İçinde bulunduğumuz yıl itibariyle Türkiye bir seçimler dönemine giriyor ve anaakım tartışmalar üçlü seçim sürecinin Türkiye’nin uzun vadeli olarak kaderini belirleyeceği üzerinde yoğunlaşıyor. Bu seçimlere giden sürecin egemen siyasetin genel akışını kesintiye uğratan yanları var. Bunların başında Haziran 2013 ayaklanmasının Türkiye’de temsili kurumları, dolayısıyla da seçimle meşrulaştırılan baskı makinesini, güçlü bir biçimde karşısına alması, sorgulaması geliyor. İkinci olarak literal anlamda siyasal parti olmayan, dolayısıyla anayasal yollarla iktidara gelmek amacı gütmemesi beklenen ticari-dini bir şebekenin iktidardaki otoriter partiyle devlet kudretini paylaşma mücadelesi seçimlere gölgesini düşürüyor. Üçüncüsü ise Türkiye’de siyasal temsili, mevcut işleyişin ötesine çıkaracak bir programı savunan Kürt siyasal hareketinin, bir yandan kendi programını savunurken bir yandan mevcut siyasal temsil makinesinin içinde yer araması. Sosyalistlerle birlikte HDP içinde ve kendi programları çerçevesinde. HDP içinde yer almayan sosyalist partiler de seçimlere ilişkin stratejilerini belirliyorlar, belirleyecekler. Bu yazıda, Gezi ayaklanmasının gözler önüne serdiği, egemen siyasal sistemin anti-demokratik yapısını, bu yapı içerisinde seçimle meşrulaştırılan oligarşinin siyasal krizini merkeze alacağım.
Küçük birkaç hatırlatma ile başlayalım. Mevcut anayasal sistemimiz, devletin esaslarını açıklarken egemenliğin millette olduğu hükmü ile başlar. Fakat millete ait olan egemenlik anayasaya göre yetkili organlar eliyle kullanılacaktır. Klasik ulusal egemenlik formülünün bir uygulamasıdır bu. Kurulu iktidar içinde halkın katılımına hiçbir yer bırakmayan, halka, halkın sözüne tamamen kapalı bir oligarşinin, halkın söz ve karar hakkını, demokratik görünen bir söylem ile onun elinden almasıdır. Bunun temelinde ise somut, sınıflara bölünmüş, toplumsal ilişkiler içinde yer alan insanların yerine, klasik burjuva anlayışın, soyut aklın emirlerine göre hareket etmesi beklenen liberal bireyinin temele konulması yatar. Bu temelden ise sınıfsal ilişkilerin toplamı olan bir halkın karşısında, geçmişi ve geleceği kuşattığı varsayılan çatışmasız bir birlik olarak millet çıkar. Sandık diktatörlüğünün sihirli formülü; halkın söz, yetki ve kararının çalınmasının formülü budur.[1] Oligarşinin sözcülerinin, gözaltına alınan, tutuklanan “zavallı” çocuklarına ağlarken; direnişte taleplerini duyurmaya, kabul ettirmeye çalışırken öldürülen, gözlerinden mahrum bırakılanları görmezden gelmeleri bundandır. Oligarşinin iki kanadı birbirine girdiğinde “kötülenen” polis teşkilatı, siyasal varlığıyla sokakları, meydanları kuşatan halka saldırırken bu nedenle “destan yazmış”tır. Mevcut siyasal sistemimizde polisten kimi koruması ve kimden koruması beklendiğinin en iyi kanıtıdır bu. Reklam şirketleri tarafından önümüze sürülen adayları seçmeye mecbur bırakıldığımız, kapitalist piyasa sistemini model alan ‘serbest seçimler’, bu düzenin meşrulaştırılması için millet egemenliğinin liberal formülü içinde örgütlenmiştir. Gezi ayaklanmasının ilk gösterdiği, mevcut temsil sistemini, içinde yer aldığımız örgütlenmeleri de kapsayacak biçimde sorgulama gerekliliğidir.
Siyasi Temsil
Siyasi temsil kavramı, en basit anlamıyla “adına davranma” ediminde kuşatılır. Kavram ilk defa bütün iktidarı devlet aygıtında toplayan Hobbes’un Leviathan’ında politik bir incelemenin konusu olmuştur. Hobbes’un doğal ve yapay kişi arasında yaptığı ayrıma dayanan temsil kuramı, aslında bugünkü temsil sisteminin temelinde yatan siyasi formdur. Hobbes’un formülü basitçe şudur: Sözleşme, iki yapay kişi kurar, bunlardan birisi devlet diğeri de halk. Artık devlet içinde yaşayan çokluk onun adına eyleyen yapay kişi tarafından ‘bir’ kılınmıştır, bundan sonra devletin eylemleri kendisiyle sözleşenler adınadır ve meşrudur. Schmitt’in deyişiyle bir şey ancak yoksa temsil edilebilir (representere), halk somut olarak varsa temsil edilemez, zira zaten oradadır. Temsil makinesi, kendisi işlerken kamusal alanda var olan halkı ortadan kaldırır.[2] Bu formülün ‘demokratik’ versiyonu olan parlamenter temsilin dayandığı temel de aynıdır. İnsanların yaşam alanları, onlar adına davrandığı iddiasını taşıyan politikacılar ve devlet bürokrasi tarafından inşaat sektörüne peşkeş çekilirken söylenenler ve yapılanlar; çocuklarının eğitimine dair ebeveynlerin inançlarıyla uyuşmazlık içerdiği halde alınan kararlar; hatta kaç çocuk doğuracağına, kürtaj yaptırıp yaptıramayacağına, eteğinin boyuna varana dek söylenenler “onlar adına” söylenmektedir. Bütün örgütüyle devletin halk adına davrandığına dayanan bu kuruluşun içinde bulunduğu meşruiyet krizini Gezi ayaklanması bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Ardından yaşanan Hükümetin paylaşım kavgasına girdiği ticari-dini cemaat ile ilişki, demokrasi söyleminin üzerine tüy dikmiştir. Başbakan’ın cemaate yönelik olarak “ne istediniz de vermedik?” ifadeleriyle boyutları açık edilen pazarlıklar, uzlaşmazlık çıktığı anda yolsuzluklar-kasetler-komplolarla açığa dökülmüştür. Birbirleri hakkında söyledikleri şeyler doğru olan ve kendi tarzlarında kavga eden siyasi muarızlarımızı izlemek hiç de fena değil. Fakat Gezi ayaklanmasıyla ortaya çıkan siyasal kararlara katılma, özyönetim, doğrudan demokrasi arzusu, izlemekten daha çok şey yapabileceğimizi gösteriyor.
Parlamento, hükümet, hükümet tarafından atanan valiler, adalet sisteminin temelindeki yargı organları meşruiyet krizi derinden hissetmekte, hissettirmektedir. Başbakan bu nedenle “sayısal üstünlük” söylemini sürekli diri tutmaya çalışmaktadırlar. Fakat bu meşruiyet krizi sadece devletin kuruluşunu gösteren organlar açısından değil, bu sistem içerisinde örgütlenmiş bütün kurumsal yapılar için geçerlidir. Türkiye’de kurumlaşmış siyasal parti formunun, sendika formunun, yerel yönetimlerin, Gezi ayaklanmasınca önümüze getirilen meşruiyet krizi, seçim sürecinde önümüze koymamız gereken en önemli gündemdir.
Seçim, siyasal temsil dediğimiz kurumun göbeğinde yatar ve demokrasinin olmazsa olmazı olarak her konuşmada tartışılmaz bir konuymuş gibi karşımıza çıkar. Öncelikle şunu söyleyelim: Seçim usulünün demokrasinin temeli olduğu tartışma götürür. Hatta antik demokrasi içinde seçim usulü benimsenmez, aksine seçim aristokratik bir usuldür. Temsili rejimin icat edildiği Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa’daki savunucuları, temsili rejimin demokrasiye karşı, halk kitlelerinin taşkınlıklarına karşı bir güvence olduğunu temellendirmişlerdir. Bu bakımdan demokrasi içinde seçim güvenilir bir usul değildir. Demokrasi yani yöneten ve yönetilenin özdeşliği halkın doğrudan doğruya siyasal katılımını gerektirir. Bu katılımın temsili rejim içerisinde yer alacak biçimde anayasal olarak düzenlenmiş çeşitli yolları vardır.[3] Bu yazıda, öncelikle temsili sistem içindeki kurumlarımız gözden geçirecek.
Parlamento
Türkiye, kesintilerle de olsa 1876’dan beri bir parlamentoya ve en azından 1908’den beri de bir parlamenter geleneğe sahip. 12 Eylül darbesini yapanların kaleminden çıkmış 1982 Anayasası da bu geleneği sürdürdü. Fakat siyasal katılımın önüne çok önemli engeller koyarak. Parlamentoyu sorunsallaştırdığımızda biri özsel, dolayısıyla bütün parlamentolar için ortaklaştırılabilecek; bir diğeri de Türkiye has meşruiyet krizlerinden bahsetmek mümkün. Özsel durum, Marksizme olduğu kadar liberalizme de düşmanlığını saklamayan Carl Schmitt’in liberalizm açısından saptadığı, parlamenter demokrasinin varsayımlarının krizidir.[4] On dokuzuncu yüzyıl liberalizminin aleniyet ve rasyonel müzakereye dayalı ulusal temsil sistemi demokratik meşruiyetini yitirmiştir. Türkiye parlamentosunda torba yasalar olarak adlandırılan ve AKP döneminde rutin bir yasama tekniği haline gelmiş uygulama bunun en önemli örneğidir. Daha çarpıcı olanı, bir hükümet önergesinin, iktidar partisi milletvekilleri tarafından muhalefetin önergesi sanılarak reddedilmesi ve skandalın tartışmaya değer bile bulunmamasıdır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce özellikle son dönemde çıkarılan ve Gezi sürecinde tetikleyici rol oynadığını da varsayabileceğimiz bu biçimde yapılmış yasal düzenlemeler, hem parlamentonun ciddiyetini ve temsil iddiasını zayıflatmış hem de taraflaşmayı kişiselleştiren bir etki yaratmıştır. Sanki siyasi bir fikir ve uygulama değildir söz konusu olan. Adeta Tayyip Erdoğan’ın iyiliği ve kötülüğü (başka kelimeler de sıralanabilir; en nötr olanları seçildi.) temel tartışma konusu, temel siyasi ayrım noktasıdır. AKP, Kanun Hükmünde Kararnameler ve torba yasalarla toplumu bütüncül bir biçimde inşa etmeye dönük düzenlemeleri, zaten çok kısıtlı olan parlamenter denetimden bile kaçırırken düpedüz içerik ve biçiminde bütünleşmiş bir keyfi yönetim uygulamaktadır. Mesele bu bağlamda açık bir biçimde, kişisel değil, politiktir. On yıllardır yasama denetiminden kaçırılmış olan Kanun Hükmünde Kararnameler bulunmaktadır. Yasa yapımının bırakın halkın denetimine açılmayı parlamentonun bile denetiminden kaçırıldığı, ülkenin kararnamelerle yönetildiği siyasal rejimleri düşündüğümüzde bunun en önemli örneğinin Nazi Almanyası olduğunu unutmayalım.
Parlamento’nun meşruiyet krizinin Türkiye’ye özgü nedeni, demokratik siyasal katılımın önündeki yüzde 10’luk seçim barajıdır. Baraj sadece yüzde 10’dan az oy alan siyasal partilerin parlamentoya temsilci göndermesini engellememekte aynı zamanda rejimi konsolide edecek şekilde seçmeni yönlendirmektedir. Seçmeni, kendini temsil etmesini istediği partiye değil ona en yakın merkez partiye götürerek oligarşinin düzeni korunmak istenmektedir. Bu sisteme göre AKP ilk girdiği 2002 seçimlerinde yüzde 34.2 oy alarak 363 milletvekili çıkarmış, parlamentodaki sandalyelerin yüzde 66’sına sahip olmuştur. 2007 seçimlerinde yüzde 46.5 oy oranı ile 341 sandalyeye sahip olmuştur. Bu sandalye sayısı da parlamentodaki sandalyelerin yüzde 62’sidir. En son yapılan 2011 genel seçimlerinde AKP oyların yüzde 49.8’ni almış 327 milletvekiline sahip olmuştur. Bu da parlamentodaki sandalye sayısının yüzde 59’udur (YSK verileri). Baraj yalnızca ülke genelinde adaletsiz bir temsil yaratmakla kalmayıp Türkiye’de azınlıkların temsilini de engellemektedir. Kürt bölgelerinden çok oy alan BDP, parti olarak girilen seçimlerde yüzde 7’ye yakın oy kapasitesine sahip olmasına karşın parlamentoya milletvekili sokabilmek için bağımsız aday yöntemine başvurmuş, bu da hükümet tarafından çeşitli yollarla engellenmeye çalışılmıştır.
Bu haliyle Türkiye’de parlamento “siyasal temsil” kapasitesinden bile yoksun, çıkar çevrelerinin ve denetimsiz bir hükümetin istediği yasaların tartışılmadan çıkarıldığı bir kurum haline gelmiştir. Nitekim eğitimde Sünni Müslümanlığı dayatmaya vardırılan yasalar, hükümete basın özgürlüğünü engelleme yolunu açan yasalar, içki yasağı gibi hayat tarzına müdahale eden yasalar, yargıyı hükümet denetimine sokmaya aday yasalar böyle bir parlamentonun ürünüdür. 2010 referandumu sırasında ve öncesinde yargının demokratik meşruiyetini tartışanlar, demokratik bir yargının seçimle oluşturulması gerektiğini savunanlar, olgular eşliğinde fikirlerini gözden geçirmeliler. Ticari-dini cemaat ve hükümet arasındaki kavganın ayyuka çıkardığı taraflı yargı algısını besleyecek biçimde yargı, Türk filmlerinde bir o yana bir bu yana savrulan figüranların konumuna itilmiştir.
Başbakan sürekli seçim ve sandık yolunu öne sürerek, demokratik katılım adına değil, aksine kendi baskıcı otoriter rejimini sürdürmek için araç olarak kullandığı parlamenter çoğunluğa işaret etmektedir. Fakat milletvekillerinin hangi kontejandan hangi partiye girdiğinin, kavgalar ve barışmalar gibi ‘duygusal’ süreçlerle ortaya çıktığı bir parlamento için bu yazıda sınırları çizilmeye çalışılan siyasal temsilin bile inandırıcılığı yoktur. Zira buna inanan da yoktur. Herkesin yalan üzerine kurulu olduğunu bildiği ‘işlevsel bir kurum’ işlememeye başladığı anda sorgulanacaktır. Bu sorgulamayı, Haziran 2013’te sokaklara çıkıp uzun yaz gecelerini aydınlatanlar güçlü bir biçimde yapmıştır.
Siyasal Partiler
Siyasal parti formu, mevcut anayasal sistemler içinde iktidarı elde etmek için yarışan siyasal kurum olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla Ulus Baker’in haklı olarak belirttiği gibi direniş perspektifinden çok iktidar perspektifi içinde anlam kazanır.[5] Partilerin direniş ile ilişkilenebilmeleri ancak direnişin formu olabilecek hareket ile ilişkilenebilmelerine bağlıdır. Zira zamanında ÖDP içinde yaşanan parti-hareket, parti olmayan parti tartışmaları o dönem için bu anlayış içinden gerçekleşmiştir. Gezi ayaklanmasının ardından siyasal parti formuna ilişkin tartışmayı derinleştirmek, temsil formunun dışına taşan, temsil edilmeyenleri kuşatmaya çalışan örgütlenmeler üzerine düşünmek ve denemek daha bir önem kazanmıştır.
Türkiye’de siyasal partiler, disiplinli ve merkez örgütünün özellikle de liderin son söze sahip olacağı biçimde düzenlenmiştir. Darbe yasalarının en önemlilerinden biri olan –ve darbeyle mücadele ettiğini söyleyen AKP tarafından birçok darbe yasası gibi değiştirilmeden bırakılan- 1983 tarihli Siyasal Partiler Yasası’yla özellikle bu yönde yapılan düzenleme halka, halk hareketlerine karşı duyulan güvensizlikten kaynaklanmıştır. Bu yasa ile siyasal partilerin toplumsal hareketler ile bağlar kurabilme imkânları kısıtlanmış, partiler disiplinli, bürokratik bir formda örgütlenmişlerdir. Böylece kemikleşmiş bir siyasal parti formunun meşruiyet krizi net biçimde Gezi ayaklanmasıyla ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki eleştirinin politikleşmesi ülkenin neredeyse depolitize olmuş, toplumsal hareketlerle ilişkilenmeyi bırakın onu soğurmaya çalışan siyasal parti formunun halini açık biçimde göstermiştir.
İktidar partisi, kendisine dönük bu protestolara, kendi tabanını sokakta ayaklanmış halka karşı kullanma söylemiyle, devletin bütün organlarında partinin ya da partiye yakın çevrelerin hakim olmasının da verdiği kibirle olayları ezmekle ve eylemcileri vatandaşlık kategorisinin dışına iten söylemlerle karşılık vermiştir. AKP açısından Gezi Ayaklanması doğrudan doğruya kendisinin bir zaman beslenmiş olduğu temsil krizidir. AKP’ye “oy vermeyen” bütün kesimlere karşı AKP sadece kendisine “oy veren” kesime dayanarak iktidarını aynı biçimde sürdürebileceği kanaatindedir. İktidar olduğu halde iktidarı kullanamama söylemiyle ‘demokratikleşme’[6] nin öncüsü ilan edilmiş olan partinin, oligarşik ittifak çatırdamaya başladığında yeniden vesayet, hem de karşıtları tarafından icat edilmiş ‘sivil vesayet’ kavramına başvurmuş olması, seçim sürecinde “oy”, “sandık”, “milletin cevabı”, “milletin iradesi” kavramlar üzerinde yürüyen ip cambazı politikacıları bol bol karşımıza çıkaracak gibi görünüyor.
Ana muhalefet partisi açısından meşruiyet krizi farklı bir biçimde yaşanmıştır. Gezi ayaklanmasında başkent sokaklarını dolduran kalabalıklar CHP’ye oy vermiş kesimlerin çoğunlukta olduğu kesimdendi. Hatta Başbakan Gezi eylemcileri ile CHP’yi özdeşleştirmişti de. CHP milletvekilleri Ankara’da büyük bir şiddet gösteren polisin önünde saatlerce beklemişti. Fakat CHP örgütü bu durumda bile hareketi sahiplenecek bir bağ, sürdürülebilir bir muhalefet örgütleme rolünü oynamadı, egemen rejim içinde kalmanın şartı bu role soyunmamak olsa gerek. Yerel seçimlerde gösterilen adaylara bakıldığında bu tespitimizin haklılığı görülecektir.
Sosyalist partiler açısından siyasal parti ve partinin içinde yer aldığı temsil formunun sorgulanması daha büyük önem taşımaktadır. Eylemlerin örgütlenmesinden sürdürülmesine sosyalistler çok aktif bir rol oynasa da kendileri bile partileri ön plana çıkaracak bir girişimden uzak durdular. Bu da aslında siyasal parti zemini dışında bir politikleşmenin, hatta bir ölçüde siyasal parti formuna karşı bir örgütlenmenin zeminini oluşturacak yeni bir şey olarak okunmalı.
Bu anlamıyla Gezi ayaklanması, Türkiye’deki siyasal parti formunun temsil kapasitesini yitirdiğini gösteren önemli bir dönüm noktasıdır. Biraz iddialı bir cümleyle söylersem bu krizi ciddiye almayan siyasal partilerin bu apolitik halleriyle güçlenme ve örgütlenme şansları yoktur. Artık temsil edilmeyenlere yönelen, hareket ağırlıklı örgütlenme formlarının, bu forma kaynaklık edecek doğrudan demokrasi formlarının üzerine çalışmanın, denemenin, icat etmenin imkanlarının zorlama zamanıdır.
Sendikalar:
Türkiye’de toplumsal muhalefetin bayraktarlığını yapan iki sendika konfederasyonu DİSK ve KESK, Haziran ayaklanmasında çok fazla eleştirildi. Bu eleştirinin kaynağının sendikaların mevcut temsil formu içinde sorgulamadan yer alması olduğunu iddia edeceğim. DİSK, 70’li yıllardan başlayarak KESK ise örgütlenme yasaklarına rağmen önemli mücadeleler sonunda kurulduğu 90’ların ortalarından itibaren Türkiye siyasal hayatında önemli roller oynayabilmişlerdir. Mücadeleleriyle Türkiye devrimci ve demokratik güçlerine önemli katkı sağlayan bu sendikaların örgütlenme alanları bir yandan hükümetler tarafından daraltılırken değer yandan sendikalar kendilerini ve üyelerini koruma refleksleriyle daha güvencesiz alanlara el atmakta atıl kalmışlardır. Örneğin birçok iş kolunda güvencesiz çalışan işçi ve güvencesizleştirilen, geleceksizleştirilen kamu çalışanlarına yönelmek yerine sendikal bürokrasinin yarattığı atıllık ve mevcut konumunu koruma refleksleriyle kendilerine çizilen muhalefet sınırını zorlamakta tedirgin davranmışlardır.
Bağlamımızda asıl önemli olan, delege sistemleridir. Belli grupların kendi varlıklarını delege sistemi yoluyla sürdürme çabası, sendikalarda oluşmuş atıl bürokrasinin kendi içinde süreklileşmiş bir kısır döngüsüne yol açmaktadır. Özellikle kamu çalışanlarının örgütlenmelerinde iş yerlerinin kararları önemsenmemekte, yukarıdan alınan kararlar tepkiye yol açmaktadır. Doğrudan demokrasi araçlarının kullanımının zorlanmasının en uygun yeri olan sendikalarımız, Gezi Ayaklanması’nın ardından yaklaşan kongre süreçlerinde bunu dikkate almak durumundadır. Zira parlamento bakımından siyasal temsil bağlamında söylediklerimiz ne yazık sendikalar için de kendi bağlamlarında geçerlidir.
Yerel Yönetimler
Doğrudan demokrasinin, halkın siyasi süreçlere, kendi hakkında verilecek olan kararlara katılımının en açık adresi yerel yönetimlerdir. HES’lerden, Nükleer Santral, Termik Santral inşaatlarına varan halkın yaşam alanlarına, halkın iradesi hilafına ve sermaye lehine el koyma girişimlerine siyasal karşı çıkışın yolu müzakerenin ve kararın bizzat yerel birimlerin yapmasını sağlayabilmektir. İktidar halka soralım mı diyor? Cevabımız “evet” olmalıdır. Fatsa’yı anlatmak istiyorsak, bir tarihi değil bugünü anlatmalıyız. Bugün ihtiyacımız olan Fatsa’dır; fakat Türkiye’nin her yerine yayılmış olan bir Fatsa’dır.
AKP’nin hizmet belediyeciliği anlayışı uzmanlık düzeyinde bilgiyle, ustalıkla meşrulaştırılmaktadır. Elinde bilgisayarla proje tanıtımı yapan uzman belediye başkanının ve ona proje hazırlayan sermayedarın yerine, yerel birimde yaşayanların müzakere ve kararlarının ciddiye alınacağı bir programı önümüze koymanın zamanıdır.
Hizmet belediyeciliği kavramıyla yola çıkan ve söylemini buradan kuran AKP’nin yerel yönetim anlayışı demokratik katılımı sıfıra indirmiş, siyasal tepkilerini kamusal gösterilerle açığa vuran kesimler bir anda terörist, bölücü gibi adlandırmalarla vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmıştır. Daha öncesinde de yaşam alanlarını savunmak için kendilerine rağmen alınan baraj yapma kararlarına direnen köylüler, nükleer santral yapımına karşı çıkan yerel inisiyatifler aynı kaderi paylaşmışlardır. Müteahhitlerin çıkarları, hizmet belediyeciliği bakımından yerel halkın kararından her zaman önde olmuştur. Yerel seçimlerde hizmet belediyeciliğinin uzman-usta-sermaye ittifakına karşı koyacak bir strateji üzerine düşünmek gerekir.
Sonuç Yerine
Türkiye’de yeni anayasa çalışmalarıyla başlayan tartışma süreci ve 2013 Gezi ayaklanması, temsil edilmeyenlere, adı olmayanlara yönelik bir düşünme ve eylem pratiğini biriktirdi. Park forumlarında geliştirilen inisiyatifler, forum katılımcılarının doğrudan demokrasi arzusu; bu yönde çok kısa zamanda ortaya çıkan literatür bunu gösteriyor. Anayasa tartışmalarına yönelik olarak çıkarılmış Demokratik Anayasa başlıklı kitabın editörlerinden Aykut Çelebi’nin ‘Doğrudan Demokrasi Araçları’ makalesi, yukarıda üzerinde durulan temsil sistemi ile doğrudan demokrasi araçlarının uzlaşabilirliği bağlamında, demokrasinin demokratikleşmesi önerisinde bulunuyor. Gezi ayaklanması ertesinde Nota Bene yayınlarından çıkan Gezi Üzerine Düşünceler adlı kitapta Yasemin Özdek’in Gezi’nin temsil krizini ortaya koyan bir ayaklanma olduğunu ve halk egemenliğini tekrardan düşünmek gerektiğini belirten yazısı literatür içinde başka bir örnek. Tekrar etmek gerekirse yerel seçimler yaklaşırken, oluşturulacak stratejilerde Gezi ayaklanmasında ortaya çıkan doğrudan demokrasi arzusu merkeze alınmalı, örgütsel formlar üzerine bu bağlamda yeniden düşünülmelidir.
DİPNOTLAR
[1] Siyasal temsil konusunda 1960’ların sonunda kaleme alınmış önemli bir inceleme için, Murat Sarıca, İngiltere ve Fransa’da Emredici Vekaletten Yeni Temsil Anlayışına Geçiş, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1969.
[2] Carl Schmitt, Constitutional Theory, Duke University Press, 2008.
[3] Aykut Çelebi’nin son dönem yaptığı iki çalışma bu konuyu tartışmak için önemli bir zemin sağlamaktadır. “Doğrudan Demokrasi Araçları”, Demokratik Anayasa, Ed. Aykut Çelebi, Ece Göztepe, Metis, İstanbul, 2012; Halk Egemenliği ve Siyasal Temsilin Demokratikleşmesi, Toplum ve Bilim, sayı. 124, 2012.
[4] Carl Schmitt, Parlamenter Demokrasinin Krizi, çev. Emre Zeybekoğlu, Dost, Ankara, 2006, ss. 51-78.
[5] Ulus Baker, “ÖDP: Parti mi, Hareket mi?”, Birikim, 103, 1997, s. 36-39.
[6] Ayrıntı Dergi’nin ilk sayısında yer alan ‘Demokratikleşme Paketi’ başlıklı yazıda bu konu daha ayrıntılı incelenmişti.