine son verilen belediye başkanlarının yerlerine, vali ya da kaymakamlara kayyım sıfatıyla tevdi edilen görev, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu ve İl İdaresi Kanunu uyarınca idari görev olarak nitelendirilmelidir. Bir idari görev olarak tevdi edildiği için de kayyımların belediye başkanı statüleri bulunmamaktadır; bir diğer ifade ile belediyelere atanan kayyımlığı, kaymakamlık ve valilik statülerinden kaynaklanan idari görev veya kaymakamlığa, valiliğe ek bir idari görev olarak nitelendirmek mümkündür. Kaldı ki görevden uzaklaştırılan belediye başkanlarının başkanlık sıfatı sürmektedir ve bu seçilmişler, haklarında kesinleşmiş bir hüküm olmaması ve başkanlık sıfatlarının düşmemesi nedeniyle adeta birer “sürgünde başkan” olarak eski devlet memuru jargonuyla kızağa çekilmişlerdir. Dolayısıyla atanmışların görevlerinin belediye başkanlığını (da) içermesi söz konusu değildir. Bu durum kuvvetler ayrılığının ihlali olduğu gibi aynı zamanda, seçilmişlerin yerine atanmışların getirilmesi sebebiyle idari özerkliğin ve idari vesayet ilişkisinin tüm yapısal özelliklerinin de ihlali niteliğindedir.
Kayyım atamalarının kamusal yerelliğe ve serbest seçim hakkına ilişkin bir başka ihlali ise “Bu belediyelerde belediye meclisi, başkanın çağrısı olmadıkça toplanamaz.” şeklinde yine KHK ile kanuna dercedilen hükümdür. Bu halde belediye meclisi, atanmış kayyım ona çağrıda bulunmadığı müddetçe toplanamadığından, bir başka seçilmiş organ, yasanın işleviyle saf dışı bırakılacak, yerel yönetim neredeyse hiçbir demokratik temsiliyet kaygısı ve niteliği olmadan merkezi hükümetin taşra teşkilatıymışçasına seçilmişlerden aldığı görev ve yetkileri mali özerkliği de kendi bünyesine katarak kullanacaktır. Bu niteliğiyle artık ne yerellik ne de seçme ve seçilme hakkı bağlamında yönetimde demokratik temsil mümkündür. Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın 3. maddesinde yerel yönetimleri özerk kılanın, yerel nüfusun temsili olduğu düşünüldüğünde, Türkiye bağlamında bu temsil kabiliyetinin tamamıyla yok edildiğini söylemek mümkündür.
Yargının Diskalifiye Edilmesi
Tüm hukuki altyapının ötesine geçen bir başka uygulama ise, kamu görevlisi niteliğindeki bazı kayyımların istifa etmeden ilgili yerlerde belediye başkan adayı olmalarıyla ortaya çıkan açık normatif yasa ihlalidir. Kayyım sıfatındaki idari görevliler 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi oldukları için anayasanın 128. ve 129. maddelerinde belirtilen [dar anlamda] kamu görevlisi statüsüne sahiptirler. Ve en nihayetinde kayyımlar, birer idari görevli olarak 657 Sayılı Kanun itibariyle seçimlerde aday olabilmek için devlet memurluğundan istifa etmek zorundadırlar. Aksi halde, 657 Sayılı Kanun’un 125. maddesi uyarınca devlet memuriyetinden çıkarma talebi ile haklarında soruşturma açılması gerekmektedir. Ayrıca, belediye başkanı statüsü taşımamaları nedeniyle kayyımlar için Belediye Kanunu’nun 45. maddesinde yer verilen “Yeni seçilen belediye başkanının görev süresi, yerine seçildiği başkanın görev süresi ile sınırlıdır. Başkan vekili, yeni başkan seçilinceye veya görevden uzaklaştırılmış ya da tutuklanmış olan başkan göreve dönünceye kadar görev yapar.” hükmü de geçerli değildir.
Bunun geçerli olmamasının temel nedenlerinden biri ise geçici uzaklaştırma kararı usulüyle ilgilidir. Belediye Kanunu md. 45’te belediye başkanı; md. 31’de belediye meclisi için öngörülen geçici uzaklaştırma kararı, sıkı sıkıya görevle ilgili bir soruşturma kapsamında, soruşturmaya konu iddiaların ağırlık ve ciddiyetine göre verilmelidir.[71] Ancak tüm soruşturma ve kovuşturma bakımından uygulanan, hangi suçların bu kapsamda olduğunun açıkça belirtilmediği söz konusu tedbir, yerinden yönetim güvencelerine aykırı olarak değerlendirilmelidir.[72] Her ne kadar, 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’un 3. maddesi yerel yönetim organları için izne tabi özel soruşturma usulü öngörmüş olsa da, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 145. maddesinde memurlar bakımından verilen görevden uzaklaştırma kararının 3 ay süre sınırına tabi kılınması yanında, 4483 sayılı kanunda memurlarla beraber düzenlenen yerel yönetim organları bakımından bu tür bir zaman kısıtı getirilmemesi, yerel yönetim ve demokratik katılım güvencelerine aykırıdır. Zira tedbir süresi, tedbire konu suçlar ve kesin hüküm verilmesi bakımından süre sınırının olmaması, yerel yönetim organlarının 5 yıllık görev sürelerinin neredeyse tamamında görevden uzaklaştırılmasına ve geçici görevden alma yaptırımının de facto bir kesin görevden almaya dönüşmesine sebep olmaktadır.[73] Bu yetki hiç kullanılmasa bile böyle bir yetkinin Anayasa’da olması, yerel demokrasi ve yerel özerkliğe aykırıdır.[74]
Hizmet Birimi Olarak Belediyeler ve Mali Özerklik
674 sayılı KHK ile Belediye Kanunu md. 45’e eklenen ek fıkranın, yerel yönetimlerin özerklik ilkesine doğrudan aykırı olmasının bir başka kanıtı ise mali özerkliği hiçe sayan “Bu fıkra gereğince belediye başkanı veya başkan vekili görevlendirilen belediyelerde bütçe ve muhasebe iş ve işlemleri valilik onayı ile defterdarlığa veya mal müdürlüğüne gördürülebilir.” hükmüdür. Buna göre yerel yönetimlere ait bütçe ve muhasebe işleri merkezi idareye devredilecek, mali özerklik ise yok hükmüne terk edilecektir. Bu ise vesayet denetiminin, psüdo-hiyerarşi ya da hiyerarşik vesayet diyebileceğimiz veçheye bürünmesinin en önemli kanıtlarından biri olarak mevzuatta yerini almaktadır.
674 sayılı KHK ile ek fıkra 39. madde olarak yürürlüğe sokulan[75] ve yerel yönetimlerin özerklik hakkını hiçe sayan bir diğer düzenleme ise yerel yönetimlerin adeta varoluş sebebini ortadan kaldıran Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıklarının güçlendirilmesidir. Hüküm açıkça geçici görevden uzaklaştırmaya ilişkin olmasa bile mevcudiyetlerinin sebebi kamu hizmetlerini yerine getirme görev ve yetkisi olan, Özerklik Şartı’nın 3. maddesinde karar alma ve yönetme özerkliği güvence altına alınan, Anayasa’nın 127. maddesi gereği mahalli müşterek ihtiyaçların seçimle gelen yerel yönetimlerce görülmesi ilkesiyle karar alma özerklikleri anayasallaştırılan belediyelerin, gerek İçişleri Bakanı gerekse valiler eliyle bu görev ve yetkilerinden azade kılınacağına ilişkindir. Dolayısıyla yerel yönetimlerin mevcudiyet sebebi olan hizmet alanları, YİKOB’ların merkezi idareye bağlı olarak kamu hizmeti görmesinin çeşitli torba gerekçelerle sağlanması sebebiyle neredeyse yok edilmektedir. Bu durumda 674 sayılı KHK ile 2017 Anayasa değişikliklerinin, yerel yönetimler açısından 1982 Anayasası’nı yapan iktidarın dahi gerisine düştüğü eleştirilerine katılmamak mümkün değildir.[76]
Buradaki temel sorun, hizmetlerin aksaması halinde merkezi idarenin, İçişleri Bakanlığı veya Valiliğin talebiyle mahalli müşterek ihtiyaçlara yönelik hizmetleri YİKOB’lar eliyle görmesinde yatmaktadır. Zira Belediye Kanunu’nun 57. maddesinde, “hizmet aksama” tespiti hali yargı kararına bağlanmış olup, İçişleri Bakanı’nın talebiyle Sulh Hukuk Hâkimleri yetkili kılınmıştı. Ancak 674 sayılı KHK yargı denetimi ve güvencesini, “terör rejiminin” her şeyi olağanlaştırabilen kudretine dayanarak bir istisna hali yaratmakta ve bu istisna halini olağan döneme hâkim kılmaktadır. Yeni hükümle beraber İçişleri Bakanı yanında Vali de yetkili kılınmış ve merkezi hükümetin taşra teşkilatı, yerel yönetimi adeta doğrudan himayesi ve hiyerarşik vesayeti altına almıştır.
Aynı 57. maddenin ek fıkraları, belediye kaynaklarının kamusal kullanımı konusunda da soru işareti yaratacak hükümler içermektedir. “Belediye ve bağlı idare imkânlarının terör veya şiddet olaylarına dolaylı ya da doğrudan destek sağlamak amacıyla kullanıldığının valilik tarafından belirlenmesi durumunda, terör ve şiddet olaylarına destek olmak amacıyla kullanılan belediye veya bağlı idare taşınırlarına mahallin en büyük mülki idare amiri tarafından el konulur” hükmü ile belediye bünyesindeki taşınırlara, merkezi idarece herhangi bir yargı kararı olmaksızın, kendi tespitlerine dayanarak el konulmasının yolu açılmıştır. Ayrıca yine fıkra kapsamında sorumluluğu tespit edilen belediye veya bağlı idare personelinin vali veya kaymakam tarafından görevden uzaklaştırılması halinde göreve iade işlemi ancak uzaklaştırma işlemini yapan makam tarafından yapılacağı hükme bağlanmış, yine haklarında yargı kararı olmadan görevden uzaklaştırılan idari personelin göreve iade işlemi aynı makamın keyfiliğine terk edilmiştir.
Yerel Yönetim Hak Talep Edebilir Mi?
Tüm bu çerçeve, yerel yönetimlerin haklarının ve özerkliklerinin etkili başvuru hakkı kapsamında yargısal denetiminin nasıl yapılacağı sorusunu doğurmaktadır. Kendi kaderine terk edilen ve hukuki sınırları her geçen gün tahrip edilerek dar alanlara hapsedilen yerel yönetimlerin hem iç hukukta hem de uluslararası hukukta öngörülen haklarının ihlali halinde ne yapacakları muammadır. Bu muammaya dayalı Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önündeki talep edilebilirlik konusu, bu sebeple Türk hukukunda bir “anayasa meselesi” teşkil etmektedir. Yerel yönetimlerin, Anayasa’da öngörülen haklarını Anayasa Mahkemesi’nde, AİHS’de serbest seçim hakkı bağlamında öngörülen haklarını ise AİHM önünde talep edebilmeleri sorunu, insan hakları koruma mekanizmalarının, egemenlik yetkisinin yekpare vücut bulduğu devlet tüzel kişiliği karşısında ne kadar etkili olduklarının da meselesidir. Bu sebeple bu konu ne salt o yerelin kamusuna ait bir meseledir ne de salt bireysel temel hak ve özgürlüklerin korunmasıyla sınırlıdır. Bu talep edilebilirlik ve yargısal düğüm, bizatihi ve geniş anlamda, ilgili yerelle sınırlı kalmayan bir kamunun hak talebi sorunudur.
Anayasa’da yerel yönetimlerin yargı yoluna gidebilmesi bakımından en önemli güvencesi 127. maddede öngörülen organlık sıfatının kazanılmalarına ilişkin itirazların çözümü ile ve kaybedilmesinin yargı yoluyla denetleneceği hükmüdür. Ayrıca 2577 sayılı İdari Yargılama Usul Kanunu’nun 33. maddesine göre geçici tedbir olarak görevden uzaklaştırılmaya ilişkin davalarda yetki, ilgilinin görevli olduğu yer idare mahkemesidir. Ancak yukarıda çizdiğimiz yasal çerçevenin keyfiliği ve muğlaklığının yol açmış olduğu seçilmiş organların, seçildikleri süre boyunca görevde kalmalarına ilişkin güvenceleri hiçe sayarcasına görevden uzaklaştırılmaları konusundaki ihlalin Anayasa Mahkemesi karşısındaki durumu oldukça trajiktir.
2010 yılında 5982 sayılı kanunla yürürlüğe giren ve herkes bakımından Anayasa ve AİHS/Ek Protokoller ile temel hak ve hürriyetlerin[77] ihlali halinde koruma mekanizması sağlayan bireysel başvuru yolu, 6126 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 46. maddesi uyarınca kamu tüzel kişilerinin bireysel başvuruda bulunma ehliyeti olmadığından bu yol belediyelere kapanmıştır. Kamu tüzel kişileri bireysel başvuruda bulunamadığından, ilgili başvurular kişi yönünden kabul edilemezlik sebebiyle ret ile malul olacaktır. Doktrinde kamu tüzel kişilerinin kategorik olarak bireysel başvuruda bulunma ehliyetinden dışlanmaları eleştirilmektedir. Zira kamu tüzel kişileri, kamu gücü ve ayrıcalıkları kullanma statüleriyle vardırlar.[78] Dolayısıyla kamu gücü ve ayrıcalığını hâlihazırda kullanamayan bir kamu tüzel kişisinin, haklarının ihlali gerekçesiyle başvuru yapabilmesi mümkün olmalıdır. Ayrıca kamusal ayrıcalığın söz konusu olmadığı durumlarda, kamu gücü kullanmayan kamu tüzel kişilerine en azından taraflar arası eşitlik ilkesi gereği adil yargılanma hakkı tanınmalıdır.[79]
AİHM Ek Protokol 1/3. maddesi, serbest seçim hakkı başlığı altında yasama organının seçilmesini güvence altına almaktadır. Uygulamaya baktığımızda, AYM önünde konu bakımından bireysel başvuruda bulunabilme ehliyeti en küçük ortak bölen içindeki hak kesişim kümesiyle sınırlanmıştır. İç hukukta seçme ve seçilme hakkı bakımından yasama organı üyeleriyle yerel yönetimler arasında bir sınırlama olmamasına rağmen, yani iç hukuktaki düzenleme AİHS’ye göre daha genişletici yoruma elverişliyken, en küçük ortak bölen formülasyonu önemli bir engel olarak durmaktadır. Ayrıca AİHS md. 53’deki, sözleşme hükümlerinden hiçbirinin, herhangi bir Yüksek Sözleşmeci Taraf’ın yasalarına ve onun taraf olduğu başka bir Sözleşme uyarınca tanınmış olabilecek insan hakları ve temel özgürlükleri sınırlayacak veya onları ihlal edecek biçimde yorumlanamaz şeklindeki hüküm gereği, daha geniş koruma sağlayan iç hukuk hükmü esas alınabilecekken, AYM bu yolu tercih etmemektedir. Örneğin, 29 Mart 2009 seçimlerinde belediye başkanı seçilen ve 6 ay sonra ceza soruşturması kapsamında tutuklanan, 2014’e dek tutuklu kalan Şırnak Belediye Başkanı Ramazan Uysal, tutukluluk sebebiyle temsil görevini yerine getiremediğini iddia etmiş ve AİHS Protokol 1/3’teki serbest seçim hakkının ihlal edildiğine dair başvuruda bulunmuştur. Ancak AYM bu başvuruyu, konu bakımından kabul edilemez bulmuştur.[80]
Benzer bir durum Mansur Yavaş ve Cumhuriyet Halk Partisi Başvurusu’nda karşımıza çıkmış, yalnızca yasama organına ilişkin tanınan serbest seçim hakkı hasebiyle AYM önünde başvuru yapılamayacağı kararı verilmiştir.[81] Türk hukukunda actio popularis[82] yani kamu yararı gözetilerek üçüncü kişiler tarafından yapılan başvurular da kabul edilmediğinden, vatandaşların başvuru yapması da mümkün olmayacak, mağdur sıfatının yokluğu sebebiyle bu başvurular da kabul edilemezlikle malul olacaktır. Bunun uygulamadaki örneği ise yine AYM’nin bir gerçek kişinin yerel yönetim hakkının ihlali iddiasını da konu bakımından yetkisizlik kararı ile sonuçlandırmasıdır.[83] Gerek kamu tüzel kişilerinin, kamu gücü ve ayrıcalığı kullanamadığı haklarından dolayı başvuruda bulunamaması sebebiyle kişi bakımından kabul edilemezlik kararları, gerekse serbest seçim hakkına dair daraltıcı yorumun esas alınarak konu bakımından kabul edilemezlik kararı verilmesi yerel yönetimlerin haklarını AYM önünde korumasız bırakmaktadır.
AİHM içtihadı da belediye seçimlerini, il genel meclisi seçimlerini, belediye meclisi ve ilçe meclisi seçimlerini, serbest seçim hakkının konusu dışında bırakmıştır.[84] AİHS md. 34, kamu tüzel kişilerinin başvuru ehliyetini tanımazken, sadece “hükümetten bağımsızlık” kriterini esas alarak kamu gücü kullanmayan kamusal kuruluşların başvurularını kabul edilebilir bulmaktadır.[85]
Tüm bu içtihadi çerçeve göstermektedir ki iç hukukun genişletici hükümleriyle, AİHM’nin getirdiği sınırlamalar birbiriyle uyumlu şekilde ele alınmalıdır. Mevcut durumda kamu tüzel kişilerinin, kamu tüzel kişiliğinden ve demokratik temsil kabiliyetlerinden kaynaklanan hakları ihlal edilmiş, seçilmiş olmak sıfatları yargısal güvenceler hilafına ellerinden alınmıştır. Bu sebeple kamu gücü ve ayrıcalıklarını kullanamaz hale gelmişler ve hareket kabiliyeti ellerinden alınarak kriminalizasyon sürecine tabi kılınmışlardır. Bu da göstermektedir ki ilgili yerel yönetimler kamu gücü ayrıcalıklarını kullanamamaktadırlar. Bu sebeple merkezi hükümetten bağımsız olduklarına kuşku yoktur. Bu kamu tüzel kişileri hem hükümetten bağımsızlık şartını bu koşullar altında sağlamaları hem de belediye meclislerinin serbest seçim hakkı bağlamında karar alma süreçleri bakımından özerklikleri gereği yasama-fonksiyonuna benzer birtakım yetkilere sahip olmaları, onları bu hakkın kişi ve konu bakımından öznesi kılmalıdır. Bu sebeple genişletici ve özgürlükçü bir yorumla, lafzı yorumun dar pozitivist anlayışı yerine pratik uyuşum ilkesinin tüm normları birlikte değerlendiren yaklaşım esas alınarak, yerel yönetimlerin mahkeme önünde gasp edilmiş haklarını arayabilmelerinin önü açılmalı, kendi kaderine terk edilmiş haklar kümesi olarak işlevsizleştirilen ve güvencelerden azade kılınarak sadece teknik metinler haline dönüştürülen yerel yönetimlerin hakları, yargı organları tarafından korunabilmelidir. Bunun yolu ise normatif alanı genişleten bir hukuk kırımını, pozitif normları eğip büken, çözen diken bir hukuk terziliği ile değil, normların bütün iç tutarlılıkları birlikte değerlendirilerek hâlihazırda bu sonuca ulaşabilmeyi sağlayan imkânların varlığının keşfiyle mümkündür. Bu, normlara lâfzî anlamlarına kuşbakışı baktığımızda ise ortaya çıkan sonuç insan haklarının ve iç hukukun dinamiğinde halihazırda bir öz olarak vardır.
Sonuç
Son derece detaylı ve karmaşık bir hakikat soruşturmasının en nihayetinde gösterdiği basit ve yalın gerçek, kayyım uygulamalarının özellikle Kürt illerindeki gayrimeşru, gayriyasal ve hukuksuz hali pürmelali, tarihsel-toplumsal deneyimlerce doğrulanan “yerel temsil”in sunduğu demokratik imkanların, içeriği muğlak, zemini kaygan bir “terör” kavramıyla katledilmesidir. Dünya deneyimlerinin, genel teorinin, anayasanın, yasaların, uluslararası hukukun ve evrensel insan hakları standartlarının güvence altına aldığı, üstelik de aynı anda çok geniş insan topluluklarının yaşamını ve geleceğini temelden ilgilendiren bir hak alanı, şayet demokratik usullerle olmuyorsa ancak bir darbe ile bertaraf edilebilir. Bir iktidar, bu denli güvenceli ve meşru bir zemini ancak hükümet gücünü serbest bırakmak için ve/veya serbest bırakarak yok edebilir. Türkiye’de bunun klasik tarihi, Kürt sorununun çözümünü baskı ve cebir yöntemlerine havale ederek her türlü olağanüstülüğü/istisnailiği olağan hale getiren devletlû bir resmi ideolojinin varlığıyla mukadderdir. Bunun son dönemdeki örneği ise adeta “idare rejiminin olağan bir organı” haline getirilen kayyımlık müessesesidir. “Bürokratik vesayetle mücadeleyi” dava edindiğini iddia ederek iktidara gelen bir hareket, yarattığı yeni ve olağanüstü güçlü bir “bürokratik vesayet” alanıyla tarihe geçmektedir.[86] Devlet aklının en banal ve fakat en istikrarlı reflekslerini harekete geçiren söz konusu kayyım atamaları, her şeyden önce bir anti-Kürt bloğun, Kürt yerel kamusunu gasp ederek neo-kolonyal yöntemlerle idare etme pratiği olarak değerlendirilmelidir. Düzen kurma faaliyetinin, tüm imkanlarını iptal etmek üzere hayat geçirilen bu uygulama, “Kürtlere siyaseti kapatmak”[87] amacını haizdir. Atanmışların, popüler -ve kazandıkları yasal içerik ile- adları kayyım olabilir; ancak tüm bu tarihsel, terimsel, kavramsal ve hukuksal tartışmadan varılması gereken sonuç, özellikle Diyarbakır, Van ve Mardin Büyükşehir Belediyelerine kayyım atamalarının birer “genel valilik” niteliği arz ettiğidir: Hükümet, MGK’nın ilan ettiği raison d’Etat gereği bizatihi kendisi bir siyasal coup d’Etat gerçekleştirmiş ve yerel demokrasiyi, “halihazırda yok hükmündeki genel demokrasi”ye katarak 1990’ların “olağanüstü hal bölge valiliği”ni de hatırlatırcasına “genel vali”leri görevlendirmiştir: Her şey saf iktidar mührünün, yerli ve milli olduğu iddia edilen Türkî bir tuğra biçiminde vurulması içindir. İşte kayyım, tam da bu amaca matuf gerçekleştirilen darbenin sembolik ismidir.
ÖNEMLİ NOT VE ÖZÜR: Dizgi ve son okuma aşamasında yaşanan karışıklık nedeniyle bu yazı dergimizde düzeltilmemiş haliyle basılmıştır. Alıntı ve atıflarda internet sitemizde yayınlanan halinin esas alınmasını rica ederiz. Tamamen yayın kurulumuzun hatası nedeniyle ortaya çıkan bu karışıklık nedeniyle yazarlarımızdan ve okuyucularımızdan özür dileriz.”
DİPNOTLAR
[1] Değerli katkılarından dolayı Prof. Dr. Mithat Sancar’a ve Dr. Zülfiye Yılmaz’a teşekkür ederiz.
[2] Sabri Yirmibeşoğlu, “Önsöz”, Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarından No: 1, Ankara, 1990.
[3] Mithat Sancar, “‘Devlet Aklı’ Kavramına Bir Giriş”, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, 13-26.
[4] Ibid., s. 21.
[5] Ibid., s. 2 vd.
[6] Ibid., s. 20.
[7] Ibid., s. 18.
[8] Ibid., s. 8.
[9] Ibid., s. 27.
[10] Ibid., s. 25.
[11] Etienne Balibar, “Egaliberte Önermesi”, çev. Abdurrahman Aydın, Ayrıntı Dergi, Sayı 8, 2015, s. 102-123.
[12] Ibid., s. 91.
[13] Ibid., s., 92.
[14] Özkan Agtaş, “Dava Üzerine”, Ayrıntı Dergi, Sayı 2, 2014, s. 76-80.
[15] Ahmet Murat Aytaç, Kitlelerin Ruhu: Siyasal ve Sosyal Kuramda Kalabalık Tahayyülleri, Dipnot Yayınevi, Ankara, 2011, s. 25.
[16] Doğan Özlem, Mantık: Klasik/Sembolik Mantık, Mantık Felsefesi, 7. Basım, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2004, s. 68.
[17] Reinhart Koselleck, Kavramlar Tarihi: Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar, çev. Atilla Dirim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 103-104
[18] Selda Güneş Ceylan, “Roma Hukukunda Kayyımlık (Cura) Meselesine Bir Bakış”, AÜHF Dergisi, Sayı 53(1), 2004, s. 221-230.; Tanıl Bora, “Kayyım”, Birikim Haftalık, 28 Eylül 2016.
[19] M. Nezih Elpe, Vasilik ve Kayyımlık Hukuku, Balkanoğlu Matbaacılık, Ankara, 1967, s. 1-6.
[20] Paul Koschaker ve Kudret Ayiter, Modern Hususi Hukuka Girişi Olarak Roma Hususi Hukukunun Ana Hatları, AÜHF Yayınları: 284, Ankara, 1971, s. 335-343.; Özcan Karadeniz Çelebican, Roma Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara, 2008, s. 187-201. Ne hikmetse kayyım kavramının bugün kazandığı yeni anlam içeriği de açık bir olağanüstülüğü/istisnailiği imlemektedir; tek bir farkla: Hukuka aykırı bir uygulama olarak!
[21] Tutela dativa davası bu noktada örnek teşkil edebilir. Her ne kadar vasilik müessesesi özel hukuka ve mameleki haklara ait ise de tutela dativa örneğinde Tutela dativa’yı diğer vesayet çeşitlerinden ayıran temel özelliğinin vasinin menfaatinin değil küçüğün hizmet ve menfaatinin olduğu bir vazife ve dolayısıyla bir kamu mükellefiyeti esasına olduğu söylenebilir. Murat İnceel, Roma ve Türk Hukukunda Vesayet, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk (Roma Hukuku) Anabilim Dalı, Ankara, s. 26. Bu açıdan bakıldığında özel hukuk ve kamu hukuku arasındaki geçişkenliğin de hesaba katıldığı düşünülürse, geniş anlamdaki kamu düzeni kavramı iki kurum için de belirleyicidir. Ancak soru işareti, bu kamunun hangi kamu olduğu ve neyin kamu sayılarak neyin kamusallıktan dışlandığıyla ilgilidir.
[22] Türk Hukuk Lügatı, 4. Baskı, Başbakanlık Yayınevi, Ankara, 1998, s. 194.
[23] Ziya Umur, Roma Hukuku Ders Notları, Betaş Yayınları, 1999, İstanbul s. 148.
[24] Saskia Sassen, Territory Authority Rights: From Medieval to Global Assemblages, Princeton University Press, New Jersey, 2006, s. 184 vd.
[25] Eski dilde “silsile-i meratip” veya “mertebeler silsilesi” sözcüklerinin karşılığı olan hiyerarşi kavramı, idare teşkilatı içinde bu teşkilatın görevlilerinin aşağıdan yukarıya doğru basamak basamak, derece derece birbirlerine bağlanarak baştaki yetkililere tabi olmaları anlamını taşımaktadır. Bu düzeni gerçekleştirmek için bir yukarıdaki basamak veya derecedeki makam veya memurun (üstün) alt basamak ve derecelerdeki makam veya memurun (astlar) üzerinde sahip olması gereken güce hiyerarşi gücü, bu güçten kaynaklanan yetkilere ise hiyerarşik yetki denmektedir. Metin Günday, İdare Hukuku, 11. Baskı, İmaj Yayınevi, Ankara, 2017, s. 81.
[26] Turgut Tan, İdare Hukuku, 7. Baskı, Turhan Kitabevi, 2017, s.104.
[27] Ozan Değer, “Otonomi/Özerklik Üzerine”, İsmail Beşikçi, der. Barış Ünlü ve Ozan Değer, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 432-433.
[28] Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Harvard University Press, Massachusets, 2000, s. 190.
[29] Thomas Benedikter, Modern Özerklik Sistemleri: Dünya Özerklik Örnekleri, çev. Hülya Türker vd., Nika Yayınevi, Ankara, 2012, s. 37 vd.
[30] Zülfiye Yılmaz, Yerel Yönetimlerin Özerklik Hakkı (Yerel Özerkliğe İlişkin Avrupa Şartı’nın Taraf Devletlerde Uygulaması ve Türkiye Karşılaştırması), On İki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2019, s. 2.
[31] Yılmaz, Yerel Yönetimlerin Özerkliği…, s.53.
[32] “Bu anlayışa göre anayasa, çoğulcu bir toplumda siyasal gruplar arasındaki yarışı ve ‘kavgayı’ rasyonel, öngörülebilir, çerçevesi çizilmiş ve önceden belli sınırlara çekerek bunlara bir sınır koyan ve birbiriyle uzlaşmaz görünen siyasal çıkar çatışmalarına minimum bir tartışma zemini hazırlayan işlevsel bir belgedir.” Ece Göztepe, “Anayasa Yargısının Meşruluğu”, Demokratik Anayasa, der. Ece Göztepe ve Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 392.
[33] Bahtiyar Akyılmaz vd., Türk İdare Hukuku, Seçkin Yayınları, İstanbul, 2014, s. 298.
[34] AYM, 27.02.2014, E. 2012/87, K. 2014/41, R.G. Tarih-Sayı : 26.7.2014-29072.
[35] Zülfiye Yılmaz, “Kayyım Uygulaması Hukuka ve Anayasaya Aykırı”, Duvar Gazetesi, https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/08/21/kayyim-uygulamasi-hukuka-ve-anayasaya-aykiri/
[36] Yılmaz, Yerel Yönetimlerin Özerklik…, 130.
[37] Ibid., s.176.
[38] Ibid., s.474; Subsidiarite ilkesi ve mahalli idareler tartışması için bkz. Kemal Gözler, Mahalli İdareler Hukuku, Ekin Yayınları, Bursa, 2018, s.115-116. Gözler burada, subsidiarite ilkesinin pozitif hukukta anayasal düzeyde sarahaten kabul edilmediğini söylemekle birlikte, Anayasa md.90/ son hükmü ve Şart arasında bağ kurarak zımni bir kabul olup olamayacağını tartışmaktadır.
[39] Cevat Geray, “İlçe Çapındaki Toplum Kalkınması Çalışmaları: Mahalli İdare Birlikleri ve Birkaç Örnek Olay”, Amme İdaresi Dergisi, Sayı 2, 1969, s.16-18.
[40] Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki en güncel yorumu, geçtiğimiz günlerde yayımlanan 11 Eylül 2019 tarihli somut norm denetimi kararında okunabilir. Belediye Kanunu’nun Belediye’nin görev ve sorumluluklarını düzenleyen 14. maddesinde öngörülen hizmetlerin belediyenin inisiyatifinde ama muhakkak mahalli müşterek nitelikte olarak yeri geldiğinde yapılabileceği kadar “yaptırılabileceğini” de öngören bu düzenleme, “itfaiye” hizmetlerinin belediyeler tarafından “yaptırılabileceği” yönünden Anayasa’ya aykırı görülerek iptal edilmiştir. İdarenin hizmet gördürme usullerinden biri olan hizmet alımı yöntemiyle gerçekleştirilebilen itfaiye hizmeti, anayasal çerçevede kamu hizmetlerinin özel hukuk sözleşmeleriyle gördürülmesi usulüne tabi olmamalıdır; zira belediyenin bu görevi, yaşama hakkının korumasını sağlamak yönünden öngörülmüş bir kamusal hizmettir. Kamusal niteliğinin ağırlığı hasebiyle de özel hukuk sözleşmesi eliyle yaptırılması Anayasa’ya aykırı bulunmuştur. E. 2019/27, K.2019/56, K.T. 26.06.2019, R.G. Tarih – Sayı: 11/9/2019 – 30885
[41] AYM, E.2004/10, K.2009/68, K.T.2.6.2009, R.G. Tarih-Sayı: 03.02.2012-28193
[42] Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev. Tanıl Bora Mithat Sancar, İletişim Yayınları, 1997, s. 264.
[43] Yerel demokrasi, özerklik ve halk katılımını incelediği makalesinde Cevat Geray, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin gereği olarak yerel işlere halkın katılması ve yönetimi denetlemesi gereğinden bahsetmektedir. Ancak ironiktir ki Geray’ın bahsettiği türden bir halk katılımı, kamusal yönetimin ve hesap verilebilirliğin bir gereği olarak belli aralıklarla yapılan seçimler yoluyla siyasal karar alma süreçlerine katılım değil, sürekli olarak halkın katılımının çağırılması, “geri çağırma” ya da “halk vetosu” şeklindeki idari alternatiflerin Türk idare hukuku bakımından da değerlendirilmesidir. Cevat; “Yerel Demokrasi, Özerklik ve Halk Katılımı”, Yeni Türkiye Dergisi, Özel Sayı, Yıl 1, Sayı 4, Mayıs-Haziran 1995, s. 73. Türkiye’de idare hukuku, kentli hakları ve yerel yönetimler ilişkisi bağlamında geldiğimiz noktanın, seçilmişlerin seçildikleri dönem boyunca görevde kalmalarını sağlamak ve usul saptırmaları yoluyla görevde kaldıkları süre boyunca görev ve yetkilerinin tırpanlanmasını önleme mücadelesi verdiği göz önüne bulundurulduğunda, halkoylaması, kenttaş yakınması hakkı, geri çağırma hakkı gibi yerel kamunun varoluşunu güvence altına alan hakların hiçbirinin var olmadığı görülür. Ancak şu nokta tartışmasızdır ki yerel yönetimler, kamusallığın merkezi hükümet dışındaki en önemli ayağıdır ve bu sebeple mahalli idareye her müdahale, yerinden yönetim ve idari vesayet ilkelerinin ihlali olduğu kadar, en geniş anlamda kamusallığın yok sayılmasıdır.
[44] Ariel Dorfman, Şili’de Allende’ye karşı gerçekleştirilen darbenin etkilerini ve Pinochet’nin yargılanma sürecini ele aldığı eserinde darbecilerin uyguladığı “terör”ün yargı eliyle mahkûm edilme deneyimini “exorcising terror”, Türkçe’ye Zehra Savan tarafından “terör cininin kovulması” olarak çevrilen bir kavram ile karşılamıştır. Yukarıdaki “terör cininin çağırılması” vb. ifadeler Dorfman’dan esinlenerek kullanılmıştır. Ariel Dorfman, Terör Cininin Kovulması, çev. Zehra Savan, Everest Yayınları, İstanbul, 2003.
[45] Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, 3. Baskı, çev. Ertuğrul Başer, Birikim Yayınları, İstanbul, s. 95 vd.
[46] Mithat Sancar, “Anayasa Mahkemesinin Terörle Mücadele Yasası’na İlişkin Kararı Üzerine Düşünceler”, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 221.
[47] Ozan Değer, “AİHS’nin 10. Maddesi Çerçevesinde Şiddet Unsuru İçeren İfade: Güneydoğu Davalarından Örnekler”, AÜSBF Dergisi, Cilt 62, Sayı 1, 2007, s. 46 vd.
[48] Shalev Ginossar, “Outlawing Terrorism”, Israel Law Review, Sayı 13 (2), 1978, 150-159.
[49] Judith Butler, Kırılgan Hayat, 2. Baskı, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s. 97.
[50] Bunun en etkili ve önemli istisnası Fransız Devrimi’nin ardından gelen “Terör Dönemi”dir. Devrim mahkemelerinde yargılanan suçlar için öngörülen tek cezanın idam olması nedeniyle kitlesel ve sistematik infazlar için özel olarak icat edilmiş giyotin eliyle 17.000 kişi öldürülmüştür. Devrim tarihi literatüründe -eşyanın tabiatı gereği- “devrimci” bir süreç olarak nitelendirilen bu dönem, Alan Touraine’in modernliği ele alırken siyasi terörü aydınlanmanın kalbine yerleştirmesine kaynaklık eden en yakıcı tarihsel anlardan biridir. Eric Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, çev. Jülide Ergüder-Alaeddin Şenel, V Yayınları, 1989, Ankara, s. 126-128.; Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, 11. Baskı, çev. Hülya Tufan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 14, 23 vd.
[51] Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, çev. Ece Göztepe, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, 2. Baskı, der. Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s. 19.
[52] Butler, Kırılgan Hayat, s. 96-97.
[53] Faruk Alpkaya ve Levent Kavas, “Terör ya da Mülkün Temeli Üzerine (I)”, Birikim Dergisi, Sayı 55, Kasım 1993, s. 12-13.
[54] BM’nin “uluslararası terörizmi” ilk kez doğrudan doğruya ele alacak bir alt kurul oluşturduğu ve Genel Kurul’un 18 Aralık 1972’de aldığı 3034 (XXVII) Sayılı Kararı’yla oluşturulan Uluslararası Terörizm Geçici Alt Kurulu’nun oturum tutanakları bu konudaki uzlaşmazlığın en açık kanıtıdır. Tartışmalar esnasında “bir uluslararası suç öbeğine sokulacak eylem türleri” içerisine dâhil edilmesi önerilerine rağmen terörizm hakkında genelgeçer kabul gören, tutarlı ve kapsayıcı bir tanıma ulaşılamamıştır. Buna rağmen birçok örgüt terörizmin önlenmesine yönelik sözleşmeler kabul etmekte, her fırsat bulduğunda terörizmi kınayan kararlar almakta ve tüm devletleri terörizmle mücadele etmeye çağırmaktadır: Amerikan Devletleri Örgütü bünyesinde 1971 Terörizmin Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme, 1977 Avrupa Konseyi Terörizmin Önlenmesine İlişkin Sözleşme, BM Güvenlik Konseyi’nin uluslararası terörizmin uluslararası barış ve güvenliğine karşı tehdit oluşturduğuna dair S/RES/748 Sayılı Kararı (1993) vb. Françoise Bouchet-Saulnier, İnsancıl Hukuk Sözlüğü, çev. Selahattin Bağdanlı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 355-356.
[55] Sancar, Anayasa Mahkemesi’nin Terörle Mücadele…, s. 219.
[56] Douglas R. Burgess Jr., “Hostis Humani Generis: Piracy, Terrorism and a New International Law”, University of Miami International and Comparative Law Review, Sayı 13, Bahar 2006, s. 298.
[57] Hamide Zafer, “Terörün Tanımı ve Yapısal Özellikleri”, Hukuk ve Adalet Dergisi, Sayı 10, İlkbahar 2007, s. 21.
[58] Hans Köchler, “The Global War on Terror and the Metaphysical Enemy”, David Armstrong (der.), World Order: Vision and Reality, Manak Publications, Viyana, 2009, s. 52 vd.
[59] Ya bizdensin ya da bize karşı!
[60] Karar sayısı: 2016/9064 http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160721-4.pdf
[61] “(2) Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır.”
[62] 678 Sayılı KHK, md. 12.
[63] Bu muğlaklığın önemli örneklerinden, terör kavramıyla ilişkilendirilerek haklarında ceza kovuşturmaları yürütülen, mesleklerinden, kamu görevine girme haklarından, seyahat özgürlüklerinden orantısız ve ölçüsüzce men edilen Barış Akademisyenlere ilişkin AYM kararıdır. Başvurunun görüşüldüğü tarih itibariyle imzacı 2.200 akademisyenden 785’i hakkında terör örgütü propagandası yapma suçundan ceza davası açılmıştır. Bunların bir kısmı hakkında ceza davaları devam ederken geri kalanlar değişen miktarlarda hürriyeti bağlayıcı cezalar ile cezalandırılmıştır. Akademisyenlerin silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yaptıkları ileri sürülmüştür. İfade, düşünce ve bilim özgürlüğüne ilişkin bu kararda terör kavramının tam 316 kere geçiyor olması, bu sözcüğün yeri geldiğinde tüm hak ve özgürlüklerin askıya alınmasının gerekçesi olan bir kavram halini aldığının kanıtıdır. Ancak hükümde başvurucuların ifade özgürlüklerinin ihlal edildiği tespiti, bir gün önce terör niteliğinde varsayılan ifadelerin, bir gün sonra ifade ve bilim özgürlüğü çerçevesi içerisinde değerlendirilerek akademisyen olmanın mesleki parçası olarak değerlendirilmiştir. bkz. ZÜBEYDE FÜSUN ÜSTEL VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU (Başvuru Numarası: 2018/17635) Karar Tarihi: 26/7/2019 R.G. Tarih ve Sayı: 19/9/2019 – 30893 Ayrıca kararın yazımındaki teknik bir hatayı -sonuca etki etmese de- belirtmekte fayda vardır. Karar, kamuoyunda da bilindiği üzere “8’e 8” şekilde oyların eşitliğiyle sonuçlanmıştır. Ancak 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 65. maddesi gereği oyların eşitliği halinde başkanın bulunduğu tarafın yönünde karar verilmiş olacaktır. Somut olayda bu kural uygulanmış olup Başkan Zühtü Arslan’ın oyundan ötürü ihlal kararı verilmiştir. Benzer durumlarda AYM, karar yazımında “oyçokluğu” ifadesi yerine hükmü yazarken 65. maddeye yollamada bulunur; ancak bu kararda 65. maddeye hiç atıfta bulunmadan “oyçokluğu” ibaresini kullanmıştır. Hâlbuki bu durum bir oyçokluğu değil, kurumun özel kanununun öngördüğü özel bir hükmün uygulanmasıdır.
[64] Bunun tehlikesi ise olağanüstü durum vurgusunun olağan dönemdeki yoğunluğuyla beraber hukuki denetimi askıya alması riskidir. Bkz. Burak Öztürk, “Hukuksuz Demokrasi Otoritarizmi Mümkün Kılar”, Söyleşen: Işıl Kurnaz, Birikim Dergisi, Sayı 364, Ağustos 2019, s. 39-40. “Daha ziyade tehlikeli gördüğüm şey, OHAL’in sona erdiği, anayasa değişikliklerinin yürürlüğe girdiği ve ilk kararnamelerin çıktığı o dönemde, ‘olağanüstü durum’ vurgusunun sıkça yapılıyor olmasıydı. OHAL rejimi içinde değiliz, OHAL araçlarının hiçbiri kullanılabilir değil, olağan dönemdeyiz, olağan dönemin araçları kullanılıyor ama sürekli ‘Türkiye’nin içinde bulunduğu olağanüstü durum’ gerekçesi de vurgulanarak kullanılıyor. Esas olağanüstü halin kalıcılaşması riski, hukuk kurallarından değil, iktidarın olağanüstülük vurgusunun toplumsal algıdaki karşılığından kaynaklanıyor bence. Sürekli iç ve dış tehditler altında olduğumuz bir olağanüstü durum vurgusunun, yapılacak pek çok olağan dönem işleminin yargısal denetiminde yargıçlar tarafından dikkate alınması ve yargının tutumunu belirlemesi ciddi bir tehlike. Bu algı dolayısıyla, Türkiye’nin içinde bulunduğu ‘olağanüstü durumlar’, aslında hukuka aykırı olmasına rağmen, birçok olağan dönem işlemini hukuk-dışı kategorisine itebilir ve denetimsiz kılabilir ki, ben bunun çok vahim olduğunu düşünüyorum. Olağan hukuki rejimin geçerli olduğu dönemde dahi olağanüstü birtakım durumlar ve konular olduğu ve bu alanlarda hukukun geri çekilmesi gerektiği algısı çok tehlikeli… OHAL’in kalıcılaşması riskini asıl yaratan, bu algının sıradanlaşmasıdır.”
[65] Göztepe, “Anayasa Yargısının Meşruluğu”, s. 388.
[66] 24 Kasım 2016 tarihli, 29898 sayılı Resmî Gazete’de ilgili kanun bulunabilir. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/11/20161124-5..htm
[67] Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, 17. Baskı, Ankara, 2017, s.342-343.
[68] Yılmaz, Yerel Yönetimlerin Özerklik…, s.514.
[69]Esas Sayısı: 1990/25, Karar Sayısı: 1991/1, Karar Günü: 10.1.1991, R.G. Tarih-Sayı :05.03.1992-21162, AMKD Sayı 27, Cilt1; Aynı yönde diğerleri: E.1991/6, K.1991/20; E.1993/30, K.1992/36; E.2003/28, K.2003/42 http://www.kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/b1077894-6c60-4143-b866-5918178b684e?excludeGerekce=False&wordsOnly=False İlgili ve önemli hüküm kısmı: “1- 2935 sayılı Yasa’nın 11. maddesinin (ö) bendini, 33. ve Ek 1. maddelerini yeniden düzenleyen 1., 2. ve 3. maddelerinin Anayasa’nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında çıkarılabileceği ve 148. maddesinin birinci fıkrasında da biçim ve öz yönlerinden Anayasa’ya aykırılığı savıyla dava açılamayacağı öngörülen KHK kuralları niteliğinde olmadıklarına ve Anayasa’ya aykırı olduklarından İPTALİNE”
[70] Tolga Şirin, “Anayasa Hükmünde Kararname”, Güncel Hukuk Dergisi, Sayı 155, 2016.
[71] Yılmaz, Yerel Yönetimlerin Özerkliği…, s.508.
[72] Turan Yıldırım, Türkiye’nin İdari Teşkilatı, Alkım Yayınları, Ankara, 2002, s.152-153.
[73] Yılmaz, Yerel Yönetimlerin Özerkliği…, s.509.
[74] Venedik Komisyonu’nun Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nin Türkiye’de 674 sayılı KHK ile getirilen düzenlemeler ile yerel demokrasiye ilişkin endişelerini aktardığı raporda, KHK’nın Şart’tan önce Türkiye’nin kendi iç hukukuna aykırı olduğu; 127. maddede öngörülen güvencelerin, 121. maddede olağanüstü halin sınırlarına dair hükmün, 14. maddede devletin de temel hak ve hürriyetin sınırlandırılması konusundaki yetkisini kötüye kullanmamak konusundaki yükümlülüğünün ve 15. maddede olağanüstü hallerde temel hak ve özgürlüklerin durdurulmasının koşullarının bizatihi KHK eliyle ihlal edildiği vurgulanmıştır. Venice Commission, “Opinion on the Provisions of the Emergency Decree Law, N.674 of 1 September 2016 Which Concern the Exercise of Local Democracy in Turkey, Opinion no: 888/2017, 2017, https://www.venice.coe.int/webforms/documents/default.aspx?pdffile=CDL-AD(2017)021-e
[75] Aynen kabul: 10.11.2016/ 6758 sayılı Kanun, md.35
[76] Zülfiye Yılmaz, Yerel Yönetimlerin Özerkliği…, s. 514.
[77] Bireysel başvurunun kapsama alanını daraltan bu düzenleme, ilgili kanunun yapım çalışmaları sırasında haklı olarak eleştirilmiştir. Ece Göztepe bu norm alanına, “en küçük ortak bölen” demektedir: “Norm alanı içinde kalsa bile normatif düzenlemelerin lafzının birebir örtüşmemesi nedeniyle “en küçük ortak böleni” oluşturan metni esas almak, yani her iki metindeki daha geniş koruma sağlayan normatif düzenlemeyi göz ardı etmek” Ece Göztepe, “Anayasa Mahkemesinin Bireysel Başvuruya İlişkin İki Buçuk Yıllık İçtihadının Kısa Bir Değerlendirmesi”, Anayasa Yargısı Dergisi, Sayı 32, 2015, s. 20.
[78] Gözler, Mahalli İdareler Hukuku, s.125.
[79] Ece Göztepe, “Anayasa Mahkemesinin Bireysel…”, s. 31-33.
[80] Ramazan Uysal, B.N. 2014/ 830, K.T.:11.05.2017
[81] Mansur Yavaş ve Cumhuriyet Halk Partisi Başvurusu, B.N. 2014/5425, K.T.23.7.2014
[82] Gianni Buquicchio, Venedik Komisyonu Başkanı Bireysel Başvurulara İlişkin Kararların Etkileri, Anayasa Yargısı Dergisi, Sayı 33, 2016, s. 20; Tolga Şirin, Türkiye’de Anayasa Şikâyeti (Bireysel Başvuru) İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Almanya Uygulaması ile Mukayeseli Bir İnceleme, On İki Levha Yayınları, İstanbul, 2013, s. 39-43.
[83] Süleyman Erte Başvurusu, B.N. 2013/469, K.T.16.4.2013.
[84] Yılmaz, Yerel Yönetimlerin Özerkliği…, s.571.
[85] AİHM, Radio v. Fransa, B.No:53984/00, 30/3/2004
[86] Bora, “Kayyım”, 2016.
[87] İsmail Beşikçi, “Kayyım Atamalarının Amacı Kürtlere Siyaseti Kapatmak”, Duvar Gazetesi, 24. 09. 2019. https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/09/24/ismail-besikci-kayyim-atamalarinin-amaci-kurtlere-siyaseti-kapatmak/
KAYNAKÇA
Agtaş, Özkan, “Dava Üzerine”, Ayrıntı Dergi, Sayı 2, 2014, s. 76-80.
Akyılmaz, Bahtiyar vd., Türk İdare Hukuku, Seçkin Yayınları, İstanbul, 2014.
Alpkaya, Faruk ve Kavas, Levent, “Terör ya da Mülkün Temeli Üzerine (I)”, Birikim Dergisi, Sayı 55, Kasım 1993, s. 10-20.
Aytaç, Ahmet Murat, Kitlelerin Ruhu: Siyasal ve Sosyal Kuramda Kalabalık Tahayyülleri, Dipnot Yayınevi, Ankara, 2011.
Balibar, Etienne, “Egaliberte Önermesi”, çev. Abdurrahman Aydın, Ayrıntı Dergi, Sayı 8, 2015, s. 102-123.
Benjamin, Walter, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, çev. Ece Göztepe, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, 2. Baskı, der. Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s. 19-42.
Benedikter, Thomas, Modern Özerklik Sistemleri: Dünya Özerklik Örnekleri, çev. Hülya Türker vd., Nika Yayınevi, Ankara, 2012.
Beşikçi, İsmail, “Kayyım Atamalarının Amacı Kürtlere Siyaseti Kapatmak”, Duvar Gazetesi, 24. 09. 2019. https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/09/24/ismail-besikci-kayyim-atamalarinin-amaci-kurtlere-siyaseti-kapatmak/
Bora, Tanıl, “Kayyım”, Birikim Haftalık, 28 Eylül 2016.
Bouchet-Saulnier, Françoise, İnsancıl Hukuk Sözlüğü, çev. Selahattin Bağdanlı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
Buquicchio, Gianni, “Bireysel Başvurulara İlişkin Kararların Etkileri”, Anayasa Yargısı Dergisi, Sayı 33, 2016, s. 19-29.
Burgess Jr., Douglas R., “Hostis Humani Generis: Piracy, Terrorism and a New International Law”, University of Miami International and Comparative Law Review, Sayı 13, Bahar 2006, s. 293-341.
Butler, Judith, Kırılgan Hayat, 2. Baskı, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul, 2013.
Ceylan, Selda Güneş, “Roma Hukukunda Kayyımlık (Cura) Meselesine Bir Bakış”, AÜHF Dergisi, Sayı 53(1), 2004, s. 221-230.
Çelebican, Özcan Karadeniz, Roma Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara, 2008.
Değer, Ozan, “AİHS’nin 10. Maddesi Çerçevesinde Şiddet Unsuru İçeren İfade: Güneydoğu Davalarından Örnekler”, AÜSBF Dergisi, Cilt 62, Sayı 1, 2007, s. 43-64.
Değer, Ozan, “Otonomi/Özerklik Üzerine”, İsmail Beşikçi, der. Barış Ünlü ve Ozan Değer, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 432-437.
Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarından No: 1, Ankara, 1990.
Dorfman, Ariel, Terör Cininin Kovulması, çev. Zehra Savan, Everest Yayınları, İstanbul, 2003.
Elpe, M. Nezih, Vasilik ve Kayyımlık Hukuku, Balkanoğlu Matbaacılık, Ankara, 1967.
Geray, Cevat, “İlçe Çapındaki Toplum Kalkınması Çalışmaları: Mahalli İdare Birlikleri ve Birkaç Örnek Olay”, Amme İdaresi Dergisi, Sayı 2, 1969, s. 16-25.
Geray, Cevat; “Yerel Demokrasi, Özerklik ve Halk Katılımı”, Yeni Türkiye Dergisi, Özel Sayı, Yıl 1, Sayı 4, Mayıs-Haziran 1995, s.72-75.
Ginossar, Shalev, “Outlawing Terrorism”, Israel Law Review, Sayı 13 (2), 1978, 150-159.
Gözler, Kemal, Mahalli İdareler Hukuku, Ekin Yayınları, Bursa, 2018.
Göztepe, Ece, “Anayasa Mahkemesinin Bireysel Başvuruya İlişkin İki Buçuk Yıllık İçtihadının Kısa Bir Değerlendirmesi”, Anayasa Yargısı Dergisi, Sayı 32, 2015, s. 17-33.
Göztepe, Ece, “Anayasa Yargısının Meşruluğu”, Demokratik Anayasa, der. Ece Göztepe ve Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 387-417.
Günday, Metin, İdare Hukuku, 11. Baskı, İmaj Yayınevi, Ankara, 2017.
Habermas, Jürgen, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev. Tanıl Bora Mithat Sancar, İletişim Yayınları, 1997.
Hardt, Michael ve Negri, Antonio, Empire, Harvard University Press, Massachusets, 2000.
Hobsbawn, Eric, Devrim Çağı: 1789-1848, çev. Jülide Ergüder-Alaeddin Şenel, V Yayınları, Ankara. 1989.
İnceel, Murat, Roma ve Türk Hukukunda Vesayet, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk (Roma Hukuku) Anabilim Dalı, Ankara, 2009.
Koschaker, Paul ve Ayiter, Kudret, Modern Hususi Hukuka Girişi Olarak Roma Hususi Hukukunun Ana Hatları, AÜHF Yayınları: 284, Ankara, 1971.
Koselleck, Reinhart, Kavramlar Tarihi: Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar, çev. Atilla Dirim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009.
Köchler, Hans, “The Global War on Terror and the Metaphysical Enemy”, David Armstrong (der.), World Order: Vision and Reality, Manak Publications, Viyana, 2009, s. 52-73.
Laclau, Ernesto, , Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, 3. Baskı, çev. Ertuğrul Başer, Birikim Yayınları, İstanbul, 2015.
Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, 17. Baskı, Yetkin Yayınları, Ankara. 2017.
Özlem, Doğan, Mantık: Klasik/Sembolik Mantık, Mantık Felsefesi, 7. Basım, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2004.
Öztürk, Burak, “Hukuksuz Demokrasi Otoritarizmi Mümkün Kılar”, Söyleşen: Işıl Kurnaz, Birikim Dergisi, Sayı 364, Ağustos 2019, s. 21-40.
Sancar, Mithat, “Anayasa Mahkemesinin Terörle Mücadele Yasası’na İlişkin Kararı Üzerine Düşünceler”, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 217-250.
Sancar, Mithat, “‘Devlet Aklı’ Kavramına Bir Giriş”, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, 13-26.
Sassen, Saskia, Territory Authority Rights: From Medieval to Global Assemblages, Princeton University Press, New Jersey, 2006.
Şirin, Tolga, “Anayasa Hükmünde Kararname”, Güncel Hukuk Dergisi, Sayı 155, 2016.
Şirin, Tolga, Türkiye’de Anayasa Şikâyeti (Bireysel Başvuru) İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Almanya Uygulaması ile Mukayeseli Bir İnceleme, On İki Levha Yayınları, İstanbul, 2013.
Tan, Turgut, İdare Hukuku, 7. Baskı, Turhan Kitabevi, 2017.
Touraine, Alain, Modernliğin Eleştirisi, 11. Baskı, çev. Hülya Tufan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2016.
Türk Hukuk Lügatı, 4. Baskı, Başbakanlık Yayınevi, Ankara, 1998.
Umur, Ziya, Roma Hukuku Ders Notları, Betaş Yayınları, 1999, İstanbul.
Venice Commission, “Opinion on the Provisions of the Emergency Decree Law, N.674 of 1 September 2016 Which Concern the Exercise of Local Democracy in Turkey, Opinion no: 888/2017, 2017, https://www.venice.coe.int/webforms/documents/default.aspx?pdffile=CDL-AD(2017)021-e
Yıldırım, Turan, Türkiye’nin İdari Teşkilatı, Alkım Yayınları, Ankara, 2002.
Yılmaz, Zülfiye, “Kayyım Uygulaması Hukuka ve Anayasaya Aykırı”, Duvar Gazetesi, 21 Ağustos 2019, https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/08/21/kayyim-uygulamasi-hukuka-ve-anayasaya-aykiri/
Yılmaz, Zülfiye, Yerel Yönetimlerin Özerklik Hakkı (Yerel Özerkliğe İlişkin Avrupa Şartı’nın Taraf Devletlerde Uygulaması ve Türkiye Karşılaştırması), On İki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2019.
Yirmibeşoğlu, Sabri, “Önsöz”, Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarından No: 1, Ankara, 1990.
Zafer, Hamide, “Terörün Tanımı ve Yapısal Özellikleri”, Hukuk ve Adalet Dergisi, Sayı 10, İlkbahar 2007, s. 21-32.
KARARLAR
AYM, Esas Sayısı: 1990/25, Karar Sayısı: 1991/1, Karar Günü: 10.1.1991, R.G. Tarih-Sayı: 05.03.1992-21162, AMKD Sayı 27, Cilt1; Aynı yönde diğerleri: E.1991/6, K.1991/20; E.1993/30, K.1992/36; E.2003/28, K.2003/42
AYM, E.2004/10, K.2009/68, K.T.2.6.2009, R.G. Tarih-Sayı: 03.02.2012-28193
AYM, B.N. 2013/469, K.T.16.4.2013.
AYM, 27.02.2014, E. 2012/87, K. 2014/41. R.G. Tarih-Sayı : 26.7.2014-29072
AYM, B.N. 2014/5425, K.T.23.7.2014
AYM,, B.N. 2014/ 830, K.T.:11.05.2017
AYM, E. 2019/27, K.2019/56, K.T. 26.06.2019, R.G. Tarih – Sayı: 11/9/2019 – 30885
AİHM, Radio v. Fransa, B.No:53984/00, 30/3/2004
Bakanlar Kurulu Kararı, Karar Sayısı: 2016/9064 http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160721-4.pdf
AYM, B.N.: 2018/17635, K.T.: 26/7/2019 R.G. Tarih ve Sayı: 19/9/2019 – 30893