Yücel Demirer: “Kutsal Metinlere Değil, Fabrikada, Tarlada Olanlara Bakmak Gerek”

Bülent Özçelik: Hocam, 1990’lardan itibaren pek çok dinin olduğu gibi İslam’ın ve İslamcılığın da toplumsal yaşamda ve siyasal alanda daha etkili olmaya başladığını görüyoruz. Bunun ekonomi politik gelişimi ve etkileri nasıl olmuştur?

Yücel Demirer: Sovyetler Birliği’nin çökmesini izleyen dönem, dünya genelinde dinin toplumsal ve siyasal işlevlerinde bir yükselişe karşılık geldi. İkinci Büyük Savaş sonrasında uluslararası ilişkilerin sınırlarını çizen, ulus içi dinamikleri belirleyen Soğuk Savaş dönemi sona erdiğinde, toplumsal ve siyasal çelişkiler aniden durmadı, devam etti. Çünkü sınıflar, uluslar, toplumsal kategoriler arasındaki çelişkiler sürmekteydi. Bu aşamada hem kapitalist aklın sosyalizmin geride bıraktığı mirasın üzerini örtmek istemesi ve hem de kitlelerin erişimi kolay din eksenli ideolojik çerçevelere yönelmesiyle dinin kamusal alandaki yeri farklılaştı ve yükselişe geçti.

Filistin’den Güney Amerika’ya, Fransa’dan Malezya’ya kadar dünyanın dört bir köşesinde din temel referans kaynağı olduğu hareketler, örgütlenmeler ortaya çıktı. Bu gelişmeye bağlı olarak da sosyal davranış kalıplarında, siyasal konum alışlarda ve ekonomik kararlarda dini daha sık görmeye başladık. Din üzerinden siyaset yapan grup ve partilerin cenneti dünyaya çağıran söylemleri, yoksul ve umutsuz kitlelerin umudu olmaya başladı. Ancak, inanç eksenli algı ve kavramsallaştırmaların yoğunluğu sınıfsal mücadele ve bölüşüme ilişkin çelişkilerin dilini başkalaştırmış olsa da ekonomi politik manzara hemen değişmedi.

Bülent Özçelik: Hocam İslamcılığın tarihsel gelişimine baktığımızda kapitalizmin Müslümanların yoğun olduğu coğrafyalarda da etkili olduğunu görüyoruz. Günümüzde İslamcı hareketler, bu ilişkiyi nasıl kuruyorlar?

Yücel Demirer: Kapitalizmin Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda da etkili olmasında şaşıracak bir durum olmadığını hatırlatmak isterim. İslami ekonomik kavram ve kurum üretmek için gösterilen onca çabaya ve yüksek oranda hamaset içeren ifadelere rağmen, İslam mirası ve bunun üzerinde yükselen düşünce etrafında bütünlüklü bir ideolojik çerçeve ve ekonomik sistem oluşturulduğunu söylemek mümkün değil. Muhammed peygamberin Medine’de Müslümanlar için kurduğu ayrı pazar yeri, bugünkü gümrük vergisine benzer vergileri kaldırıp mal akışını hızlandırma gayreti, tarihi İslam tarihi kadar eski faizsiz bankacılık arayışları, Muammer Kaddafi’nin elektrik, su vb. yanında eğitim ve sağlık hizmetlerini karşılıksız sunması, daha yakınlarda mikro finans yerine “karz-ı hasen”i kurumsallaştırma gayreti ve bunlara eklenebilecek pek çok sistemli çabaya rağmen günümüzde bütünlüklü bir İslam ekonomisinden bahsetmek olanaksız.

İslam ekonomisi adı altında sunulan formülleri aslında içinden geçilen dönemin uluslararası birikim modellerine paralel uyarlama çabaları olarak tanımlamak yanlış olmaz. Bu durum ulusal pazara yönelik sanayileşmeye dayalı modelden, küresel düzlemde mal ve sermaye dolaşımına dayanan rejime geçişte de görüldü. Türkiye’de İslami kesimin ekonomik aklı, devlet kapitalizminin korumacı politikalarından, yoğun bir popülizm eşliğinde, neo-liberal politikalara hızla uyarlandı. Bu nedenle özellikle son yirmi yılda neo-liberal politikaların İslam dünyasındaki etkisi de artmış görünmekte. Bırakınız ülkeden ülkeye gözlenen değişimleri, Türkiye’de Milli Görüş geleneğinin değişik aşamalarında bile farklılaşan ekonomik yaklaşımlardan söz etmek mümkün. Örneğin başlangıç dönemi metinlerinde, sol ekonomik yaklaşımları andıran eşitlikçi içeriğe sahip temaları öne çıkaran Milli Görüş geleneği, içinden neo-liberal eğilimlere zorluk çekmeden uyum sağlayan kadrolar çıkarabildi.

İslamcı hareketlerin bu durumu nasıl karşıladığına ilişkin sorunuza gelince, çoğul çerçeveler içinde düşünmekte, İslam dininin toplumsal, kültürel ve siyasal ortamı belirlediği düzlemlerdeki farklılıklara dikkat etmekte fayda var.

Öncelikle bir tanım aralığı olarak İslamcılık kavramını tekil olarak düşünsek de İslam dinine inananların yaşadığı ve/veya çoğunluğu teşkil ettiği coğrafyalarda içinde bulunulan durumca belirlenen farklı yaklaşımlar yeşermiş bulunmakta. Bitmeyen savaş ve çatışmaların yorgunu Afganistan ile coğrafyasının ekonomik enerjisinden etkilenen Endonezya’yı, bölgeler arası eşitsizlik ve ülkenin kuzeyinin geri kalmışlığından enerji toplayan Nijerya cihatçılığı ile Arap dünyasının entelektüel merkezi Mısır’daki İslamcılığı indirgemeci bir biçimde tekleştirmek bizi verimsiz saptamalara götürecektir. Bugün birbirinden farklı coğrafyalarda, ortamın özellikleri ne olursa olsun, kapitalist sistem ve üretim ilişkilerinin İslami söylemin çok temel argümanları ile bir arada sunulduğunu görmekteyiz. Eklektik bir Batı karşıtlığı, salt kültürel alana daraltılmış bir “anti-emperyalizm,” İslamiyetin kurulduğu asr-ı saadete özlem içine yerleştirilen bir tercihler bütünü sürece rengini veriyor. Örneklerin hemen hepsinde popülist bir hamasetin gelişkin örnekleri ile hızla söylem değiştirebilen bir pragmatizmi de görmek mümkün.

Bülent Özçelik: Biraz daha kökensel bir soruya gidersek, İslamın ve İslamcılığın ekonomi politikası nasıl gelişmektedir? Bir yandan İslamın eşitliğe vurgu yapan bir din olduğu yönünde iddialar olsa da, günümüzde temel sınıf ayrımlarının sert bir şekilde yaşandığı toplumlar olduğunu görüyoruz.

Yücel Demirer: Az önce belirttiğim gibi İslamcılığın tek ve kapsayıcı tek bir ekonomi politikasından bahsetmek mümkün değil. Ortada sınıfsız sömürüsüz bir ümmet de yok. Petrol zengini Körfez ülkelerinde çalışan yoksul Müslüman ülkelerden gelmiş işçilerin çalışma koşullarına, hak ve özgürlük arayışları önündeki engellere ilişkin bildiklerimiz, bize İslam kardeşliğinden çok farklı bir fotoğraf sunuyor. Ayrıca bu konuları yalnızca ilahiyatçı bir çerçeve içinde tartışmak da yanlış. Şöyle söyleyeyim: Dinleri incelerken iki temel yaklaşım biçim ve düşünme imkanımız var. Bunlardan birincisinde herhangi bir dinin yazılı kaynakları ve peygamberinin yaşamı, söyledikleri üzerinden bir inceleme yapılır. Diğer boyut ise dinin sosyolojisine ilişkin. Bu boyut bahsi geçen dinin emrettikleriyle değil, emirlere nasıl uyulduğu, sosyal hayat içinde ilahi kavram ve kurumların hayat bulup bulmadığıyla ilgili. Bu iki düşünme mecrası arasındaki farkı yok sayarak hiçbir anlamlı sonuç üretilemez. Bu yüzden kutsal metinlerin söylediklerinden çok fabrikalarda, tarlalarda, sokaklarda ne oluyor ona bakmakta fayda var.

Bülent Özçelik: Türkiye’de özellikle son iktidar döneminde sermaye egemenliği açısından İslamcı kesimin daha yoğun bir egemenlik kazandığını görüyoruz. Bunu nasıl görüyorsunuz? Bunun gelişimi ne yönde olacaktır?

Yücel Demirer: Güvendiğim kalemlerden edindiğim izlenim bu saptamanıza katılmama engel. Özellikle son on yılda sermayenin el değiştirme haritası bizi ciddi bir dönüşümden haberdar etse de, ilk 500 firma listesinden, vergi rekortmenleri listelerine kadar durum bize diğer kesimler ile arada henüz bir denge durumunu göstermekte. Bu hep böyle kalır demiyorum: Özellikle inşaat sektörü ile başlatılan ve savunma sanayii yatırımları ile genişletilen İslami sermaye birikimi bahsettiğiniz türde bir gelişmeyi beraberinde getirse de henüz İslamcı sermayenin tam egemenliğinden bahsetmek olanaksız.

Buna ek olarak kulak kabartmamız gereken başka bir durum var: Büyük ihalelere birlikte giren, akşam evine döndüğünde kendi bildiği gibi yaşamını sürdürenlerin ortaklıkları bize yeni yön ve imkanları işaret ediyor. Kapitalist sermaye birikim ve ilerleme süreci yeni formüller üretmeye devam ediyor. Buralara bakmakta fayda var. Ekonomik süreci sadece kimlik ve siyasal tercih üzerinden düşünmek bizleri yanlış sonuçlara götürebilir.

Bülent Özçelik: Diğer yandan yoksul kesimlerin de İslamcılık üzerinden manipüle edildiğini görüyoruz. Bu dönemsel bir durum mudur? Buradan bir ilerici eğilim çıkabilir mi?

Yücel Demirer: Din üzerinden kitlelerin siyasal manipülasyonunun tarihi insanlık tarihi kadar eskiye gider. Özellikle politik mücadelenin kimlik politikası üzerinden şekillendiği dönem ve ortamlarda kitlenin siyasal psikolojisine seslenen yaklaşımlar yoğunlaşır. Bu durum dinin kültürün bir parçası olmasıyla bağlantılıdır ve gericilik-ilericilik tanım aralığı ötesine taşan bir dil içinde değerlendirilmelidir.

Buradan ilerici bir eğilim çıkar mı sorunuz aklıma Güney Amerika özgürlük teolojisi örneklerini getirse de, İslamın tekçi ve Türkiye’nin derin bir biçimde ayrışmış toplumsal yapısı dikkate alındığında, içinden geçtiğimiz dönem itibariyle bu bağlamdan, emekçilerden yana bir toplumsal dönüşüme yol açacak bir hareket filizlenebileceğinden yana pek umutlu değilim.