Ah Yalan Dünyada…

2016’yı tamamladık… Tarihçilerin yıllar sonra belki de “cumhuriyet tarihinin en uzun yılı” diye adlandıracağı 2016’yı Temmuz 2015’ten başlatmak gerekir. Yazık ki bu uzun yılın içinde debelenen bizler için 2016’nın ne zaman biteceği meçhul. Partileşmiş ya da daha doğrusu kişiselleşmiş siyasal iktidar, karşılaştığı her engeli aşmak için yeni bir eşik atlıyor. Kendini kurtarmak için atladığı her eşik hem kendini hem de ülkeyi çok daha ciddi tehlikelerle yüz yüze bırakıyor. Türkiye daha şimdiden büyük suikastlara sahne olan, sivil silahlanmanın önemli boyutlarda artış gösterdiği, her an kitlesel ölümlere neden olabilecek canlı bomba saldırılarının yaşandığı bir ülke haline geldi. Burjuva demokrasisi, bütün kurumları ile birlikte aslan burjuvazinin tebessümleri arasında lağvedildi.

Ülkenin bu hale gelmesinin baş sorumlusu olarak on dört yılı aşkın bir süredir ülkeyi yönetmekte olan siyasal iktidar, eşine az rastlanır bir siyasal strateji ile etkili bir yalan üretme makinesini kitleleri mobilize etmek için kullanıyor. Bu mobilizasyon enerjisini kendinden olmayan herkesin düşman ilan edilmesinden alıyor. Siyasal İslamcı AKP’nin on yıl boyunca bütün kritik anlarda ittifak yaptığı bir siyasal İslamcı cemaat, dış politika dahil olmak üzere ülkeyi bugün gelinen noktaya taşıyan her şeyden sorumlu tutuluyor ve fakat bu politikalar sürdürülebildiği yere kadar sürdürülmeye çalışılıyor. “Rus uçağı düştüğünde ‘Eyyy Putin’ denmemiş miydi?”, “Ergenekon ve Balyoz davalarının savcılığını üstlenen kimdi?” gibi sorular sormak 2016 yılını idrak ederken gerçekten anlamsız kalıyor. 2016’nın daha önemli sorusu şu: “Bozdurduğun dolarların makbuzunun devlet katındaki ve mahalle kahvesindeki gerçek değeri nedir?” Olan biteni her zamankinden daha tehlikeli kılan da bu soru. Neredeyse her kriz kitleleri mobilize etmek için bir araç haline getiriliyor ve düşmanlaştırılmış kitleler üzerinde nefret sürekli siyasal iktidar tarafından yönlendiriliyor.

2000’lerin ilk on yılında parti kapatmanın ne kadar yanlış olduğunu söyleyen bir siyasal söylemden, iktidar partisi yayın organlarının CHP’nin kapatılması gerektiğini dile getirmeye başladığı bir eşikteyiz. HDP’nin taşra dahil, neredeyse bütün yöneticileri tutuklanmış durumda. Meclis uzun süredir bypass edilmiş ve ülkede altı aydır olağanüstü hal var. Adına “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” denilen bir ucube paket ile hanedanlığın anayasallaştırılması süreci MHP’nin katkılarıyla başlatıldı. On binlerce insan haklarında hiçbir somut iddia olmadan işlerinden atıldı, yüzlerce gazeteci ve aydın cezaevinde. Sesi çıkabilecek herkes susturulmak, dumanı tüten her ocak söndürülmek isteniyor.

Dikkatli birisi, bütün bunları tıkır tıkır işleyen bir yalan üretme makinesinin çarklarından çıkan sesleri duyarak kavrayabilir. Zira AKP çok kaba, komplike olmayan yalanlara başvuruyor. En basiti, ucu yakılarak eskitilmiş bir kağıda yazılmış İnönü belgesi… Bu düzeyde yalanlar üretmekle kendini var eden bir çark nasıl işliyor peki?

Ayrıntı Dergi’nin on dokuzuncu sayısı biraz da bunu anlamak için “yalan” dosyası ile çıkıyor. Dosyanın ilk yazısı Dinçer Demirkent’e ait. Yazı, kurucu siyasal yalanları, yalanın siyasal toplumun kuruluşunda nasıl bir rol oynadığını ele alıyor. Selçuk Candansayar, yalanı çeşitli boyutları ve türleriyle ele aldığı yazısında öznelliğin belirleyiciliğini sorguluyor. Fethullahçıların olmadığı gibi görünmek üzerine kurdukları yaşam tarzının içine gömüldüğü yalanı ele aldığı bölüm politik yalan konusunda az görülmüş bir örneği sunuyor. Zafer Yılmaz, kanaatler toplumu haline gelen Türkiye’de entelektüelin içine düştüğü konumu oldukça polemik içerikli yazıyla analiz ediyor.

“Hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur, onu savunmak gerekir” ifadelerini kullanan Ahmet Murat Aytaç yalanın yalana dayanmayan bir kavranışının gereğini vurguluyor. Yalan konusunda kuşatıcı bir tartışmanın yapıldığı söyleşi, teşhir politikasının eleştirisi gibi pratik politik meselelerden, modern ideolojilerin yalanla ilişkisi, resmi ideolojinin siyasal dayanakları gibi teorik tartışmalara uzanan bir çatışmalı bir alanda derinlikli fikirler sunuyor. Ümit Alan yalan üretme makinesinin çarklarının seslerinin en çok çıktığı yere medyaya odaklanıyor. Medyanın yalanının ve bu yalanın olası türlerinin haberin üretiminden, hedefin belirlenmesine kadar nasıl işlediğini, geleneksel medya bağlamında anlatıyor.

İlker Küçükparlak, muhafazakarlık ve politik yalanın alıcısı olma arasında psiko-politik bir ilişki kuruyor. Yazısında “hakikat sonrası politika” kavramının yükselişiyle Trump’ın “muhafazakar yalan makinesi”nin işleyişi arasında kurduğu bağın sunduğu güçlü örnek dikkate değer. Gamze Özçürümez Bilgili, güçlü bir dil ve üslupla yalan söylemenin ruhsal dinamiklerini ele aldığı yazısını “yeni dünya düzeninin” sadistçe yalanlarıyla baş etme temennisi ile sonlandırıyor. Dosyanın son yazısı Süreyya Karacabey’e ait. Karacabey, sanat ile “yalan ve hakikat”, “gerçeklik ve kurmaca” arasındaki tarihsel-çapraşık ilişkiyi mesele ediyor.

Dergi’nin gündem bölümünde üç metin var. Ali Rıza Güngen derin bir biçimde gelişen ve artık kendini yüzeyde göstermeye başlayan ekonomik krizin dinamiklerini ve olası alternatifleri tartışıyor. Galip Yalman, kapsamlı söyleşisinde devlet aygıtının Fethullahçı cemaat tarafından ele geçirilme girişimine devlet teorisi içinden yanıtlar geliştirerek, Türkiye’de 15 Temmuz sonrası rejimin niteliğine ilişkin önemli saptamalarda bulunuyor. Barış Yıldırım, polemik niteliği yüksek yazısında Gezi’den öğrenemediğimiz şeyin seçimlere hala önem vermek olduğunu iddia ediyor. Halkın kendi kendini yönetme arzusunun burjuva seçim fikrinin çok önüne geçtiği Gezi ayaklanmasından yola çıkarak “yolu nerede kaybettik” sorusunu Türkiye sosyalist hareketinin tarihinden başlayarak yanıtlamaya çalışıyor. Politika-Dünya bölümümüzde ise ABD Seçimlerine ilişkin Alain Badiou’nun değerlendirmeleri var. Badiou hem dünyanın durumunu, hem Trump’ı, hem de seçimlerin en önemli ismi Bernie Sanders’ın yeni siyasal projesini ele alıyor.

Eleştiri bölümü Özen B. Demir’in anlatısı ile başlıyor. Tıp, hastalık, edebiyat ve tarih gibi temalar genç bir hekimin deneyiminden süzülüp dağınık ama dağılmayan özgün bir üslupla tartışılıyor yazıda. Eleştiri-Sinema bölümünde Gül Yaşartürk Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi “Tereddüt”ü yazdı. Ve derginin son yazısı, usta öykücü Sait Faik Abasıyanık’ın yıllar sonra yeniden sansüzsüz biçimde yayınlanan ilk romanı “Medar-ı Maişet Motoru” hakkındaki incelemesi.

….

Evet, 2016 bitti, uzun 2016’nın çok uzun sürmemesi dileğiyle…

İyi okumalar