“Zaman kuşu geniş kanatlarını açmış, her yanı kaplamıştı.
Geçmişin rüzgarlarından yorulan gövdesini,
şimdiki ânın boşluğuna bırakmıştı.”
(B.Sönmez, İstanbul, İstanbul, s:226)
“Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!”
(T.Fikret, Sis)
i-) “bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü”
Zaman geçmişten toparladığı yorgunluklarını şimdinin boşluğuna bırakır. Şimdiki anın boşluğunu dolduran yorgunluğa kriz diyoruz. Türkiye’de zaman kuşu oldukça yorgun, bedeninde biriktirdiği geçmişin rüzgarlarını olanca gücüyle günlerimize bırakmış durumda. Yeni ve ama farklılaşan bir krizle karşı karşıyayız. Şimdinin paradoksu ile karşı karşıyayız. Şimdinin paradoksu; “her şeyin aynı anda şimdiyi oluşturması, her şeyin, şimdinin bir parçası olma fırsatına sahip olması, hatta bunun zorunlu olmasıdır.” (Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, 2018). Demek ki zaman yüklendiği şeylerle çok yorulmuş, düşüşünde açığa çıkardığı ses/gürültü oldukça fazla. Bu gürültülü düşüş olay mahalline bakıp, Olay mahalline takılıp kalmamıza neden oluyor. T. Fikret Sis şiirinde bu toprakların yorgun bir başka zamanını anlatırken ‘ağırlığının altında her şey silinmiş gibi” diyor. Evet zamanın yorgunluğunu çekemez olduğunda, yorgunluk altında her şey silinmiş gibi olur, bakanlar bu ana/şimdiye “onun derinliğine iyice sokulamaz”. Bu sokulamama bazen T. Fikret’in dediği gibi korku ile ilgili olabilir, ama genellikle derinliğe inememe, iktisat, siyaset gibi disiplinlerin şizofrenik bilgi biçimleri ile doğrudan bağlantılı. Belki de en kötüsü ânın yarattığı kargaşada ezberlerimizi çağırmamızla ilgili. Ezberlenmiş bilgi “gerçekliğin gösterdiğinden daha gerçek olduğuna inandığımız” bir bilme haline neden olabiliyor. (M. Onfray, 2017, Gerçekleşmeyen Gerçeklik Don Kişot İlkesi) Bu tarz bilginin krize ilişkin en yanıltıcı boyutu toplumsal ilişkilerin bütünlüğüne bakma yerine sadece sınırlı bir alana bakmaya yönelmesidir. Kriz bu tarz bir bakış içinde iktisadi, siyasi nedenler ya da dış dünyanın jeo-politik nedenleri üzerinden açıklanıyor.
Konumumu hemen belirteyim; içinden geçtiğimiz zamanı, zamanın yorgun bedeni üzerinden açıklamaya çalıştığım için, krizi iktisadi mi, siyasi mi, dışarıdan mı, içeriden mi sorularına karşılık, krizi toplumun tüm hücrelerinde farklı oranlarda hissedilen bir toplumsal kriz olarak tanımlıyorum. Kapitalizmi alt yapı-üst yapıyla ya da siyasal-ekonomi şeklinde açıklamak yerine çelişkili içsel dinamiklerin farklılaşarak yeniden üretilen bir toplumsal ilişkiler bütünü olarak görüyorum. Kriz farkların zaman içinde birikmesi ve kendisini yeni bir aşamaya geçirme zorunluluğunun ürünü olabileceği gibi, tüm işleyişi tehdit eden daha derinden işleyişi ortadan kaldıracak yoğunlukta da olabilir. Her iki durumda da sermaye sınıfının farklı bileşenleri ile siyasi iktidarların yoğun müdahalelerine yol açar. Kriz, toplumu oluşturan içsel değişkenlerin bileşimlerinin yaşandığı bir gerilim anıdır. Bu anlamda kriz sadece işleyişin içindeki tekil bir şeye işaret edilerek analiz edilemez/anlaşılamaz. İşleyişe ait herhangi bir sonuç, işleyiş içinde bir diğer değişkenle daha fazla bağlantılı olabilir, ama sonuç işleyişin tüm değişkenlerinden şu ve bu şekilde etkileşimi içinde biçimlenir. Böyle bir kabulde ise işleyiş kavramı öne çıkıyor; işleyiş diyorum, yapı demiyorum. Yapı olsa olsa belirli bir zaman süresince işleyişin iç bileşenlerinin görece denge durumunun ifadesi olarak kullanılabilir. Oysa işleyiş kapitalist toplumun üzerinde yükseldiği sermaye birikimi ve devletin zaman içinde hem kendi içlerinde ve hem de birbirleriyle olan ilişkileri ile yeniden yeniden biçimleniyor. Biçimlenemediği anlar ise kendini şiddetli patlamalar olarak gösteriyor. Bu açıklamaların içinin doldurulması için dinamik bir zaman algısına sahip olmalıyız. Robespierre her şeyin alt üst olduğu bir zamanda ne güzel ifade etmiş; zaman oluşsallıktır. İşleyiş zamanı yorgun düşürebilir, düşürüyor. Özellikle kapitalist topluma dinamizmi sağlayan birikim süreci tam da bu yorgunluğun kaynağıdır. “Sermaye bitmek tükenmek bilmez bir farklılaşma süreciyle kendini yeniden üretmeye güdülüdür.”(Karatani, Tarih ve Tekkerür, 2013) Evet her yeniden üretimde bir biçim olarak tekrar, ama her tekrarda farkı içererek yeniden üretim gerçekleşir. Kapitalizmde iç içe geçmiş iki süreçten o zaman bahsedebiliriz: üretim, bölüşüm ve tüketim sürecinde yaratılan fark, yani artı-değer, ve yaratılan farkın yani artı-değerlerin zaman içinde toplumu da içine alarak yeniden üretim zamanı. Krizi bu iki zamanın kesiştiği bir zaman dilimi içinde analiz edebiliriz. Ama krizi başlatan son damla toplumsal olanla bağlantılı olabileceği gibi, doğrudan sermaye birikim sürecinin herhangi bir noktasında kendisini gösterebilir. Ama işleyiş/oluşu uzun zaman dilimi olarak aldığımızda bu iki zaman arası içsel bağlantıları bulmamız/göstermemiz gerekiyor.
Kapitalizmin ağır yükü altında zaman yorgun düştüğünde, yani kriz, bir oluşumun artık kendini toplumsal olarak yeniden üretemediği ve ama düşüşle birlikte yeni oluşlara hazırlandığının da göstergesidir. Kapitalist toplumsal ilişkilere içkin olan çelişkilerin zamanla birikip toplumun bedeninde kendini hissettirdiğini düşünüyorum. O zaman kapitalist toplumsal işleyişi kendi içinde eşitsiz bir dizi alan ve alanlar arasındaki ilişkiler toplamı bir organik bütün olarak görebiliriz. Fark yaratma süreci, yani zenginlik yaratma süreci tıpkı kanserli hücre gibi toplumun bedenine nüfus ettikten sonra, kanserli hücre gibi yaratılan farkların yoğunluğu ile bedeni yavaş yavaş ele geçirir. Bu işleyişi toplum açısından düşündüğümüzde kapitalist hücrenin büyümesi ilk etapta toplumun bedeninde biçimlenen bir önceki ilişkilerin hızla dönüşümü ve hatta yıkımına yol açar. Buna toplumun yapısal dönüşümü diyelim. Ama bedene yerleşip kendi varlığını bedenin işleyişine egemen kıldığında hem daha önceki topluma ait süregelen ilişkilerin ama daha da önemlisi kapitalist sermaye birikiminin kendi iç evrelerinin oluş halinde yeniden yeniden biçimlendiğini görüyoruz. Bu ikinci duruma da yapı-içi dönüşüm diyoruz. Değişim sürecinde açığa çıkan bunalım ama özellikle Türkiye gibi geç ulus-devlet ve sermaye birikimine geçen toplumlarda şimdinin paradoksunun daha kompleks bir hal alacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye’nin kısa aralıklarla yaşadığı patlamalı kriz anlarının bu iki değişimin bileşeni üzerinden açıklanması gerekiyor. Bunun üzerinden açıklayacağız. Demek ki Türkiye gibi toplumların zamanı çok daha yorgun, çünkü topluma içkin olan egemen kapitalist ilişkiler ile henüz dönüşemeyen kapitalist toplumsal ilişkileri eş zamanlı olarak aynı beden de taşıyor. Tabii ki bedenin her bir organı çelişkiyi farklı düzeyde hissediyor. Bu tarz bir bakış ister istemez kriz teorisinden önce bir kapitalist toplum teorisini gerekli kılıyor. Bu anlamda krizin her durumda kapitalist ilişkilerin, kapitalist toplumun krizi olduğunu söylemek gerekiyor. Mattick’in “Marx’ın kapitalist gelişmeye ilişkin değer teorisi genel bir birikim ve özel bir kriz teorisidir; yani bunlar birbirlerinden ayrı bir biçimde ele alınamaz” ifadesine katılıyorum (Mattick, 1971, Marx and Keynes: The Limits The Mixed Economy).
Krize bakışta ikinci sorunlu alan ise zaman ile ân arasında ilişkinin kurulmamasında yatıyor. Kriz kavramı ilk olarak tıp disiplininde kullanılıyor. (J. Hubermas, Meşruluk Krizleri) Ve bedenin zamanla yorgun düştüğü bir hastalık anında ölüm ile yaşam arasındaki o ince ayrımı ifade etmek için kullanılıyor. Bu ifadeyi kapitalist toplum üzerinden düşündüğümüzde şimdinin paradoksu bu anlamda bir zaman süresi içinde kendi içinde denge haline gelişin devam edemediğinin göstergesi, ama aynı zamanda yeni oluşlara açılmanın öznesini/ öznelerini de açığa çıkarır. Devam edecek olursak Marx’ın toplum teorisini kriz teorisi olarak okumak aynı zamanda kriz anlarını keskinleşen sınıf mücadele zamanları olarak da okumamız gerekiyor. Krizin verili toplumsal ilişkilerin yeniden üretilemediği an/anlar olarak tanımlandığı için, aynı zamanda kriz ânları anti-kapitalistler için olası umut ânları olarak tanımlanmıştır. Karl Marx ve F. Engels 1857-1858 büyük krizini büyük umutla karşılamışlar Engels, Marx’a yazdığı mektupta; “İşte şimdi fırsat geçti elimize” diye ânın yarattığı/yaratacağı mutluluğu paylaşır. (Engels’ten Marx’a, 26 Eylül 1856) Ânın hevesi, uzun sürmez ve K. Marx’ın hayal kırıklığı krizden çıkışın koşullarını da düşündüğünden yazımız için temel aldığımız şu önemli yorumu yapar; ““sürekli var olan çelişkilerin ancak ani ve zora dayanan çözümleri, bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalarıdır”. (Marx, Grundrisse). Marx ve Engels’in yorgun düşen zamandan umutla bahsetmeleri gibi kriz dönemleri bazen yer yer pasif bir umut, ve daha kötüsü kaba bir telelojik indirgemeciliğe kadar varabiliyor. Kriz çıktı, AKP iktidarı gidici. Kriz çıktı, kapitalizm kendi mezarını hazırladı gibi. Bu belirlemenin krize sadece açığa çıktığı ân üzerinden baktığımızda, umut kırıcı kötümserlikleri beslediğini söyleyebiliriz. Muhalifler olarak epey deneyimlediğimiz durum. K. Marx da krize bağladıkları umutlar gerçekleşmeyince, sisin azaldığı zamanlarda, daha çok zamana ve zaman içindeki işleyişe bakıyor. Marx artık kapitalist işleyişin zaman içinde birikimli işleyişin bir noktadan sonra kendisi için ‘ayak bağı” haline gelmeye başladığını söylüyor. Yani zaman içinde kapitalist ilişkilerin taşıdığı çelişkilerle bedeni yorduğunu belirliyor. Yorgunluk ise keskin çelişkiler, bunalımlar, kramplar biçiminde açığa çıkıyor, ama ancak ani ve zora dayanan çözümleri de beraberinde taşıyor. Krizin otomatik olarak işleyişi ortadan kaldırmayacağı, ama şiddet ile kendini yenileyeceği vurgusu tam da 1857-58 deneyiminin Marx’a öğrettiği bir ders oluyor. Yani âna düşen beden ölmüyor, yenilerek yola devam ediyor, ya da 2001’den beri Türkiye’de olduğu gibi çelişkiler ötelenerek, biriktirilerek yola devam ediliyor. Biz yolumuza devam ederken şu zaman ile zamanın yorgun düştüğü âna biraz daha detaylı bakalım.
ii-) “şeytan anın efendisiydi, tanrıysa zamanın”
“An kopukluktu, zaman süreklilik. Zaman nizamdı, an düzensizlik. Akıl zamanın ellerinde yeşerirdi, sezgiyse anın. Şeytan anın efendisiydi, Tanrıysa zamanın” (E.Şafak. Şehrin Aynaları).
Marx’ın krizin “sürekli var olan çelişkilerin ancak ani ve zora dayanan çözümleri” olduğuna dair açıklamasını çıkış noktası olarak alıyorum. Bu ifade krizi anlamaya ilişkin iki zaman ifadesini içinde barındırıyor. Kriz biriken çelişkiler dolayısıyla zamanı ve çelişkilerin bir ânda patlak vermesi olmak üzere eş zamanlı iki zamanı içeriyor. Geçmişin rüzgarlarından yorulan zamanı ifade ediyor. Ani patlama bazen bir anayasanın fırlatılması, bazen bir yazar kasanın öfke ile başbakana fırlatılması ya da rahip Brunson’un tutukluluğu gibi olaylarla kendisini gösterir.
Bu tür olaylar kapitalizmin üzerinde yükseldiği fiyat mekanizmasında yani son zamanlarda yaşadığımız gibi ülke parasının yabancı paralar karşısında hızla değer kaybı, faiz oranlarının ya da metaların fiyatlarının ani değişikliklere neden oluyor. Krize bakarken o zaman âna, düzensizliğe mi bakacağız yani şeytana mı bakacağız, yoksa zamana yani sürekliliğe, akla, düzene mi bakacağız? Kriz üzerine yapılan analizlere baktığımızda bu iki zaman tercihini birbiriyle sanki hiç bağlantısı yokmuş gibi yan yana akıp gittiğini görüyoruz. Byung-Chul Han’ın işaret ettiği vurguyu birazcık değiştirerek hakikat bir zaman fenomeni ise kriz olgusu ve bilgisini de zaman üzerinden analiz edebiliriz/etmeliyiz diyorum (Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, 2018). Anlar birikerek zamanı oluşturuyorsa, zaman anlar olarak kısa zaman aralıklarına dönüşüyorsa krizleri tanrılaşan şeytan, ya da şeytanlaşan tanrı olarak tanımlayabiliriz. Krizin hakikatı bu iki zaman arasındaki içsel bağlantılarda açığa çıkarılmalı. Diğer bir ifade ile ân da zamanı, zamanda ânları aramamız gerekiyor. Ân ve sonuçlara bağlandığımızda gürültülü bölgede yoğunlaşıyoruz demektir, Brunson’un tutukluluğu, döviz kurunun yükselişi. An bizim ilgimizi gürültülü alanlara yöneltir. Zaman ise kapitalizmin işleyişini yasal mekanik düzenli oluşlar olarak algılama gibi tuzaklar içerir. Kâr oranının düşüşünü bir eğilim değil de yasa olarak tanımlamak bu konuda belki de mekanik bir analize örnek olabilir. Yine krizi belirli zaman aralıklarla gerçekleştiğini düşünmek (uzun dalgalar mevzusu) aynı şekilde bu sefer olay mahallinden iyice uzaklaşmak anlamına gelecektir. Eğer işleyişi sınıflar arası, sınıf içi çatışma / uzlaşmalar ve buna eşlik eden ulus-devletlerden bahsediyorsak, gürültülü olay mahalline önem vermemiz gerekiyor. Temel argümanımızı belirleyelim; kriz analizi zaman ile anın içsel bağlantıları üzerinden analiz edilmeli. Yazının sınırlarını aşan bu iki zaman arası ilişkileri detaylandırmaya çalışacağız. Fakat yer kısıtından dolayı okurun kafasında canlandırması için bu sayfada bulacağınız Grafik-I’in yardımcı olacağını düşünüyorum. Grafik yazı süresince referanslarla analize dahil edilecek.
iii-)Nedenler ve Sonuçlar İçinde Kaybolmamak İçin Ariadne’in İpi
Marx’ın alıntıladığımız basit ifadesi iki bileşeni daha içeriyor. Çelişkiler ve işleyiş, daha doğru ifade ile işleyişe içkin olan çelişkiler. K. Marx, toplumsal ilişkiler sistemi olarak kapitalizmi karakterize eden sermaye birikim sürecini “süreç halindeki çelişki” olarak tanımlamıştı. Marx kapitalist üretim diyor ama biz onu kapitalist toplum olarak düşünüyoruz; kapitalist toplum “tekrar tekrar üstesinden gelinen fakat bir o kadar da yerli yerinde kalan çelişkiler içinde yüzmektedir.” (Marx, Grundrisse) Kapitalist üretim tarzı kavramını kapitalist toplumsal ilişkiler olarak düşünmemizi L.Althusser’in toplum etkisi olarak tanımladığı bir yaratıcı analize bağlıyoruz. Althusser’e göre ; “bir üretim tarzının kurucu unsurlarını kuramsallaştırmaya dönük herhangi bir çaba, bir başka soruyu sormadığı sürece eksik kalır: Toplum etkisine ilişkin soru, farklı unsurların tutarlılık içinde bir araya gelerek belli bir toplumsal varoluşu nasıl oluşturduğu sorusudur.” (J.Read, Sermayenin Mikropolitikası ,2014). Kapitalizmi tanımlayan işleyişe ilişkin mekanizmalar ancak içinde yol aldığı toplumun bedeninde yuvasını kurduğunda varlığını sürdürebilir. J.Read’ın Deleuze ve Guattari’den referansla bu bedenin tiranın ya da sermayenin gövdesi olabileceği vurgusuna katılıyoruz. Türkiye gerçeğinde her ikisini eş zamanlı yaşamıyor muyuz? Evet toplumsal işleyişe bir kanserli hücre gibi girip onu ele geçiren sermaye virüsü, bedeni kendi varoluşu için yeniden kodlayabilir, kendini o bedende yeniden üretemediğinde de siyasal iktidarın baskı ve ideolojik aygıtları ile özellikle kriz dönemlerinde disipline edebilir, ediyor. Biz de bu açmazları ani patlamalar olarak yaşıyoruz. Durum böyle ise çelişkilerin varlığına yol açan, işleyiş, oluşa yani kapitalist toplumsal işleyişe bakılması gerekiyor. Krizi aniden açığa çıkan patlamalar olarak görüyoruz, işte bu patlamalarda açığa çıkanlara sonuçlar olarak tanımlıyorsak, sonuçlara yol açan nedenleri de analize katmamız gerekiyor. Nedenler ile sonuçlar arasında tek boyutlu bir ilişki yok. Keşke öyle olsaydı, o zaman analizimiz ne kadar kolay olurdu. Nedenlerin zaman içinde ani patlamalı sonuçlara yol açan bir şeyden değil, üst üste binen bir dizi ilişkinin oluşturduğu kapitalist düzenekten bahsediyoruz. Kriz anlarının belki de en anlamlı yanı, mutlak bir rutin ve tekrar olarak görünen/gösterilmek istenen düzeneğin bir an-kısa bir zaman diliminde de olsa evrensel-mutlak düzenekler olmadığını, yani sürekli denge üreten bir işleyiş olmadığını göstermesidir. Bilgi, bilgi üretiminin en önemli işlevi tam da burada başlar, “bir sıkışma durumunda, çıkış yolu gözükmeyen ve öylesine giden, olması gerekirken hiçbir şey olmayan bir düzende, bir kopma, karma, ayırma işlemi yapılmalı … Bir kriz yaratmak, var olan bir hali eleştirip, bu değişmezlik tarlasına ‘kuşku’ tohumları ekmektir.” (U. Eco; 2001; Cogito, sayı 27). Bu işlev kriz anlarında hiç kuşkusuz daha bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor, ama çok daha önemli olan krizin de çıkış olanaklarını önceden işleyiş içinde göstermekte yatıyor. Marx’ın, Marksist kriz analizlerinin tam da bu açıdan önemli katkıları olmuştur, bu alandaki analiz yol ve yöntemleri yeniden gürültülü olay mahallini anlamamız için çağırmamız gerekiyor. Fakat an ya da zamana takılıp kalma gibi, an ile zaman arasındaki iç bağlantıları kurma çabası da her an yolumuzu kaybetmeye neden olabilir. Bu yüzden kriz ile krizin bilgisi arasındaki oldukça gerilimli dinamik bir ilişki olduğunu belirtmemiz gerekiyor. F.Engels’in uyarısını göz önünde tutmakta yarar var; “İnsanın değişmeyen, hazırlop, her zaman için geçerli tanımlar bulabileceği gibi yanlış varsayımlara dayanmaktadırlar. Şeyler ve aralarındaki ilişkiler sabit olmayan, değişken bir şekilde kavranırken, zihinsel imgelerinin ve fikirlerin de aynı şekilde değişim ve dönüşüme tabi oldukları aşikardır. Katı tanımlar içerisinde sarmalanmazlar, biçimlenişlerinin tarihsel veya mantıksal seyri içerisinde geliştirilirler.” (Engels, Kapital-III, önsöz). Engels’in bu ifadesi Marksist yöntemin/analizin en dinamik en devrimci dile gelişidir. Özellikle kapitalist toplumdan bahsediyorsak kapitalizmin dinamik unsuru olan sermaye birikim mekanizması zaman içinde yaratılan her artı değer sadece yüzde bilmem kaç sermayelerin büyümesi ya da GSYİH artışı anlamına gelmez, toplumun tüm bileşenleri üzerinde şu ve bu şekilde etkide bulunur. Kriz de sadece sermayenin kendisini yeniden üretememe anlamına gelmiyor, kapitalizme an üzerinden bakan çalışmalar işleyişin kendini açığa çıkardığı fiyatlar üzerinden analizler yapsalar bile, tüm bu analizler toplumsal beden üzerinde etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Durum buysa ne yapmalı? Mitolojide Thesus labirente girip Minotor’la karşılaşmasında nasıl kaybolmamak için Ariadne’in ipine ihtiyaç duyuyorsa bizim de kriz analizinde tanrı ile şeytan arasındaki bağlantıları kurmamız için bu tarz bir ipe ihtiyacımız var. (A.Gide, 2012, Theusus) Ariadne ipi bizim için ilk etapta an ve/veya zaman içinde kaybolmamıza yarayacak. Ariadne ipi kapitalist işleyişin açığa çıkardığı sonuçlar ile nedenler ve dolayısıyla bu ikisinin varoluşuna neden olan işleyişe bakmamıza olanak sağlayacaktır/sağlamalı. Ariadne’in ipi krizin temel bileşenleri olan sermaye ile devlet arasındaki iç bağlantıları kurmamıza yarayacak, krizin sadece iktisadi, siyasi ya da dışarıdan gelen bir şey olmayıp, kapitalist işleyişin ürünü olduğunu bize gösterecek. Bu işleyiş oluş içinde siyasi ve iktisadi iç ve dış ayrımını işaret etmek için bir adım daha atmamız gerekiyor. Bu adım kapitalizmin dünya ölçeğinde farklı ulus-devletler üzerinden biçimlendiğini gerçeğini analize katmamızla ilişkili. (Burada Grafik-I’e bakmak yardımcı olabilir) Sermayenin dünya ölçeğinde ulus-devletler üzerinden biçimlendiğini işaret etmek yazı boyunca sıkça işaret ettiğimiz krizin geç kapitalist toplumsal ilişkilere özgü dinamiklerine yoğunlaşmamızı sağlayacaktır. O zaman krizin çıkardığı onca gürültü içinde en fazla öne çıkan gürültüye, krizin diğer bileşenine yani devlete-siyasi iktidara bakmamız gerekiyor.
iv-)’toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı
“Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı” (K.Marx, 2013, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i)
Kapitalist toplumdan bahsettiğimize göre sermaye birikim mekanizması ve devlet mekanizması arasındaki bağlantılara bakmamız gerekiyor. Kapitalist toplumsal ilişkiler bu iki işleyişin içsel bağlantıları üzerinden biçimleniyor. Kriz de bu iki işleyişin etkileşiminde açığa çıkıyor. Ama çelişkiler aşılamadığında, kriz patlak verdiğinde ya da krize giden süreç içinde, devlet ve onu harekete geçiren siyasal iktidarlar daha belirgin, daha görünür hale gelir. Bu ilişkiyi ve ilişki arasındaki bağlantıları anlamak/anlatmak en azından yaşadığımız kendi pratiğimizden dolayı zor olmasa gerek. Kendi pratiğimizi tanımlayan temel özelliklerden biri dünya kapitalist sistemine geç-ulus devlet olarak dahil olma halidir. Yapısal değişimin sonucu açığa çıkan ve yapısal değişimi hızlandıran devlet, zaman içinde yapısal-dönüşüm ile yapı-içi dönüşümlerinin üst üste bindiği dönemlerde toplumsal ilişkilerde kırılmalara yol açacak darbeler ile çelişkilerin doğrudan bir anda patlamasına yol açıyor. Devlet özellikle siyasal iktidar için belirleyici olan zaman içinde, süreç içinde hem kendisini inşa etmekte hem de sürece müdahale etmektedir. Ama daha çok müdahaleci yanı öne çıkıyor. Devlet müdahalelerinin ‘her köşede milyoner yaratma’ gibi daha başından itibaren sermaye birikim sürecine atfen işlevleri olduğunu biliyoruz. Sermaye birikimi ile iç içe gelişen, etkileyen/etkilenen bir süreç üzerinden devleti tanımlamamız gerekiyor. Biraz daha açalım: üretim sürecinde el konulan artı-değer sadece sermaye birikim mekanizmasının yeniden üretimini sağlamaz, aynı zamanda Marx’ın işaret ettiği üzere devlet makinesinin de yeniden üretimi için gereklidir; “Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak krallık döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodalitenin sona erişinde meydana geldi.” (Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i). Marx’tan yaptığımız bu alıntı devlet makinesinin maddi yeniden üretimi için bir asalak gibi ifadesini kullanır, ama bu asalak yapının kuruluşunu da feodalitenin yıkılışına bağlar. Bu iki işleyişe içkin sermaye birikim mekanizması da devlet de üretim sürecinde emek-gücünün yarattığı değer ile emek-gücüne karşılık verilen ücret arasındaki farktan yani artı-değerden beslenir. Bu nedenden dolayı devlet ile sermaye makinesi arasındaki ilişki ‘alavere dalavere emek-gücü nöbete’ mantığı üzerinden biçimleniyor. Sermaye birikiminin işleyişine içkin olan krizler sadece sermayenin krizi olamaz, devletin siyasal iktidarın da krizi olarak düşünülmeli. Deneysel bir argüman ileri sürmek istiyorum: Devletin tarihsel olarak sürekliliği, içinde biçimlendiği toplumun maddi yeniden üretim koşulları ile doğrudan bağlantılıdır. Toplumun toplumsal yeniden üretim koşulları için temel zorunluluk alanlarından biri olan maddi yeniden üretim ile devletin maddi yeniden üretim koşulları birbiri ile doğrudan ilişkili ve hatta toplumun/toplumların maddi yeniden üretiminin temel belirleyenlerinden biri olan iktidar ilişkilerinin yeniden üretimi maddi yeniden üretiminin temel belirleyenidir. Bu anlamda devlet sadece sınıfların basit bir aracı, ya da sınıfların mücadele alanı değil, bunları da içeren ve ama kendisi de bir aktör olarak varlığını sürdüren kendine özgü bir oluş/organizasyon olarak düşünülmeli. Bu yüzden krizi analiz ederken devleti, ama daha da çok çelişkilerin yoğunlaşarak arttığı dönemdeki devletin biçimini incelememiz gerekiyor. Devletin sermaye birikiminde gözlemlenen çelişkilerin artmasına bağlı olarak sürece müdahale yapmanın gerekliliğini K. Karatani tekerrür zorlantısı olarak adlandırır; sermaye bitmek tükenmek bilmez bir farklılaşma süreciyle kendini yeniden üretmeye güdümlüdür süreç daralma, refah, ekonomik kriz ve daralmadan” oluşur. Karatani sermayenin bu zorunlu evrelerini ya da kendi ifadesi ile tarihsel anların her birinin tikel farklılıklarını aşan ve aslında bizatihi yeni aşamalarının yaratılmasının temeli olan olan” müdahaleleri tekerrür zorlantısı olarak tanımlar. “Bir başka deyişle, burjuva ekonomisi çıkmaz bir sokağa girdiğinde, devlet aygıtı “imparator” benzeri bir önderin yönlendirmesiyle bilfiil müdahale eder.” (Karatani, 2012, Tarih ve Tekerrür). Tekerrür devlet aygıtının siyasi iktidar dolayında sürece müdahale etmesi anlamına geliyor, müdahalenin tekrar oluşundan bahsediyoruz, yoksa her müdahale, içerik ve toplumun tarihsel kendine özgü koşullarında biçimleniyor. Ama sermaye birikiminin açmazları, devletin içsel mimarisini değiştirme amacı ile siyasi iktidarlara manevra yeteneği sağlar. “İşte böylece düzen partisi hükümet iktidarına, orduya ve yasama organına, kısaca, onun egemenliğini halkın iradesinin ifadesi imiş gibi gösterten genel seçimler ve ayrıca karşı-devrimin Avrupa kıtasının tümü üzerindeki zamandaş zaferi ile moral bakımından güçlenmiş bulunan tüm devlet iktidarına sahip bulunuyordu.” (Marx,2013, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i) Tekerrür zorlaması denen olgu yine zaman ile işleyişe ilişkin çelişkilerin yoğun olarak açığa çıktığı ve bu anlamda düzen partisinin var ettiği değil, süreç içinde yaratıldığı bir düzenek ile karşılaşıyoruz. Güç hükümetin eline geçmiştir, işleyiş bu olanağı sunmuştur. Sermaye birikimine içkin çelişkilerin açığa çıkarttığı gürültüler, siyasal iktidarın artan gürültüsünce daha az duyulur. Marx’a kulak verecek olursak; “Burjuva toplumunun gerçek başları tezgahların gerisinde yer alıyordu, Louis XVIII’in “et kafası” ise, onun siyasal başı idi. Gırtlağına kadar servet üretmeye ve barışçıl rekabet savaşımına gömülen burjuva toplumu, Roma çağının hayaletlerinin kendi beşiği başında beklemiş olduklarını unutmuştu. Ama, burjuva toplumu ne kadar kahramanlara özgü bir toplum olmasa da, onu dünyaya getirmek için, kahramanlık, özveri, terör, iç savaş ve dış savaşlar gene de zorunlu olmuştu.” (Marx,2013, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i)
Tüm bu açıklamalar niye? Kriz üzerine, günümüz krizi üzerine konuşmak aynı zamanda on altı yıllık iktidarı ile AKP’yi konuşmayı gerektiriyor. İlk etapta sıkça yapılan bir tanımı kabul etmiyorum. AKP on altı yıllık iktidar döneminde verili çelişkileri çözüp yeni bir birikim rejimi yaratamadı. Ama verili çelişkileri öteleye öteleye çelişkilerin çözümü yerine toplumsal ilişkilerin çürümesi diyeceğimiz bir süreci hızlandırdı. Bu çürüme halini isterseniz Yeni Türkiye olarak düşünebilirsiniz, ama çelişkiler çözülmediği için bir çeşit evrimleşemeyen karmaşa içine çekildiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Siyasi iktidar sahip olduğu manevra kapasitesi ile çelişkileri aşmaktan daha çok çelişkilerin derinleşmesine neden oluyor. AKP iktidarının tüm bu çelişkilere maruz kalan köylüleri, zanaatkârları, yeni yeni gelişen üretim ve ticaret ve üretici sermayeleri ve işçi sınıfını temsil etmesi gerekiyor. Karatani’in sorusunu biz de soralım bir siyasi iktidar; “Peki herkesi nasıl temsil edebilir? (Karatani, 2013,Tarih ve Tekerrür). Marx cevap veriyor; “Bonaparte tüm sınıfların pederşahi velinimeti olarak görünmek istiyor. Ama bir sınıftan almadan diğerine veremez. …. İçinde bulunduğu durumun birbiriyle çelişen taleplerince sürüklenen, aynı zamanda tıpkı bir hokkabaz gibi, topluluğu sürekli şaşırtmak ve gözlerin Napolyon’un ikamesi sıfatıyla hep kendine dikilmesine sağlamak mecburiyetinde olan, yani günbegün minyatür bir darbe yapmaya mecbur bulunan Bonaparte, tüm burjuva ekonomisini alt üst ediyor.” (Marx,2013, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i)
Marx’ın bu anlatısını AKP iktidarının geç kapitalistleşmeye özgü çelişkileri ile birlikte düşünmek anlamlı olacak. AKP iktidarının en önemli başarısı sermaye birikiminin yapısal açmazlarını aşmak yerine, manevra yeteneği ile öteleme stratejileri geliştirmek olmuştur. İşsizlere, ücretlilere, köylülere yönelik ‘can suyu’ politikaları, sermayenin farklı kesimlere ise teşvik politikaları ile eş zamanlı bir dizi politikaları hayata geçirmişler, ama tüm bu politikalar aşağıda sıraladığımız çelişkileri aşmasını sağlamamıştır. K.Marx’ın bir sınıftan almadan vermek olmaz ifadesini haklı çıkaracak şekilde AKP iktidarı bildik mekanizmayı harekete geçirdi. Ücretliler üzerinde baskı ve kontrol mekanizmalarını güçlendirmek. Ama AKP iktidarı vatandaş ve sermayeden gelen talepleri karşılamak için farklı bir alana yöneliyor. Bu alan ise kamu arazileri, madenler, yeraltı suları, kıyı şeritleri, ormanları yani doğayı hızla mülkiyet ilişkileri içine çekmektir. Yani söylendiği gibi bir mülksüzleştirerek birikim değildir tam tersine mülke konu olmayan alanlar mülk haline getirilmektedir. Bu alanlar varlıklara dönüştürülüyor, varlıklara dönüşen tüm bu doğal/yaşam ortamları bir aşamadan sonra sermaye birikimi ve yeni gelir akımlarına yol açıyor. Ama doğanın tahribatı tek başına ötelenen birikime ilişkin çelişkileri aşmaya yetmiyor. Bu olanak çelişkiyi artırıyor, krize yeni bir boyut katıyor: ekolojik kriz. AKP’nin yarattığı kendine özgü ortam zaman içinde çıraklıktan ustalığa geçmesi de tam da ötelemenin yetersiz olduğu koşulların devlet biçimini ele veriyor. Çelişkileri bastırma konusunda ustalık, devlet biçiminin de otoriter devlet biçimden olağanüstü devlet biçimine geçişin önünü açıyor. Türkiye’de artık güncel olanın sermaye birikiminin ya da devletin yeniden üretim krizi değil, ama daha çok acil olan siyasi iktidarın kendini yeniden üretememesi olduğunu bir siyasi iktidar krizi olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat ân ile zamanı karıştırmayalım demişdik. AKP iktidarının açmazlarının hiç kuşkusuz kendine özgülükleri var. Ama bizim devlete kapitalist devlet biçimini veren genel olarak sermaye birikiminin dinamiklerine, devlete olağanüstü devlet biçimini veren Türkiye’deki sermaye birikimine bakmamız gerekiyor. Bunu gerçekleştirmeden önce sermaye birikiminin en fetiş hali olan fiyatlara bakmamız gerekiyor.
v-) Fiyatlar ve Fiyatlar Arası Bağlantılar
“Sayıların canı yoktur
Hiçbir şey biçimden kurtulamamıştır.
Biçim çünkü her şeydir.
Sayılarda Öyle vardır.
Var olmak az şey midir?”
İlhan Berk
Kriz zamanın tüm yükü ile güne, şimdiki zamana abanıyor, abandıkça da bizi gürültülü alana çekiyor. Gürültüler bizi olay anına çağırıyor. Olay anının ele veren sinyalleri hem neden, hem sonuç olarak görmemiz ya da sinyallerin kaynağı yerine bir sinyali diğerinin nedeni olarak görmemize neden oluyor. Kapitalist toplumsal ilişkilerin en fetiş unsuru fiyatlardır. Kapitalist toplumsal ilişkilere içkin çelişkilere karşı fiyatlar çok duyarlıdır. Kriz anlarının ilk habercileri de fiyatlardır. Bu sinyaller sadece parasal değerler değil işleyişe içkin olan düzenekler hakkında birçok bilgiyi verirler. Ama işleyişle bağlantı kurulduğunda verirler. Yoksa işleyişi, sınıfsal ilişkileri gizleyen bir örtüye dönüşürler. Kapitalist toplum muazzam meta birikimi üzerinden doğrulup gelişiyor, her şey değişim değeri için üretiliyorsa, üretilen her şey ölçülüp boyunlarında değerleri ile dolaşırlar. Fiyatlar metaların birbirileri ile konuşmalarını sağlar. Normal koşullarda kapitalist sistemin zaman içinde yarattığı yeni değerler, yazı boyunca ifade edeceğimiz fark olarak artı-değerlerin kendi içinde düzenlenmesi de bu fiyatlar/sinyaller dolayımında gerçekleşir. İşleyiş düşüncelerimizi tamamen fiyatlara, dolayısıyla ölçü üzerinden niceliklere bağlamıştır, bağlanması istenir. Bu düşünce fiyatı olan her metaın aynı işleyişe tabi olduğu düşünce/duygusu yaratır. Oysa kapitalistleşme süreci aslında oldukça farklı işleyişe sahip olan toplumsal gerçeklikler, ölçü/fiyat üzerinden homojenleştirilir. Hakikat sayılar ve farklı sayılar arasındaki ilişkiye indirgenir. İlhan Berk bir şiirinde “Sayıların canı yoktur” der ama kapitalist toplum değişim değeri üzerinden can aldığı için sayılar yani para çok önemlidir. Hiçbir şey ölçülür, biçilir olmaktan yani sayılardan kurtulamaz. O zaman sayılara can verelim. Can verdiğimizde fiyat olarak sayılar ve ölçüme konu olan metaların farklılıkları ile karşılaşırız. Can verdiğimizde sınıflar daha görünür hale gelir.
Kapitalizmin en acımasız işleyişi insanların kendi enerjilerini/emek kapasitelerini emek-gücü olarak toplumsal zor koşulları altında kendi isteği ile ücret karşılığında başkalarına sunmasıdır. Bu ayırma işlemi sonucu zaten emek ve sermaye sınıflarının oluşumu gerçekleşir. Emek-gücünün meta olarak ürettiği ihtiyacımızı gideren, giderdiğini düşündüğümüz tüm diğer şeylere de meta diyoruz. Çevremize bakalım, emek-gücünün emek kapasitesi ile üretilmeyen neredeyse hiçbir şey yoktur. Ama bu metaların üretimi, dolaşıma girmeleri farklıdır. Bunların da bir fiyatı vardır, buna zaten fiyat diyoruz. Kapitalist işleyişte para tüm kapıları açan bir işlev görür, ama kapitalist topluma adını veren paranın en önemli işlevi sermaye olarak para işlevidir. Para stratejik bir önem kazanır ve meta olarak bir fiyatı vardır; faiz. Faiz işinde uzmanlaşmış kurum ve özneler zamanla gelişir, değişim ilişkileri içinde para işlevini üstlenenlere de para kapitalist diyoruz. Temel amacı üretim sürecine aktardığı paranın değerini yani faizi bölüşüm ilişkilerinde artırmak. Üretim ilişkilerinde yaratılacak değer için üretici kapitalist ile ittifak halinde iken bölüşüm sürecinde kâr ve faiz üzerinden kavgaya tutuşurlar. Kavganın yoğunluğu birikim sürecinin farklı aşamalarına bağlı olarak değişir. Eyyyy faiz lobisi tam da bu kavganın dile gelişi olsa gerek. Son zamanlarda krizin kendini en çok dile getiren bir diğer fiyatı ise döviz kurudur. Döviz kuru en basit anlamıyla bir ülkenin yabancı para cinsinden diğer paralarla değerini ifade eder. Döviz kuru kapitalist toplumsal ilişkilerin ulus-devletler olarak sınırlara ayrıldığını gösterir. Bu ayrılma sadece ulus-devletlerin varlığını işaret etmez, aralarındaki ilişkinin eşitsiz, farklı donanımlarda olduğunu da gösterir. Sömürü koşulları tekil devletler dolayında gerçekleştirilir ve burada ulus-devletler belirleyici aktörlerdir. Ulus-devletler arasındaki içsel bağlantılar döviz kur mekanizması ile sağlanır. Türkiye gibi geç kapitalist toplumlarda genellikle krizler hep döviz kuru üzerinden kendini açığa çıkarır. Niye? Zamanın yorgunluğunu neden daha çok döviz kuru mekanizması üzerinden yükselir? Ya da döviz krizi olarak kendini gösteren kriz sadece döviz kuru ile mi ilgilidir? Biraz açalım. Türkiye’de krizleri anlamak için çok çok önemli bir değişken. Kapitalist toplumlarda üretim; tüketim için tüketim ve üretim için üretim olarak ikiye ayrılır. Kapitalist üretim sürecini başlatırken tüketicidir (üretim için tüketim), yani emek-gücü, makineler, enerji ve hammaddeyi diğer kapitalistlerden üretim için satın alır. Üretim süreci bittiğinde ise artık satıcı konumundadır. Tüketici ise bu aşamada ya yeni üretim sürecini başlatmak için bir başka kapitalisttir, ya da sadece tüketim amaçlı bir satın alma gerçekleşir. Kapitalist işleyişi bu mantıkla analiz etmek için üretim için tüketim harcamalarına yatırım diyoruz, tüketim için tüketim harcamalarını ise tüketim harcamaları içinde topluyoruz. Üretici kapitalist ister tüketim için üretim ister üretim için üretim gerçekleştirsin üretim araçlarına ihtiyaç duyacaktır. Bu ihtiyacını ülke içinden mi karşılayacak, yoksa ülke dışından mı? Bu ulus-devletlerin dünya kapitalist sistemi içindeki yerini konumunu da belirler. Geç kapitalist ülkeler bu ihtiyaçlarını yurt dışından karşılamak zorunda ise dövize ihtiyaç duyacaktır. Döviz nasıl elde edilir? Dış dünyaya bir şeyler satmakla yani ihracatla. Eğer ihracat ithalatı karşılamıyorsa, dışarıdan döviz biçimde sermayenin girişini sağlamak zorundasınız. İşte bu zorunluluk/ihtiyaç paranın değerinin/faizin yüksek tutulmasını gerektiriyor. Yani ikisi arasında içsel bağlantının kurulması gerekiyor. Bu bağlantı kurulduğunda son zamanlarda üzerinde sıkça konuşulan yabancı para biçiminde borçlanma olgusunu gündeme getirir. Bir diğer kaynak daha vardır. Dış alemdeki üretici kapitalistlerin ülkeye doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını sağlamak. Bu farklı sermayelerin yaratılan değerden aldıkları payların (üretici karı, faiz) kaynağı ülke içinde yaratılan değerdir. Çalışanların yarattığı ve ücretin dışında kalan değerdir, yani karşılığı ödenmeyen emek zamanıdır.
Burada Türkiye’de epey kafa karışıklığına yol açan bir diğer fiyat toprağın fiyatından yani ranttan bahsetmemiz gerekiyor. Üretim ve dolaşım ve yeniden üretim alanları belirli bir toprak üzerinde gerçekleştiği için bu toprak, arazilerin üretim süreci ya da konut olarak yeniden üretim sürecine çekilmesi gerekiyor. Üretim süreci için gerekli diğer girdiler gibi (emek-gücü: ücret, para sermaye: faiz) toprak sahibine de bir ödeme yapılması gerekiyor, toprak sahibinin el koyduğu bu değere rant diyoruz.
Unutmamız gereken bir fiyat daha var; vergiler. İster üretim aşaması ister servet isterse tüketimden alınsın nihai olarak yaratılan toplam değer içinde bir miktarı temsil eder. Devletin maddi yeniden üretimi için vergiler önemlidir, bu yüzden devlet sadece sermayeler istediği için sermaye birikiminin toplam yeniden üretimini sağlamaz. Üretim sürecinde yaratılacak artı-değer ya da sömürü sadece sermayenin değil devletin de yeniden üretimini sağlar. Bunun dışında devletin maddi yeniden üretimini sağlamada bir diğer değişken kamu arazileridir. Bu araziler siyasi iktidarın kararlarına bağlı olarak sürecin içine çekilir, burada gerçekleşen ise devletin kaynak sağlamasıdır. Devletin sahip olduğu olanakları/araziyi birilerine öncelikli sunması rant değil, rant kollama faaliyeti olarak tanımlanmalı. Bu olanağın kime sunulacağı önem kazanır. 3. Köprü inşaatında olduğu gibi bu olanak siyasi iktidar ile gözetip kolladığı sermayeler arasında gerçekleşir, ikisinin de beslendiği kaynak doğanın bir fiyat verilmeden emek-gücü kullanılarak tahrip edilmesidir. Emek-gücünü analize katmadan sürecin hiçbir anını anlayamayız. Ama emek-gücü ve ücretin öneminin yanı sıra çok daha önemli olan, bu fiyatların (kâr, faiz, ücret, döviz kuru, rant) gerçek ilişkileri üzerinden ve bu ilişkiler arasındaki bağlantılar üzerinden analize dahil edilmesidir. Bu yapıldığında işleyiş ve işleyişe içkin çelişkilerin nerelere ait olduğunu görmüş oluruz. Aşağıda önce Türkiye’de son zamanlarda krizin temel göstergeleri olan fiyatlara ve fiyatlar arası bağlantılar kurulmadan yapılan kriz analizlerine bakacağız, daha sonra bu fiyatları işleyiş üzerinden göstermeye çalışacağız.
vi-) Türkiye’de Krizin Fiyatlar Üzerinden Görünümü
Yukarıda işaret ettiğimiz kapitalist sistemin iç işleyişinin düzenleyicisi olan fiyatlar, zamanın yorgunluğuna kendini bıraktığını ısrarla gösterir oldu. Bir anda ihtiyacımız olan metalar için yaptığımız ödemelerin miktarı arttı. Metaların fiyatlarında bir semptom olarak düşünülen enflasyon ile karşılaşırız. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) açıklamasına göre yıllık enflasyon, yüzde 17.90’dan yüzde 24.52’ye yükselmiş oldu. Yani son 15 yılın zirvesini yaşıyoruz. Önemli mi? Tabii ki çok önemli. Diğer bir sinyale, kapitalist toplumun en fetiş unsuru olan paranın fiyatı olan faize bakalım. Faiz lobisi, faiz lobisi diyen iktidarın manevra yeteneğinin azaldığını gösteren en önemli değişken faiz oranlarını. Para sermayenin fiyatının bir anda Merkez Bankası tarafından politika faizini yüzde 17.25’ten yüzde 24’e yükseltildiğine şahit olduk. Bir diğer fiyat; döviz kuru. Ulusal paranın diğer ulusal fiyatlar karşısındaki fiyatı. Türkiye’nin gündemini en çok meşgul eden konu ise ABD ve Rahip Brunson olduğu için daha fazla konuşulan ise doların nerede duracağı oldu. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) gün sonu döviz satış kurları baz alındığında, liranın 2018’de dolar karşısındaki toplam değer kaybı bir ara yüzde 57’yi aştı. Daha önce yıllık bazda en fazla değer kaybının görüldüğü yıl yüzde 2016 idi.
vi-) Türkiye’de Krizin An/Olay Sonuçlar Üzerinden Açıklanması
Yukarıda basitçe işaret ettiğimiz fiyatlar hiç kuşkusuz krizin en önemli göstergeleri ama sadece göstergeleri. Fiyatlarda bu ani değişimler açıklanmaya başlandığında bir dizi analiz biçimi de açığa çıkıyor. Ama çok kısaca eleştirel bir düzlemden hareketle açıklamaların genellikle geçmişin rüzgarlarını içermediği için, krizin derinliğine iyice sokulamadıklarını düşünüyorum Türkiye için sadece siyasi iktidar, sistemin organik aydınları değil ama ilginçtir muhalif aydınları da kısmen bu tarz açıklamalar içinde olduğunu söylememiz gerekiyor. Kabaca güncel kriz açıklamaları olarak tanımladığımız da bu açıklamaları birkaç başlık altında toplayabiliriz. (Bakın Grafik-II)
Krize ilişkin en belirleyici değişken krizin dışsal olduğu yönündeki açıklamalar. Hatırlanacak olursa 2001 krizi için yapılan tartışmada krizin “bizi teğet geçeceği” ifadesi var idi, bu ifadeye karşı nüktedan siyasimiz S.Demirel ise kriz bizi ‘delip geçecek demiş’ idi. Son krize için aslında yine dış dünya işaret ediliyor: 10’uncu Büyükelçiler Toplantısı’nda yaptığı konuşmada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk Lirası’nın Amerikan Doları karşısındaki sert değer kaybını Türkiye’ye karşı açılmış bir ekonomik savaş olarak nitelendirdi. Erdoğan, son dönemde yaşananların 1994 ve 2001 krizleri ile 2007’de başlayıp etkileri 2008’de hissedilen krizden farklı olduğunu söyledi. Bugün yaşadığımız hadisenin ne 1994 kriziyle, ne 2001 kriziyle ne 2007 kriziyle bir ilgisi yoktur. Gerçekten bambaşka bir durumla karşı karşıyayız.”[1] 2001 Krizi için dışarıdan gelen iktisadi bir kriz ama bilinçli bir şekilde düşmanların Türkiye’ye yönelik bir çabası olmadığı belirtiliyor, kriz dünyayı içine alan bir durum olarak anlatılıyor. Şimdiki kriz ise Türkiye’de başlamış olsa bile, kaynağının dışarısı olduğu belirtiliyor. Bu yöndeki düşünce sınır tanımıyor ve AKP sözcüsü Mahir Ünlü’nün” Krizden hükümetin sorumlu olduğunu söylemek ülkeye saldıranların tarafında olmaktır” ifadesi ile krizin dış dünya bağlantısı açıklanmakla kalmıyor, krizin siyasal iktidarın krizi olduğunun da söylenemeyeceğini dile getiriyor.
Fakat muhalif dünya açısından da kriz bazen 2001 yılında AKP’nin IMF’nin programına kabul etmesine bağlanıyor. Burada biraz daha kavramsal bir ifade ile krizin uluslararası finans kapitale bağlanmanın ürünü olduğu söyleniyor; “AKP, 2001 IMF programını olduğu gibi benimsedi; sürdürdü. Uluslararası sermaye hareketlerinin çok canlı seyrettiği 2003-2007 ve 2010-2013 dönemleri ile bu programın birleşmesi, Türkiye ekonomisini kalıcı, ağır dış kırılganlıklara sürükledi. AKP iktidarının tüm seçim ve referandum başarıları, uluslararası finans kapital tarafından bol sermaye girişiyle ödüllendirildi; hemen sonrasında borsalar yükseldi; döviz ucuzladı. Nedeni açıktır: Türkiye’nin, 2000 sonrasında tüm çevre ekonomileri için oluşturulan neoliberal makro- ekonomik programı sadakatle izleyeceğine güven… Ali Babacan ve Mehmet Şimşek gibi “ehil” kişilerin ekonomik siyasetten sorumlu olmaları, yeterli güvence sayıldı” (K.Boratav, 2018, Birgün Gazetesi) Krizin kaynağı dışarıda olunca içerideki sermayeler ya da siyasi iktidar birden güçsüz uluslararası işleyişin basit uzantıları olarak komprador burjuvazi olarak tanımlıyor. Fiyatlar ve dışsal değişkenlere bağlandığında ilginç bir durumla daha karşılaşıyoruz, finans kapital ve onun yerli işbirlikçileri Türkiye’de sanayileşme ve üretim istemiyorlar ama sömürüyorlar: “Dolayısıyla neyi tartıştığımızı çok iyi bilmemiz gerekir. Türkiye ekonomisi tamamen dışarı bağlı bir ekonomi fakat rejim komprador bir rejim. 1980 tercihinden bu yana, 24 Ocak kararlarından beri ekonomi sürekli zemin kaybediyor, temeli sürekli aşınıyor. Gelinen bu noktanın zaten normal olarak sürecin sonu olarak anlaşılması gerekir. İşte şimdi Türkiye’de de sistem değer üretmiyor; var olanı, eldekini harcıyor. Bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri yağmalayarak yol alıyor. Buradan bir yere gitme şansı yok, kriz üretmek kaçınılmaz. O zaman borç alıyor ama aldığı borcu verimli yatırıma yönlendirmiyor. Yönlendiremez çünkü hep diyorlar ya, fabrika kursun. Kursun da kime satacaksın?” (F.Başkaya, www.gazeteduvar.com.tr/ ekonomi/ 2018/08/21/kriz-soylesileri-2-turkiye-capinda-kongre-toplayip-alternatif-program-olusturulmali/)
Uluslararası finansal kapital ile komprador burjuvazi işleyişi işaret etmekten daha çok bir özneyi, bir odağı gösteriyor. Diğer yandan krizin kaynağı doğrudan AKP iktidarı gösteriliyor. Böylece krizi siyasete ve dahası siyasi iktidarın etkinliklerine bağlıyoruz. Hani alt yapı üst yapıyı belirliyordu. Hani kâr oranları düşer idi, hani eksik tüketim krizi vardı. Siyasi iktidarı işaret ettiğinizde doğrudan siyasi iktidarın yanlış politikalarına sorun bağlanıyor. Yanlış siyasi politikalar sıklıkla işaret ediliyor ve doğru politikaların neler olacağı tartışılıyor. Sanki siyasi iktidar doğruları bir bilse onları uygulayacak gibi. Kriz ile siyasi iktidar arasındaki bağlantı açısından bir diğer değişken olarak ise Dünya Bankası ve uluslararası kalkınma yazınında sıkça vurgulanan eş-dost kapitalizmi öne çıkıyor. Eş-dost kapitalizmini çağrıştıran tamamen yanlış başka bir ifade ise işleyişi ve krizi tanımlarken rant ekonomisi ifadesi kullanılması. Rant ekonomisi ile eş-dost kapitalizmi örtük olarak aslında iyi bir kapitalizmin olduğunu ima ediyor ve fakat bu ülkede haydi birleştirelim, uluslararası güçler ve bilgiden yoksun rant peşinden koşanlar ve dahası tamamen bir ‘lütuf ekonomisi” yani tek bir insanın ağzından çıkanın belirlediği bir dünya bulunuyor. Bunlar yaşama ilişkin doğruları içermiyor mu? Tabii ki içeriyor, ama içerdiğinden daha çoğunu gizliyor, gizlediği bir bütün olarak kapitalist işleyişin zaman içinde biriktirdikleri. Finans kapital, sıcak para girişi diğer yandan genel olarak kapitalizmi, özel de ise krizi açıklamaya yönelik bir başka analiz biçimi finansallaşma. Sermaye birikimi ve ulus-devletin oluşturduğu bu muazzam işleyişi, işleyiş içindeki en gürültülü değişkene bağlama, gürültüye epey kulak verme ile ilgili olsa gerek. Sermaye birikiminin üretim sürecinde yaratılan değerlerin zaman içinde aşırı birikmesi, sonra bir dizi risk/güvence arayışı kendi içinde aşırı birikimin değerlenememe krizini para formunda sürdürmesi, ancak zaman içinde gerçek anlamda fark/artı-değer yaratamama ile yüzleşir. İşte o zaman, işleyişin iç mantığı kriz, kriz ifadeleri ile kendini gösterir.
Krize bakış tarzı aynı şekilde zamanın yorgunluğundan kurtuluşun yol ve yöntemini içerir. Krizi sadece rahip Brunson olayına bağlarsanız, belirli marka cep telefonunuzu kırar, dolara burnunuzu silersiniz, krizi siyasi iktidar, iktidardaki partinin yanlış siyasetine bağlarsanız, doğru siyaseti uygulayacak bir siyasi iktidar arayışı içine girersiniz. Krizi dışarıdan en somut hali ile ABD, IMF’ye ya da bu referansların işaret ettiği uluslararası finans kapitale bağlarsanız, içerideki siyasi iktidarı da komprador burjuvazi diye bağımlılık okulunun klişe ifadesi ile tanımlarsanız, IMF veya uluslararası finans kapital bizim hem sanayileşmemizi istemiyor derseniz, hem de bizi sömürüyor derseniz anti-kapitalist bir teorik duruş yerine ulusalcı, kalkınmacı, bağımlılık okulunun dili ile üretimci, devletin etkin işlediğinde sorunların çözüleceği bir analiz tarzına kapılırsınız. Dünya kapitalist sistemine daha donanımlı yani üretken sermayenin güçlendiği bir politika yani ithal ikameci politikalar, yani ulus-devletin daha etkin olacağı bir üretimci çözüm önerirsiniz.
Ama hayır! Bu kapitalizmin krizi. Dünya ölçeğinde işleyişe eşitsiz entegre olma/olamamanın yani geç kapitalistleşmenin krizi.
vıı-)Geç sermaye birikimi ve ulus devletin kendini yeniden üretememe krizi
İlk etapta şunu ifade edelim Türkiye tepeden tırnağa her geçen gün daha fazla kapitalist toplumsal ilişkilere gömülüyor, sermayenin işleyişine ait düzenekler tüm gündelik yaşamlarımıza sızıyor, ona sadece maruz kalmıyoruz, ama daha da kötüsü her gün yeniden bu işleyişi üretiyoruz. Kapitalist ilişkileri sadece ulus-devlet sınırlarında değil dünya ölçeğinde işleyişe eklemlenerek sürdürüyoruz. Diğer yandan kapitalizmin en temel gerekliliği olan görece artı-değere geçiş, yani birim zamanda daha fazla değere el koyma gibi sermaye birikiminin daha üst bir aşamasına geçişine ait bir sorun bağlamında Türkiye için işaret edilecek konu, sermaye ve dolayısıyla devlet için değer yaratmak ise bu iki değişken emek-gücünü daha çok sömürdüğü için değil daha az sömürdüğü için çelişkiler yoğunlaşıyor. Bu işçi sınıfı ve emekçilerin daha iyi koşullarda olacağı anlamına gelmiyor, gerek sermaye ve gerekse siyasi iktidarın artık ağzında sakız ettiği yüksek katma değer yaratan emek ve sermayenin verimliliğine geçememenin ifadesi. İçe yönelik sermaye birikim döneminde olsa o kadar sorun yaratmayacak durum, uluslararası sermaye birikim sürecine katılma istek/zorunluluğu katma değeri yüksek alanlara yatırım yapma, ya da birim zamanda daha fazla değer yaratmayı gerektiriyor. Peki yaratamayınca ne oluyor. İşte o zaman yukarıda açıkladığımız fiyatların işleyişe ilişkin yaraları ile karşılaşıyoruz.
Grafik-III detaylı açıklamayı gerektiriyor. Sermaye dünya ölçeğinde üretken, ticari ve para sermaye olarak rahatça dolaşabiliyorsa, bireysel sermayeler ve dahası devletler içe yönelik sermaye birikiminin gereklerinden/zorunluluklarından kaçtıklarını düşünebilirler. Yani normal şartlarda ülke içinde üretmeleri gereken nitelikli emek gücüne dayalı üretim, yani makineler diğer değişle sermaye metalarını eğer birikmiş bir sermaye var ise, ülke içinde üretmek yerine dışarıdan ithal edebilirler. Tekil sermayeler için önemli olan birim zamanda üretim sürecinde sermayenin organik bileşimini yükselterek bir aşamaya katar görece artı-değer elde edebilme olanağı, ulus devletin milli muhasebesinde aynı anlama gelmiyor tabii ki. Çünkü tekil sermayelerin mutlak artı-değeri görece artı-değere çevirme çabaları, artan ölçüde döviz ihtiyacını açığa çıkaracaktır. Zaten nitelikli girdi ihtiyacından kaynaklanan bu istek, ulusal ekonominin yukarıda açıkladığımız gibi daha çok tüketim metaları üzerinden üretim ve milli gelirin artışını sağladığını düşündüğümüzde, ülkenin ihracatının içeriği daha çok ithal girdi kullanılan üretimin çıktılarının ihracatı anlamına gelecektir. (Oldukça dinamik olan bu içsel bağlantılar için Grafik-III’e bakılabilir) Bunun anlamı bu işleyişin sürdürülmesi için dışarıdan nitelikli girdi sağlayacaksınız, ama nitelikli girdi için ise dövize ihtiyacınız var ise, döviz ihtiyacını da ihracatınız karşılamıyorsa o zaman uluslararası para sermayenin ülke içine girişini sağlamak için faiz oranlarınızı yüksek tutmanız gerekiyor. Yani döviz biçiminde borçlanmanız gerekiyor. Eğer özellikle üretici sermaye için ithal girdi bu kadar önemli ise ülke parasının yabancı para karşısında hem girdilerin ucuz olması hem de döviz üzerinden borçlanıldığı için borç yükünün artmaması gerekiyor. Yani değerlenmemesi gerekiyor. Bu tam anlamıyla geç kapitalist toplum olarak Türkiye’nin uzun erimde sürdüremeyeceği bir sınıfsal denge, sürmesinin temel belirleyeni gerek faiz ödemeleri, gerekse ulusal ve uluslararası sermayenin karlılığı için emek-gücü, çalışanlar üzerinden daha fazla değer yaratılması gerekiyor. Yani kriz derken, döviz kuru derken, uluslararası finans kapital derken, rant ekonomisi derken, göz ardı edilen üretim sürecinde kullanılanın emek-gücü ve emek-gücü üzerinden karşılığı ödenmeyen doğa olduğunu söylememiz gerekiyor. Reel olan ile parasal olan arasında bir kopuş yok, yatırım yapılmıyor değil, ama görece artı değer yani katma değeri yüksek alanlara yatırım yapılmıyor. İşte tam da bu aşamada krizin geç kapitalist ülkelerde Grafik-III’te gösterildiği gibi işleyişin herhangi bir noktada başlasa bile tüm bileşenlerini içine aldığını söyleyebiliriz. Ya da kriz işleyiş/bedenin bir yerinde başlayabilir, ama bu hızla bedenin diğer alanlarına yayılabilir. Yayılıyor da. Yukarıda işaret ettiğimiz fiyatlarda açığa çıkan gerilimlerin hızla, geri üretim süreci üzerinde etkili olacağı açık değil mi? Eğer görece artı-değerin üretim koşulu sosyal-sektörel disentegrasyon üzerinden gerçekleşiyorsa, yani evet emek bizden ama girdiler ithal ediliyorsa, Türk Lirasının yabancı paralar karşısında değer kaybı uzun sürede mutlaka kendini gösterecektir. Ama işleyiş tam tersinden de işliyor. Eğer bir aşamada Türk Lirası hızla değer kazanıyorsa, bir zaman aralığı geçtikten sonra üretim sürecinin bundan etkilenmemesi mümkün mü? İşte. O zaman ithal girdi döviz kurundan dolayı pahalı olduğu için üretimde azalma, işte o zaman işsizliğin artışı, işte o zaman fiyatlar genel düzeyinin yükselişi, işte o zaman döviz biçim de borçlanma ve genel olarak borçlanma artacaktır. Bunlar olmuyor mu? Oluyor. Tüm bu işleyiş, işleyişin bileşenler arasında çoğul, çok boyutlu bir dizi ilişki dolayımında gerçekleşmiyor mu? Gerçekleşiyor. Tüm bu ilişki işleyiş ancak ve ancak zamana yayılan bir dizi etkileşimin ürünü değil mi? İster faizlerin yüksek oluşu, ister TL’nın değer kaybı, emek-gücünün daha da kötü şartlarla yüzleşmesi anlamına gelmiyor mu? Daha uzun saatlerle çalışmalar, işini kaybetme, daha düşük ücretler, istenen koşullara uydurmak için kendine yatırımlar yapan ücretliler (mavi ve beyaz yakalılar) olmuyor mu? Oluyor.
İşte tüm bu olanlar zaman içinde zamanın yorgunluğuna yol açıyor ve ne zaman yorgun bedenin orta yere düşeceğini bilmiyoruz. Ama düşeceğini biliyoruz. Marx’ın ve Marksistlerin en önemli yeteneği bu preaktif bilgiye sahip oluşları. Marx’ın burada detaylandırmadığımız kar oranlarının düşüşü, eksik tüketim, orantısızlık teorisine dayalı tüm kriz açıklamaları içinde herhangi biri üzerinde durmamasının nedeni, işleyiş/bedenin bu anlatılan kriz eğilimlerinin her birini yaşaması, zaman içinde eş zamanlı açığa çıkmıyorsa da bedenin tarihsel/toplumsal özelliklerine bağlı olarak bir yerden patlak verdiğinde diğerlerinin onu işlemesi. Bu, kapitalizm.
İşte tam da bu kapitalizm ve geç kapitalizm olduğu için de, yukarıda işaret ettiğimiz işleyişe ilişkin çelişkileri yani pre-kapitalist ilişkileri işleyişe uygun hale getiremediği için AKP iktidarı başarısızdır. Krizin önemli belirleyenlerinden biri geleneksel tarım ve zanaatkârların işleyişin içine çekilmesi konusunda başarısızlık olmuştur. Oy deposu ve diğer faktörlerle ilişkili olarak bu dönüşüm halindeki geleneksel kesimler birikimin en önemli çelişkisidir. Türkiye’de kültürel ortamı belirleyen önemli bir değişkendir.
Diğer yandan AKP iktidarı sermayenin uluslararası sisteme entegrasyonla artan görece artı-değere geçiş için gerekli olan düzenlemeleri yapmak konusunda da başarısız olmuştur. Yani kapitalist işleyiş içinde emek-gücünün nitelik kazanması tam olarak gerçekleşememiştir. Eğitim sistemi işleyişin ihtiyaç duyduğu biçimde dönüştürülmemiştir, bu yüzden de teknoloji/bilgi yoğun metaların ülke içinde üretilemediği koşullarda ithalata yönelme artmıştır. İşleyişin gereği olan bu alanlarda değişim sağlanamadığı için de uluslararası sisteme entegre olmak için gerçekleştirilmesi gereken yasal/kurumsal değişimler de gerçekleştirilmemiştir. Bu büyük ölçekli sermaye ve uluslararası sermayenin en çok tedirgin olduğu alandır. Tüm bunların gerçekleşmesi için devletin mimari iç yapısının dönüştürülmesi gerekiyordu. Siyasi iktidarın özellikle güç ilişkileri içinde 15 Temmuz sürecindeki pratikleri devletin iç mimarisinin değişmesi bir yana mimari bir şey bırakmamıştır. Tüm bunların bileşiminde çelişkiler artığı oranda siyasal iktidarın manevra yeteneği artmış görünmektedir, ama iktidarın menavra yeteneği azalmıştır. İşte kriz tam da bu zaman içinde birikenler sonucu patlak vermiştir. Ama yine aynı soruyu sormamız gerekiyor, AKP iktidarı ya da herhangi bir iktidarın üstesinden geleceği, doğru bir siyasal pratikle çözülecek sorunlar mıydı tüm bu problemler? Hayır. Kriz zaman içinde birikmiş ve kendini, siyasal iktidarı da aşan bir biçim almıştır. Siyasi iktidarı aştığı için, siyasi iktidara karşı alternatif güçlü bir yapı olmadığı için de artık zaman içinde artan devletin siyasal/baskı aygıtının yaratacağı ortama verilecek tepkiler sonucu belirleyecektir. Sorunun kaynağı uzun erimli birikimli çözümsüzlüklerdir, çözüm için de ne yazık ki daha uzun zamanlara ihtiyaç var. İşte bu zaman aralığında epey canlar yanacak, epey sıkıntılar yaşanacak, epey göz yaşı dökülecek. Çünkü siyasi iktidarın o kadar zamanı yok. Zaman kazanmanın faturası da sınıfsal olarak yaşanacak. O zaman geleceğe yönelik bu beklenti, tam da bir şeyler yapmanın zamanı olduğunu gösteriyor.
DİPNOT