24 Haziran’da gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin belirli bir tarihsel dönemi tümüyle sona erdi. Güçler ayrılığı esasına dayalı parlamenter rejim kaldırılarak, yasama, yürütme ve yargı erklerinin cumhurbaşkanında toplandığı yeni bir rejim kuruldu.
Anayasa literatüründe “diktatörlük” olarak tanımlanan bu güç temerküzü, OHAL koşulları altında gerçekleştirilen ve sandık güvenliği konusunda hiç kimseyi ikna edemeyen bir seçim süreci sonunda yaşandı. Oyların yüzde 52,6’sını alarak Cumhurbaşkanlığına seçilen Recep Tayyip Erdoğan, 2007 yılından bu yana temellerini attığı rejim değişikliğini de tamamlamış oldu. Onlarca yurttaşımızın hayatını kaybettiği tren kazasına rağmen büyük bir şatafatla gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı töreni, Erdoğan’ın bu uzun zaferinin kutlaması olduğu kadar, yeni bir “ulusal kuruluşun” altını çizmeye yönelik simgesel değeri yüksel bir gösteriydi.
Ulusal kuruluş gösterisini izleyen günler ve haftalarda, birbiri ardına yayınlanan kararnamelerle ülkenin idari yapısını tümüyle yeniden biçimlendirildi. Ülkenin adeta omurgası niteliğindeki bakanlıkların, genel müdürlüklerin, kurumların, kuruluşların, yasaların, yönetmeliklerin birer kararname ile kaldırılması, bir başka kararname ile yepyeni bir yapı kurulması, Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinin gücünün sınırları konusunda da önemli bir simgesel gösteri oldu. Dergimizin gündem bölümünde, Erdoğan’ın başdanışmanlarından Mehmet Uçum’un yakın zamanda yayınlanan kitabını merkeze alan Dinçer Demirkent’in yazısında, bu yeni kuruluşa ilişkin önemli saptamaları okuyabilirsiniz.
Erdoğan’ın bu ihtişamlı gösterilerini gölgeleyen en önemli şey, son birkaç yıldır ötelenmeye çalışılan ekonomik krizin artık gizlenemeyecek boyutlara varması oldu. Yüksek dış borç nedeniyle bir türlü kontrol altına alınamayan döviz kurları, dövize ve ithalata bağımlı ekonomik yapı nedeniyle hızla yükselen enflasyon, yüksek enflasyon ve kur dalgalanmaları nedeniyle yaşanan ekonomik durgunluk Erdoğan’ın seçimler öncesinde vadettiğinden çok farklı bir tablo ortaya çıkmasına neden oldu. Ekonomide yaşanan krizin yanı sıra, ABD yönetimi ile yaşanan “Rahip Krizi” sonrasındaki yaptırımlar, Halk Bankasına verilmesi beklenen büyük para cezası, ABD-İran arasındaki gerilimin yarattığı riskler ve Suriye’de Esad’ın mutlak biçimde kontrolü ele alma noktasına gelmesi Erdoğan’ın güç gösterisini gölgeleyen diğer faktörler olarak sıralanabilir.
AKP, ülke tarihinde görülmemiş siyasal yetkilerle donanmış olmasına rağmen, toplum üzerinde baskı ve şiddet uygulamaya devam ediyor. OHAL’in kaldırılması sonrasında OHAL’i fiilen 3 yıla çıkaran yasal düzenleme, bu dergi sayfalarında sıklıkla dile getirdiğimiz, “OHAL’in AKP’nin olağan yönetim biçimi olduğu” tespitimizi haklı çıkarıyor.
***
İktidarın toplumu hedef alan şiddetinin çok farklı boyutlara ve türlere sahip olduğunu biliyoruz. Her gün bu şiddetle iç içe yaşıyoruz. Bu sayımızı şiddet konusuna ayırdık ve iktidarın toplumu hedef alan şiddetine, toplumun bu şiddetle hangi biçimlerde yüzleştiği konusuna yoğunlaştık.
Editörlüğü Duygu Tanış Zaferoğlu’nun üstlendiği dosyamızın ilk yazısında İsmail Gezgin, arkeolojik dönemlerden ilk uygarlıkların ortaya çıkışına kadar uzanan zaman diliminde şiddetin toplumsal kuruluşta oynadığı rolü inceliyor. Gezgin, bugün bütün dünyaya yayılan uygarlığın beşiği sayılan Akdeniz Uygarlığının bir “Din” ve “Şiddet” uygarlığı olarak biçimlenişini irdeliyor. Şiddetin bu kurucu rolüne ilişkin teorik sorgulama ise Ahmet Murat Aytaç ile yapılan söyleşide derinleştiriliyor. Dinçer Demirkent ve Demet Sayınta tarafından yapılan bu önemli röportajda Aytaç, şiddetin nasıl tanımlandığından başlayarak nasıl işlevlendirildiğine kadar geniş bir çerçeve sunuyor. Platon’dan başlayarak şiddetin siyasal teorideki konumuna ilişkin tüm sorgulamaları Aytaç’ın röportajında bulmak mümkün.
iddetin siyasal teorideki yerine ilişkin bir diğer sorgulama da Erdem Güven’e ait. Ayrıntı Dergi’de sıklıkla yer verdiğimiz “barışçıllaştırma” (pacification) kavramının merkeze alındığı yazıda Güven, bu kavramın neoliberalizmi anlayabilmemiz açısından taşıdığı öneme dikkat çekiyor. Güven yazısında, 12 Eylül darbesinden günümüze kadar yaşadığımız ve şiddetle iç içe yürüyen neoliberal dönüşüm sürecini bu kavram ışığında ele alıyor. Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecini farklı bir biçimiyle Mustafa Kemal Coşkun da inceliyor. Coşkun, demokratikleşme konusunda ülkemizde yaygın olan iki akımın demokrasi ve sivil toplum meselelerine bakışını eleştirdiği yazısında, Türkiye tarihini sınıflar arası ilişkiler, uyuşmazlıklar ve mücadeleler açısından değerlendirmenin önemine vurgu yapıyor.
Dosyamızda yer alan tek çeviri, Vittorio Bufacchi’ye ait “Şiddetin İki Kavramı” makalesi. Ayşe Nur Kuriş tarafından makalede Bufacchi, siyasal teoride şiddete ilişkin iki ayrı yaklaşımın altını çiziyor: Şiddeti kasıtlı ve aşırı kuvvet kullanımı olarak gören minimalist yaklaşım ve şiddeti bir ihlal olarak kapsamlı yaklaşım.
Seval Ünlü Gök, dosyamızda yer alan yazısında, son dönemde oldukça görünür hale gelen ve geniş bir toplumsal ilgi yarata, kadınların şiddete karşı kendilerini savunma hakkına odaklanıyor. Gök, konunun siyasal, hukuki ve ahlaki boyutlarını bir arada değerlendirdiği yazısında “şiddetin karşıtının şiddetsizlik mi, yoksa karşı şiddet mi olması gerektiği” sorusunun yanıtını arıyor. Ülkemizde şiddete en açık toplumsal kesimlerin başında trans bireyler geliyor. Çoğunlukla polis dosyalarına bile girmeyen ölçüsüz bir şiddetin hedefi olan transların yaşadıklarını bir nebze olsun anlayabilmek için 11 yıldır trans olarak yaşamını sürdüren Oya Yıldız ile söyleşi gerçekleştirdik. Helin Küçük ve Demet Sayınta’nın gerçekleştirdiği röportajda Yıldız, seks işçisi olmaktan başka çalışma ve yaşama şansı bırakılmayan transların hayat mücadelelerini anlatıyor.
Nika Yayınevi’nden geçtiğimiz ay “Ve Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmedi” romanı yayınlanan Evren Demiryürek, şiddet denilince akla ilk gelen isimlerden biri olan Marquis De Sade üzerine bir yazıyla dosyamıza katkı sundu. Demiryürek yazısında, Sade’ın eserlerinin simgesel boyutunu ve bu eserlerdeki şiddet unsurunun ele alınışını inceliyor.
Edebiyatta şiddetin kullanımına ilişkin detaylı bir inceleme de Ömer Türkeş’e ait. Türkeş yazısında, Dünyanın farklı ülkelerindeki edebiyat eserlerinde şiddetin nasıl ele alındığını inceleyerek, öne çıkan bazı romanları değerlendiriyor.
Eleştiri bölümünde 3 ayrı yazı yer alıyor. Ahmet Rasim KALAYCI kültür kuramları çerçevesinde kapitalizmin gündelik yaşamımızdaki etkilerini ele alıyor. Özen B. Demir ise kendine has zengin ve yaratıcı üslubuyla Beden, Çalışma, Emek ve Meslek üzerine uzun ve derinlikli bir sorgulama yürütüyor. Dergimizin son yazısında ise Ahmet MERMER, Alfred Döblin’in kült eseri olan Berlin Aleksander Meydanı romanını inceliyor.