Enikonu Faşizm…

16 Nisan 2017 gerçekleştirilen anayasa değişikliği referandumu, her yönüyle gayrımeşru olarak Türkiye siyasal hayatındaki yerini aldı. Muhalefet partisi başkanlarının ve milletvekillerinin cezaevinde tutulduğu, medyanın bütünüyle zapturapt altında tutulduğu, devletin tüm imkanlarının iktidar partisi için seferber edildiği, “Hayır” çalışması yürütenlere yönelik baskı ve şiddetin kol gezdiği ve nihayet kanundaki açık hükme rağmen Yüksek Seçim Kurulu’nun milyonlarca geçersiz oyu geçerli sayması referandum sürecinin ve sonucunun kuşkuya yer bırakmayacak biçimde gayrımeşru olmasına neden oldu.

Referandum süreci en azından üç şeyi açıkça ortaya koydu. Bunlardan birincisi ve en önemlisi ülkede adım adım inşa edilen rejim değişikliğinin halk tarafından kabul görmemesidir. Bütün devlet otoritesinin taraf olduğu, devlet gücünün, satın alınmış iletişim aygıtlarının seferber edildiği bir referandum süreci, seçimi yürütmek ve denetlemekle görevli yargı merciinin de icraatıyla desteklenerek ancak % 51 oranında evet oyuyla sonuçlanabildi. Referandum sürecinin ikinci sonucu, parlamentonun artık siyasal-toplumsal mücadelenin ve muhalefetin yerleşkesi olmaktan çıkmasıdır. Anayasa değişikliğine paralel biçimde iktidar da muhalefet de parlamentodan uzaklaşmıştır. 21 Mayıs’ta Tayyip Erdoğan’ın resmi olarak AKP’nin başına geçmesiyle birlikte iktidar, CHP’nin teslimiyetçi çizgisiyle muhalefet parlamento merkezli olmaktan çıkmıştır. Türkiye siyasal partilerin siyasal özne olmaktan çıktığı bir sürecin eşiğindedir. Mücadele tek bir kişi ile özdeşleşen siyasal iktidara karşı, çok başlı, kuşatılması zor bir heyulanın çatışması sürecime girecektir. ‘Hayır’ propagandasının merkezi olan mahaller, ‘hayır’ı örgütleyen dinamikler, toplumsal ve siyasal hareketler kendilerini siyasal çatışmanın öznesi kılmıştır. CHP artık ancak bu dinamiklerle ilişkili olduğu oranda, onları varlığının yanında siyasal bir pozisyon sahibi olabilecektir. Aksi takdirde, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında yaptığı gibi, MHP’li adayları cumhurbaşkanlığı adaylığına önerdiği zaman yaptığı gibi AKP ve MHP’nin milliyetçi cephe siyasetine dolaylı olarak eklemlenmiş olacaktır. Referandum sürecinin ve sonucunun üçüncü sonucu, ikincisiyle bağlantılı olarak seçim merkezli siyasal sistemin çöktüğünün idrak edilmesidir. Liberal demokrasinin en temel ‘demokratik’ vaadine, halkın kendilerini yönetenlerden hesap sorma yönteminin periyodik seçimlerin varlığına inanç ortadan kalkmıştır. Seçim güvenliğini sağlaması beklenen kurumlar açıkça taraf olmuş, devletin makul oranlarda tarafsız olabileceğine ilişkin inanç yaygın olarak ortadan kalkmıştır.

Bu koşullarda tek adam rejiminin kurulması için gereken en önemli adımın atıldığı 21 Mayıs AKP kongresinde AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklama, yeni rejimin temel kurumunu ortaya koymuş, rejimin yönelimini tartışmaya yer bırakmayacak şekilde belirlemiştir: OHAL kalkmayacak! Böyle bir açıklamayı askeri cunta dönemlerinde dahi görme olasılığınız azdır. OHAL’in kalkmaması demek, hiçbir anayasal denetim olmadan tek kişinin çıkaracağı kararnameler ile ülkenin yönetilmesi demektir. OHAL’in kalkmaması demek, siyasal çatışmayı dengeleyen anayasal kurumların bir bir ortadan kaldırılması, yetkinin bir tek kişiye devredilmesi demektir. OHAL’in kalkmaması demek 2019’da yeni rejim anayasallaşana kadar, bütün muhalefetin ‘zor’ ile ortadan kaldırılması demektir. Nazizmin Almanya’daki ‘başarı’sı, ülkeyi kararnamelerle yönetecek duruma getirmiş olmasıdır. Bugün Türkiye’de Erdoğan’ın kazanmak istediği ‘başarı’ budur. Kongre bu anlamıyla bir yeni atılım sürecinin başlangıcıdır.

Ayrıntı Dergi’nin yirmi birinci sayısı ‘faşizm’ dosyası ile çıkıyor. Bir daha asla diye haykırdığımız her şeyin koşullarının yeniden oluştuğu ülkemizde faşizmin derinlikli bir biçimde tartışılması gerektiğine inanıyoruz. Yunus Yücel’in hazırladığı dosya boyunca yürütülen tartışmanın odağında 2000 sonrası dünya yer alıyor, dolayısıyla sorunumuz faşizmin teorik belirleniminden ziyade bugün yaşadığımızın ne olduğu ve onunla nasıl mücadele edileceği. 2000’li yıllarla ortaya çıkan sol dalga, bugün yerini yükselen sağ otoriteryan rejimlere bıraktı. Yirminci yüzyılın en “korkunç” deneyimi olan faşizm tekrardan aramıza dönmüş durumda ve artık kendisini gizlemek zorunda da hissetmiyor. Küresel ölçekte sağ otoriteryan rejimlerin yükselişi; neoliberalizmin yarattığı tahribat, emperyalist savaşların sebep olduğu artan yerinden edilmeler ve göç hareketleri, küresel öçlükte toplumsal eşitsizliklerin artışı ve özgürlüğün ikincil bir meseleye indirgenmiş olması… Bugün küresel ölçekte tecrübe ettiğimiz ortak siyasal problemler. Bu sorunlar 1920’lere benzer şekilde, neofaşist hareketlerin yükselmesi için uygun toplumsal ortamı yaratmakta. Türkiye, Macaristan, Amerika, Fransa ve dünyanın daha birçok yerinde görebildiğimiz bizi “faşizm” sorununu yeniden gündeme getirmeye ve üzerine düşünmeye itti.

Derginin ilk yazısı, faşizm dosyasına güncel bir katkı mahiyetinde Trump sonrası ABD’de yaşanan politik gelişmeler ve buna eşlik eden kültürel değişim üzerine. Henry A. Griroux’nun bu zihin açıcı makalesini Selen Özçelik çevirdi. Faşizm dosyası George L. Mosse’un 1966 tarihli kült makalesi “Giriş: Faşizmin Doğuşu” ile başlıyor. Erdem Ceydilek’in çevirdiği makalede Mosse, faşizm tartışmalarına hem genel bir giriş yaparken hem de faşist hareketlerin kullandığı ortak söylem ve stratejileri açıklıyor. Yunus Yücel ise, klasik faşizm deneyimini göz önünde bulundurarak neofaşizmin yükselişi ile içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasal krizler arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Neoliberalizm ve faşizm arasındaki ilişkiye odaklanan bir diğer yazı ise Simten Coşar’a ait. Coşar kapitalizmin neoliberal krizi, demokratik hakların tasfiyesi ve faşizmin olası yeni veçheleri üzerine odaklanmakta. Theodor Adorno’nun, Abdurrahman Aydın çevirisiyle yayınladığımız “Freudyen Teori ve Faşist Propagandanın Örüntüleri” makalesi psikanaliz, kitle ve faşizm arasındaki ilişkileri ele almakta. Bir klasik olan bu makaleyi keyifle okuyacağınızı düşünüyoruz. Sevilay Çelenk ise “Faşizm, propaganda ve dışlama pratikleri üzerine” adlı makalesinde sadece faşist dönemde değil bugün de propagandanın nasıl egemenlerin elinde bir silaha dönüştüğünü göstermekte. Aysun Gezen ise “Faşizmin Estetiği Üzerine Bir Deneme” başlıklı yazısında faşizmin nasıl siyaseti estetize ettiğini ve bu şekilde kitlelerin desteğini kazandığını tartışmakta. Bir sonraki yazımız Dinçer Demirkent tarafından çevrilen Slavoj Zizek’e ait bir kısa makale. Bu makale de Zizek, Faşizm ve Stalinizm’in totaliter olarak eşitlenmesinin duru bir eleştirisini sunarken, bu tür bir eşitlemenin sorunlu yanlarını da açıkça göstermekte. Selbin Yılmaz “Shoah ve Sonrası: Boşlukta Asılı Kalmak” adlı makalesinde Nazizmin insanlık tarihinin en büyük katliamlarından biri olan Yahudi Soykırımı ve kamplarda yaşananlara dair bir tartışma yürütmekte. Yılmaz’ın yazısı kamplarda kalanların deneyimleri üzerine oodaklanırken; genel olarak faşizmin özel olarak Nazizmin yıkıcı doğasını göstermekte. Yılmaz’ın yazısını, gene çevirisi kendisine ait Levinas’ın “Bir Köpeğin Adı ya da Doğal Haklar” adlı makalesi ile beraber okumanızı öneriyoruz. Duygu Tanış Zaferoğlu “Hollywood’un Müstesna Düşmanları: Naziler” ise Hollywood sineması bağlamında Nazileri konu edinen filmler üzerine yazdığı makalede Hollywood’un faşizm deneyimini kendi ideolojisi için nasıl görselleştirdiğini tartışmakta. Zeynep Baykal ise “Baskının Kıyısında Bir Eyleyebilme Hali Olarak Tiyatro: Brecht Oyunlarından Faşizme Dair İpuçları” adlı yazısında faşizm ve Brecht tiyatrosu arasındaki ilişkiye odaklanmakta. Bu sayımızın son yazısı Özen B. Demir’e ait. “Travma, Tedhiş, Tababet: Bir Trigonometri Denemesi” başlıklı yazıda Demir, yaşadığımız dönemin öne çıkan kavramları olan şiddet, terör, travma, sağlık gibi kavramları siyasal ve tıbbi boyutlarıyla ele alarak zihin açıcı inceleme ortaya koyuyor.

Bir sonraki sayımızın dosya konusu “mülteciler” olacak, iyi okumalar.